İç Kaynak Dergisi – Sayı: 13

İç Kaynak Dergisi – Sayı: 14
İç Kaynak Dergisi – Sayı: 12

İÇ KAYNAK DERGİSİ | Sayı: 13

EMRE’nin Konuşmaları: 13

(26.01.1954’te yapılmış bir konuşmadan notlar:)

Emre – Her insan aslını görmeğe âşıktır. Kulağı duyan, derde düşer. Duymazsa ne yapsın biçâre… Bu işin nihayeti: bir insanın (Bir İnsan)ı sevmesidir. Bu sevgi zuhur ettikten sonra, târif edilemeyecek hâller tecelli eder. İnsanı ebedî olarak diri bırakacak şey, bu sevgidir. Kur’ân’ı tetkik et, onun da esrârı, özü bu sevgidir. Ekrem Bey’le (Özhatay) demin oturduk, konuşuyoruz; Ekrem Bey Kur’ân’ı çok güzel biliyor; bir âlimden daha güzel biliyor. (Bizim doğuşları tetkik ettim, aynen Kur’ân gibi. Kur’ân’ı evvelce de okurduk ama anlamazdık. Kur’ân’ın esrarı şimdi meydana çıktı. Doğuşlarda bâzen şeriata aykırı gibi gelen sözler var ki; bunları aynen Kur’ân’da bulunca, o sözlerin kıymeti bir kat daha artıyor.) dedi, başladı ağlamağa.

S. –Biz Kur’ân’ı anlayamıyoruz, bilemiyoruz.

Emre – Araplar da bilmiyorlar. (Tebbet)i okuyup, Allahu Ekber! diyorlar, mânâyı anlamağa çalışmıyorlar.

Ebûleheb o devrin en zengin adamı olduğu hâlde, karısına bu sûrede niçin (odun hamalı) denilmiş? Bunu aramıyorlar.

Hz. Muhammed, insanı ebediyen ihyâ edecek olan bu hâli bütün insanlara olduğu gibi, akrabalarına da anlatmak istiyor. Fakat Ebûleheb ve karısı, Peygamberimizin huzurunda, onu dinleyeceklerine, mallarını hesâbediyorlar. Hz. Muhammed’in mânâ gözü onların içini gördüğü için dayanamıyor. Allah’la bitişince, ağzından o sözler dökülüyor.

Kur’ân’ı Mekke’deki Araplar da bilmezler. Bu bir sırrı ilâhidir, kendi kendini kapatır. Fakat, ehlinden sorup soruşturarak anlamamızı da istiyor ve bu sırrı idrâk etmeyenlere, yâni hepimize birden (hayvan, belki hayvandan da aşağı!) diyor. Kur’ân’ı anlamadığımızdan, (niçin böyle söylemiş?) diye sebebini arayıp derde düşemiyoruz. Bu sözdeki hayvanlıktan maksat, aklın yetmemesidir. Hayvanın bir şeye aklı yeter mi? Hayvan, her şeyin ancak dış tarafını görür, içine akıl erdiremez. Nefis de bir hayvandır, o da Kur’ân’ın ancak dışını, dış mânâsını anlayabilir. Akıl yetmeğe başlayınca Kur’ân’ın içi görülür.

Geçenlerde birisi gelmişti, İsviçre’den bir kaynak teli gelmiş; küçük bir kaynak 150 lira; onu getirmiş. Konuştuk; adam her gün gelmeğe başladı. Ben o telden çok ısmarlamıştım: “Çok ısmarlama, ben azar azar göndereyim” dedi. (Sen acayip bir adamsın usta! Ben senden ayrılmak istemiyorum!) diyordu. (Bu konuştuklarımız nasıl?) dedim (Tamam, doğru!) dedi.

Söz Gazi’ye dayandı, (Gazi hakikaten büyük adamdı, dedi. Kur’ân’daki bâzı âyetlerin tefsîrini sorar, bilmeyenlere kıymet vermezdi. Hemen her gelene (Vettîyni vezzeytûnî)yi sorardı, bilemezdi. Bir hoca bilince, ona çok para verdi.)

Bak Gazi’nin büyüklüğüne… Aklı ne kadar ileride. İncire, zeytine yemin edilir mi? Zeytin, Kâmil insanın, yâni Hazreti Muhammed’in gözleridir. İncir, beyne benzemez mi? Tûr- u Sînâ gezen, dönen dağ. Var mı böyle bir dağ? Bütün bunlardan maksat, (Ahsenî Takvîm) olan insanı anlatmaktır. Bütün mahlûkat insana itaat ve hizmet ediyor. Çünki insan şahtadır, yâni iki ayağı üzerinde yürür. Bu hâl, bütün hayvanları onun hükmü altında bulundurur. Birbiriyle kavga eden hayvanlardan hangisi evvel şaha kalkarsa, öteki kaçar.

Hoca tercüme etsin de, şerhetmeye çalışalım: (Vettîyni  vezzeytûnî) İncire ve zeytine and olsun ki…(Ve Tûr-i Sinîne) Tûr-u Sinâ’ya da andolsun ki…

Emre – Bunları söyledik.

(Ve hâzel- Beled-ûl-Emîn) Bu Emîn Belde’ye de ant olsun ki…

Emre – Emin Belde’den maksat, müfessirlerin dedikleri gibi, acaba Mekke midir? Orası emin, yâni emniyetli bir yer olsaydı, Hz. Muhammed Medine’ye hicret etmezdi. Bak, Medine’ye (Medîne-i Münevvere) diyorlar. Ahalisi, Mekke halkından daha münevver olmasaydı, böyle demezlerdi. Peygamberimiz de bunu bildiği için, orayı daha emin gördüğü için Medîne’ye hicret etti. Emîn Belde’den maksat Mekke ise, o küçük şehir, milyonlarca Müslüman’ı nasıl alacak? Çünki, mâdemki emin bir yermiş, o halde herkes oraya gitmek ister ve bu her Müslüman’ın hakkıdır.

Halbuki asıl Emîn Belde’den maksat, Hz. Muhammed’in gönlüdür. Onun gönlü o kadar büyüktür ki, yerlere, göklere sığmıyan Allah, onun gönlüne sığmış, girmiştir. Bu gönülden daha emin daha geniş bir yer bulunabilir mi? İşte iş, bu gönüle girebilmektir.

-İncire, zeytine, Tûr-u Sînâ’ya, ve bu Emîn Belde’ye ant olsun ki, biz insanı Ahsenî Takvîm üzere yarattık=Lekad hâlâknel insâne fî ahsenî takvîmi.)

Emre – Ahsenî takvîm ne demek?

—Takvîm, eğri bir şeyi doğrultmak, Ahsen de (en güzel) demek. Yâni (Eğri olan bir şeyi doğrultma işinin en güzeli, en güzel şekilde, ) mânâlarına gelebilir.

Emre – Gel şuna (eksiksiz) diyelim?

—Tamam efendim. (Sûmme redednâhû esfele sâfilîne = Sonra o insanî esfeli sâfilîne reddettik, attık.) (îllellezîne âmenû ve âmilussâlihâti, felehûm ecrün gayrû memnûn = Ancak imân edenleri ve iyi doğru yolda yürüyenleri esfeli sâfilîne atmadık; onlar için minnetsiz bir mükâfat vardır.)

Emre – Gazi’nin sorduğu hoca da böyle söylemiş. Ben böyle anlatınca, adamcağız dükkândan gitmez oldu. Kur’ân’daki bu türlü şeyler, hep hakikatin rumuzla anlatılmasından başka bir şey değildir.

S. –Şakkulkamer nedir?

Emre – Bu da bir rumuzdur. Ayın iki parça olması, fen ve bilgi asrı olan 20. asırda yaşayan bir insanın kafasına girer mi? Gerçi Allah her şeye muktedirdir ama böyle bir mûcizenin, bugün Müslüman olmak istiyen bir Avrupalıya, felekiyyâtı çok iyi bilen bir âlime izahı mümkün müdür? Peki, Kur’ân kelâmı hiç yanlış olur mu? Hâşâ! O hâlde? Kur’ân’daki her sözün, bir dış, bir de iç mânâsı vardır. Hakîkat söylense, kolay kolay inanılmaz. Hz. Muhammed, o sözüyle sevdiğinin gözünü methetmiş. İnsan gözü siyahının iki tarafında hilâl gibi iki beyazlık yok mu? Parmağıyla işaret edip ikiye ayırdığı ay, sevdiğinin gözüdür. O rumuzla saklamış; bizim gibi gevezelik etmemiş.

S. – Acaba öyle mi? Ben başka bir şey düşünemez miyim?

Emre – Düşün bakalım,

S. – Sizin buluşunuz en güzel tefsîr.

Emre – Buluş değil; ben gördüm.

İslâm dinindeki tasavvuf; hiçbir dinde yoktur. Çünki İslâm tasavvufu aşka dayanır. Fakat biz dinin dış tarafıyle uğraşıyoruz. Tutturmuşuz bir sevap-günah… Halbuki sevabın, günahın ne olduğundan haberimiz yok.

Günah mı bu hanım kardeşlerimizle bir arada oturup bu Allah kelâmlarını konuşmak, dinlemek? En çok bunu hazmedemiyorlar. Halbuki Kur’ân’da (el-mû’mînûn)un yanında (el-mû’mînât) sözü de var. Yâni bu ilmi ehlinden dinleyip öğrenmek, onların da hakkıdır.

Hz.Muhammed devrinde va’zları, sohbetleri dinlemeğe kadınlar da geliyordu.

*Râbîa Adviye ile Hasan Basri’nin, aynı kâmilin meclisine berâber gittikleri mâlûm. O zaman öyle olursa, bu zaman böyle olmaz mı? Kalbimizi muhafaza ettikten sonra ne olabilir? Vicdân ve namus mefhûmu olmazsa, kapalılığın veya ayrı oturmanın ne ehemmiyeti olabilir?

Birisi, (Kadınların dudak boyamaları fena.) diyordu. Ona dedim ki:

— Bu boyalar, mükemmel bir sünnettir.

— Ciddi mi söylüyorsun? dedi.

— Evet, dedim, rastık, sürme Peygamberimiz zamanında sünnetti. Yâni o, kadınla
rın süslenmesini kabûl etmiş oluyor. Kadınların bugünkü süsü de oje ile ruj.
Hem o zaman kaç göç bile yoktu.

S. – Bu peçe nerden çıktı?

Emre – İhanetten. Biz, kadınlarımızı siyah bir torba içine ve kafes arkasına koyduğumuz için bu hâle geldik. Çocuğu ancak kadın terbiye edebilir. Kadın bilmeli ki çocuğuna bildirsin. Gazi’nin  bu iyilikleri ödeşilemez. İdare, mutaassıpların eline geçse, bizi tekrar çarşafa şalvara sokarlar; birde sakal bıraktırırlar, tamam!

Sakal deyince: Sakal sünnet ama, o gün için sünnetti. Düşünürsek, her sünnetin bir sebebi, yâni bir hikmeti vardır.

O devirlerde gençlerin, başlarının tepesinde perçem, ihtiyarların da sakal bırakmalarının sebebi, teke tek savaşta düşman altına düşen bir kimsenin kolaylıkla öldürülebilmesini teminden ibarettir. Sakalı olmayan gençler, tepelerinde perçem, yaşlılar da sakal bırakırlardı ki düşman, sakaldan veyâ perçemden tutarak kendilerini kolayca öldürsün de zahmet çekmesinler. O zaman, kılıç, cenbiye devriydi, böyle yapmak doğruydu. Ama şimdi atom devrindeyiz.

*Biraz evvel, Ebuleheb’in karısının da Hz. Muhammed’in meclisinde bulunduğu söylenmişti. (İç Kaynak)

Teke tek savaşmıyoruz. Bir atom bombası yüzbinlerce insanı birden mahvedebiliyor. O zaman sakalı bırakması sünnetti, şimdi de kesmesi. Çünki Peygamberimiz şimdi hayatta olsaydı, en medenî insanlar gibi tıraş olur, onlar gibi giyinirdi. Çünkü (Zamanın değişmesiyle ahkâm da değişir.) diyen, kendisidir. Zamana göre değişmezsek, geri kalırız.

S. – Mal, mülk, altın, mücevherat, para insanı hakikat yolundan geri kor mu?

Emre – Malımız mülkümüz ne kadar çok olursa, muhitimiz ve insanlık bizden o kadar istifâde eder. Fakat ona tapmamak şartiyle. Tapmak, sevmektir. Parayı, altını Allah’tan fazla seviyorsak, onlar bizim düşmanımız olur ve bizi Allah yolundan geri kor. İşte Peygamberimiz: (Malınız, çocuklarınız, karı veya kocalarınız, sizin için düşmandır!) derken, bu sözü, mallarını, evlâtlarını Allah’tan fazla sevenlere veyâ sevecek olanlara söylemiştir. Peygamberimizin sözleri iyi anlaşılmalıdır, onlar üzerinde iyice düşünmeliyiz. Burada (Malınız mülkünüz sizin düşmanınız!) diyor da öbür tarafta niçin (Mal mülk, para kazanan, Allah’ın dostudur!) diyor? Düşünmezsek, bu sözlerin altında kalır, onlardan istifâde edemeyiz. Şey gibi: Su her şeye hayat verdiği hâlde, yüzme bilmeden, içine körükörüne atılırsak, boğuluruz. Aynen böyle, Peygamberimizin kelâm denizinde de yüzmesini bilmeli.

Parayı, altını Allah’tan fazla sevenler, zevkî ebedîden mahrum kalırlar. Nene, Kıbrıs radyosunda bir temsil dinlemiş; Kendisi mi istiyor, nasıl oluyorsa, adamın birinin her tuttuğu şey altın oluyor, önceleri bu hoşuna gidiyor ama, sonra bakıyor ki, iş fenâ… Çünkü altın, gerçi dünyânın ayarını temin ediyor ama, sapan demiri yapsan, toprağı süremezsin; çivi yapsan bir yere çakamazsın.

Adam bir gün, bir gaflet ânında, çocuğunu, sevmek için kucağına alınca, çocuk altın bir heykel haline geliyor. Ama son derece müteessir oluyor. Artık yaşama zevkini kaybediyor. Sonra, efendisine yalvarıyor. Efendisi, çocuğu âbıhayatla yıkıyor, çocuk eski hâline geliyor. Ne güzel bir temsil!

Abıhayat, kâmil bir insanın sözleridir. İnsan, mâddi hayatın ölülüğünden, ancak onun sözlerini dinliyerek kurtulur.

Hakikat sözleri böyledir; Misli, misâli yoktur. Onun için herkes, bu rumuzlu sözleri kendi ilmine, hâline göre anlar. Meselâ (Kıyamet kopmadan evvel, güneş, mağripten doğacak.) diyorlar. Bu mümkün mü? Hz. Muhammed, Avrupalıların Müslüman olacaklarını bildiği için böyle söylemiştir. Maddî ilim güneşi zaten Avrupa’dan doğdu; şimdi de mânevî güneş oradan doğacak. Hakikaten, buna lâyık insanlar.
Maddî ilim inkâr edilmez; fakat bu ilmin fevkinde bir (hâl) bir başka ilim vardır. Ne kadar âlim olursak olalım, ölümün karşısında bütün ilimler duruyor. Doktorlar, kendilerini kurtarabiliyorlar mı? İnsan vücuduna akıl yetmez. Allah’ın sarayıdır, nurdandır. Küre’deki her şey onda mevcuttur. Allah, o sarayı kendisi için yapmıştır. İçinden çıkınca kimseye bırakmaz, darmadağın eder. Doktor, yâni tıb, yâni akıl, onun ancak ölüsünü görüyor. Daha ilerisini görse, sır bozulur. Görenler de kendi akıllarıyla göremezler.

S. – Sır bozulursa ne olur?

Emre – Kendi de bozulur. Göremediğimiz, kendi varlığımızdan geçemediğimizden.
İnsan hayatı bir yürüyüştür. Fakat kıçın kıçın bir yürüyüştür; yüzümüz geçtiğimiz yollara, arkamız da gideceğimiz yere dönük olarak. Bu yolun geri dönüşü yoktur. 33 yaşındaki adam, 34 yaşa doğru gidemez.

Zaman geliyor ki insan, ihtiyarlayınca mâziyi unutuyor. İleriyi zâten göremez, bilemez. Bu iki yokluk arasında bir (Varlık) var. Bunu göremediğimiz, hep kıçın kıçın yürüdüğümüzden. Görememek ne zor şey… Nereye, kime gidiyoruz böyle? Ya arkamızda bir kuyu varsa?

Yazıcıoğlu: (Bu sırrı, dön namazını kılanlar bilir.) diyor. Nasıl anlatsın? Başka türlü nasıl söylesin? Dönenler, hakikaten, nereye, kime gittiklerini biliyor, görüyorlar.

Kur’ân, hakikati bilmeyenlere hayvan, görmiyenlere kör diyor. Bizim buna canımız sıkılıyor ama, bu sözler bir lûtuftur bizim için. Çünki bizi gaflet uykusundan uyandırıyor.

Bilen, bildirmek istiyor ama, bu hâlin lisânı yok. Tek çâre şu: Bilmek isteyen, bilen gibi olacak. Ama, (Nedir bu hâl?) diye düşünene ve arayana yardım eder.

Eskilerin derdi başı zikirmiş. Bu hâli anlamak istiyenin eline verirler bir tespih, çeksin çekebildiği kadar. Halbuki zikir, müzakere, böyle oturup konuşmaktır. Akıl, konuşmakla yürür.

Aklımız bu işe takıldı diye, işimizi gücümüzü bırakmayacağız. Emin olun, bu yola vicdânlarının ayaklarıyla girenler, işlerini eskisinden daha iyi yaparlar.

Birçok kimseler, bu sözleri şeriata muhalif gibi görüyorlar. Halbuki asıl şeriat budur.

Büyük mutasavvıflardan Mısrî Niyazi de bu hatâya düşmüş vaktiyle:

Niyazî, Mısırda âlimlerin başıymış. İşitiyor ki Antalya’nın Elmalı kazasında Ümmî Sinan isminde biri çıkmış; hareketleri şeriata muhalifmiş, onu doğru yola getirmek için Mısır’dan kalkıyor Elmalı’ya geliyor. Arıyor. Ümmî Sinan’ı ve arkadaşlarını eski bir câmide buluyor. Bakıyor ki hepsi de hâl-i istiğrâkta, kendilerinden geçmişler. Bekliyor, ikindi zamanı geliyor, ezan okunuyor. Fakat bunlarda gine bir hareket yok. (Dedikleri gibi, bunlar hakikaten zındıkmışlar!) diyor. (Bunları yola getirmek için evvelâ va’z edeyim, buna rağmen yola gelmezlerse, şeriatın emirlerini tatbik eder, bunları katlederiz.) diyor.

Namazdan sonra Mısrî Niyazî va’z kürsüsüne çıkıyor. Ümmî Sinan buna bir nazar ediyor, Niyazî, o zamana kadar öğrendiği bilgilerin hepsini unutuyor. Besmelenin fazîleti hakkında saatlerce söz söyleyen Niyazî, hık! mık! diyor, hiçbir şey söyleyemiyor. Terlemeğe başlıyor. Cemaat, Mısır’dan gelen büyük âlim ne söyleyecek diye bekliyor. Niyazî’den ne ses çıkıyor, ne sedâ… Neden sonra anlıyor ki bu hâl, kendisini te’dip etmek için geldiği Ümmî Sinan’dan geldi, o zaman içinden ona yalvarmaya başlıyor: (Aman beni bu cemaatin huzurunda mahcup etme.) diyor. Böyle der demez, başlıyor bülbül gibi konuşmaya. Bir müddet sonra aklı bozuluyor: (Yok canım, hiç böyle şey olur mu? Herhalde bir unutkanlık gelmişti; o adam benim bütün ilmimi nasıl bir anda yok edebilir?) diye düşünürken, bütün bildikleri bir anda yine aklından siliniyor. Bu seferki sıkıntısı biraz uzun sürüyor. Artık iyice anlıyor ki bu oyun ondan geliyor. Gine yalvarıyor; yalvarınca hafızası çalışmaya başlıyor.

Va’zı bitirdikten sonra, doğruca Ümmî Sinan’ın yanına gidiyor, elini öpüp dehâlet ediyor. Kendisini de müritleri arasına alması için rica ediyor. Sonra Mısır’dan beraber geldikleri arkadaşlarına dönerek: (Arkadaşlar, ben artık bu kapının kulu oldum; isterseniz benimle kalır, istemezseniz döner, gidersiniz.) diyor. Arkadaşları: ( Aman Üstad, nasıl olur? Sizin gibi âlim bir insan böyle şeriata aykırı hareket eden bir adama tâbî olur mu?) diyorlarsa da sözlerinin kâr etmediğini görünce mecbûren ayrılıyorlar.

Mısrî Niyazî, o günden sonra Ümmî Sinan’ın yanında kalıyor. Tekkede herkesin bir vazifesi olduğu halde, Niyazî boş geziyor. Bundan sıkılıp Efendisinden bir vazife rica ediyor. Ümmî Sinan: (Ben bu işleri bilmem. Meydancı bilir, ona sor; varsa, sana bir iş versin.) diyor. Aynı ricayı meydancıya da tekrarlıyor. Meydancı: (Vallahî size göre münasip bir vazifemiz yok. Bir iş var, onu da size lâyık görmeyiz.) diyor. (Nedir o vazife?) (Geçenlerde, helâları temizleyen derviş vefat etti; o iş açılmıştı. Fakat size lâyık olmadığından, başka bir dervişe ilâve olarak verdik.) Niyazi: (Ben o vazifeyi memnuniyetle kabûl ederim.) deyince, Meydancı (Peki.) diyor ve kovaları Mısrî Niyazî’ye teslim ediyor. Başlıyor Mısrî Niyazî helâları temizlemeğe.

Epey bir zaman bu işi yaptıktan sonra, nefsi yine iğvâya başlıyor: (Sen bu kadar ilminle geldin, şu apdessiz, namazsız adamın emrinde helâları temizliyorsun! Yazıklar olsun sana…) Hattâ Niyazî içinden Ümmî Sinan’a söğüp sayıyor da. Fakat birdenbire aklı başına geliyor: (Ben nasıl oldu da, bir nazarıyla benim, bütün ilmimi silip süpüren bu zât hakkında böyle düşünebiliyorum. Ben ne nankör bir insanım… Bu suçumu, ancak helâları sakalımla temizleyerek affettirebilirim.) diyerek hakikaten sakalını pis taşlara sürmek üzereyken, bir el kendisini tutup kaldırıyor. Bakıyor ki Ümmî Sinan, hemen ağlayarak ellerine kapanıyor. Ümmî Sinan: (Niyetin kâfi; öyle yapmak istemez. Bunlar hep geçici hâllerdir.) diyerek Niyazî’yi seviyor, okşuyor.

Niyazî sonra çok büyük bir adam oluyor. Çok güzel bir divânı var. Bizim rahmetli Celâl Efendi anlatırdı; Ceyhan’da bir müddei-umûmi, Niyazi divanına (fukara tefsîri ) dermiş.

Şimdi tasavvufun en serbest zamanıdır. Bunu da Kanun-u Medenî, dolayısıyla Gazi yapmıştır. Ona hakikaten minnetâr olmalıyız.

S. – Bu hâl, bu sözler çok hoş!

Emre – Söyleyen biz değiliz. Söyleyen de, dinleyen de kendi. Biz de ölür, kor gideriz; fakat söyleyen, ebediyen bâkidir.

12.04.1957 de yapılan bir konuşmadan notlar:

Emre – Akıl, aslını bulmadan daima şüphededir. (Bu sırada bükük durmaktan ağrımış ayaklarını uzattı. Elleriyle dizini ovuşturup romatizmasını anlatmak isteyerek) Beni affedersiniz değil mi?

Sefer Öder – Estağfurullah. Bizim bakacak yerimiz var.

Emre – Nazar değişince yüzle ayağın ne farkı var? Ahbaplık artınca âdâp kalkar. Âdap varsa, ahbaplık yoktur. Tabii, âdabın da, ahbaplığın da bir hududu var. Yerine göre ikisi de lâzım.

Bir gün Hz. Muhammed’e misafirler geliyor. Konuşuyorlar, sevişiyorlar. Onlar, Hz. Muhammed’e tamamıyla inanınca, Peygamberimiz yatıp yuvarlanıyor. Misafir gittikten sonra mecliste olanlar: (Ayıp olmadı mı bu iş?) diyorlar. Hz.Muhammed: (Hayır, ahbaplık artınca âdâp kalkar) diyor.

S. – Akıl olmadan olmuyor.

Emre – Bu âlemde akıl, ilim, irade geçmez; burada ancak teslimiyet geçer.

Hz.Muhammed, Allah’a Cebrâîl ile gitti ama, bir yere kadar, (Sidretülmüntehâ)dan öteye gidemedi. Hz.Muhammed de oradan öteye aşkla gitti, Allah’ta fâni olduktan sonra âlemi farka gelince yine Cebrâîl’le arkadaş oldular. Cebrâîl, Hz.Muhammed’in aklı idi. Akıl orada iş göremez. Orada aşk lâzım, burada akıl.
Bu iş, hesapnan kitapnan olmaz. İnsan, hesabı kitabı Dostunun akliyle yapabilirse kurtulur. Kendi hesabımızı unutmamız lâzımdır. Fakat Allah’ta fâni oluncaya kadar hesap kitap, yâni tefekkür lâzım. Fâni olduktan sonra tefekkür de küfür olur.

S. – Tefekkür (arefe)ye kadar, değil mi efendim?

Emre – Hıh! Arefe olduktan sonra Hakikat bayramı başlar; bitmez tükenmez bayramlar…

(Suphi Kükürt, aşkla titreyen güzel sesiyle bir doğuş okudu. Doğuş’un son mısraı (Ben! deme; düşenğ şirke ) idi. Emre sordu:

—Şirk ne demek?

—Ortaklık.

Emre – Bu da fenâ değilmiş. Allah nesi var, nesi yoksa, hepsini kullarına
vermiş. İrfâniyetini, aşkını, benliğini, her şeyini. Her şeyinde kullarıyla ortak. Şeytanın şirki de hoş. İnsan ondan da zevk alıyor ama, geri çekildikten sonra.

S. –Bize Emreci diyorlar.

Emre – Böyle şeyleri dinleme. Biz Emreci değil, Allahçıyız. Yarın, öbür gün Emre ölecek; o vakıt biz ortada mı kalacağız? Hayır, biz fâni olan bağlara bağlanmayız; biz Allahçıyız.

Kimseyle mücadele etmemeli. Mücadele bir ateştir, yakar. Soran olursa söyleriz, söyleyen olursa dinleriz. Ben filâncı-yım demek de bir benliktir.

Bize taş atanlar, attıkları taşla gıda almak istiyorlar. Taş attıkları ağaçtan düşürecekleri meyva, onların gıdası olacaktır. Biz onları çok severiz.

Ne kadar zor şeymiş ki, akıl, yok olmak lâzım gelirken, büyümek ister, kemâlât ister. Böyle yaratılmış.

Kıymetli şeylerin sandığı, kasası kalın olur. Bu ilmin kalın kasası da kin, kibir, benlik, arzu emel demirlerinden yapılmıştır. O kıymetli mücevher, benlik kasasının içindedir.

Birgün Şıblî ile Mansur otururlarken, padişahın bir adamı geliyor. (Saraydan emir var; hastaya nefes etmek için sizin tekkeden bir şeyh istiyorlar.) diyor. (Peki.) deyip tekkedeki adamlardan birini gönderiyorlar. Bunun üzerine Şiblî, Mansur’a: (Eğer derviş isteselerdi, ya sen gidecektin, ya ben. Bereket versin ki şeyh istediler) diyor.

24.12 1957 de yapılmış bir konuşmadan notlar:

S. – Mevlânâ: (Virâneler boş değildir.) diyor.

Emre – İnsan Allah’ı düşünmeğe başlayınca, aklında ne dünya, ne ahret, ne ârzu, ne emel kalır. Gönlündeki gurur sarayları yıkılır; böyle bir gönül virâne demektir. Allah böyle gönüllerde bulunur.

S. – İnsanlar nelerine gururlanırlar acaba?

Emre – Kimisi malına, kimisi ilmine. Halbuki bütün ilimlerin sahibi Hz.Muhammed Allah’a (Biz seni lâyıkiyle bilemedik) diyerek aczini ilân ediyor.

Asıl irfâniyet, insanın noksanını bilmesidir. İlimlerin başı da, sonu da aciz ilmidir; insan , bilmediğini anlar, aczini idrâk ederse kurtulur.

Sokrat’a: (Senin bilmediğin bir şey var mı?) diyorlar. Sokrat bir yaprak alıyor. (Benim bildiğim bu yaprak kadardır. Bilmediklerim ise şu yaprakları göğe kadar dizseler yine kâfi gelmez…) diyor.

En büyük ilim, insanın, nerden gelip nereye gittiğini düşünmesi ve geldiği yeri bulup, hayattayken orada fâni olmasıdır. Zâten nasıl olsa bir yokluğa doğru gidiyoruz.

S.- Dünyâda ne kadar büyük işler yaparsan yap, mürşidi kâmili bulamazsan, faydasız… Öyle değil mi?

Emre – Hz. Muhammed de öyle söylüyor. (Lev lelmürebbî mâ âreftü Rabbî = Mürebbîm olmasaydı, Rabbimi bilemezdim!) diyor.

Siz de mektebin mürebbîsi, mürşidisiniz. Sizi sevmeyen okuyamaz, siz de onu okutamazsınız. Siz de onu sevmezseniz, okutamazsınız. İş, sevgiye dayanır.

İşte geldik, işte gidiyoruz! Dünyâlar kadar malın olsa, sen de dünyânın en güzeli olsan yine hiç. Mâdemki emanet… Bu hiçlerin içinde hiç olmayan bir varlık var ki, onu bulabilirsen tamam. Ona sensiz karışabilirsen tamam.

Ölü olduğunu bilip dirilmek isteyenlerin yardımcısı Allah’tır. Bir karış gelene o, bir arşın karşı çıkıyor. Velhâsıl, oranın aşktan başka bir yolu yok.

S. – Ama aşkın hepsini size vermiş…

Emre – Ben de size veriyorum.

S. – Daha çok istiyoruz.

Emre – Bol bol veriyorum. Ama, alanındır.

Duran Emmi – (Emre)! kudret senindir, lâyıka eyle ihsân.

Emre – Sus!

Duran Emmi – Hep!

Zapteden: Şevket Kutkan


EMRE’den Nükteler, Vecizeler, İrticali Cevaplar:

*S. – Siz Âlevî misiniz?

*Emre – Biz Âlevî değil, İlâhiyiz.

*Emre – İnsan ağlayarak doğduğundan, her hâli şikâyettir. Söğmek de bir şikâyettir.

*Emre – Ağlamak = ağılamak; nefsin ağısı, zehiri hakikaten gözyaşıdır.

*Emre – İlmin nihayeti zevktir. Kendimizi bilmek suretiyle öğreneceğimiz ilim bizi bu zevka getirir. Cezbe ve aşk bile kayıttır. Hiçbir kaydımız yok; fakat hiçbir kayıttan da geçmeyiz. Her tarikat bizim; fakat bir adımlık bile yolumuz, tarikatımız kalmadı.

*S. – Aşk kayıt mıdır?

*Emre – Aşkın sözü ile uğraşılıyorsa, hâli tecellî etmiyorsa, kayıt.

*S. – Yazılması lâzımdı da onun için sordum.

*Emre – Nokta olmayan, ilimleri nokta hâline getiremez; cümle olmayan, cümle göremez.

Dünyâ siyasetiyle mânevî saâdet bir arada yaşayamaz. Onun için, bizim kat’iyyen din, millet tefrikimiz yoktur. Her din, her meşrep bizimdir. Onları oldukları gibi kabûl ederiz. Değiştirmek kudretine mâlik olsak bile, değiştirmeyiz. Ne yaparsak, Allah’ın yapmış olduğu gibi yapmaya çalışırız. Her uzuv, yerli yerinde güzeldir. Gözü çeneye getirsek, gene görür ama, biçim bozulur.

(Ama, mezâhir âleminde siyaset de lâzımdır, her şey de. Hz.Muhammed, her şeyi yerli yerinde kullanmıştır.)

Emre – Hafız!

— Efendim.

— Değneğini ne yaptın?

—Elimden aldılar. Kimin aldığını bilmiyorum.

— Bak, ben gözlüğümü cebimde taşıyorum; sen değneğini niçin cebine koymuyorsun?


Nasreddin Hoca Fıkralarının Tasavvufî Îzâhı

Geç Yiğidim, Geç!

Nasreddin Hoca, bir gün bir kabristandan geçerken, karşısına iri bir köpek çıkıyor. Köpek, hırlayarak Hoca’ya hücum edince, Hoca, ona (Geç yiğidim, Geç!) diyor.

EMRE’NİN Tefsîri:

Nasreddin Hoca’nın kabristanı bu dünyadır. İki insan karşı karşıya gelip dursalar, bir mezar şekli çıkmaz mı? Kur’ân, hakikati anlamamış olanlar için (Ölü) tâbirini kullanıyor. Bu dünyâ, canlı ölülerin kabristanıdır. Nasreddin Hoca’nın hayat yolu bu dünyâ kabristanından geçerken, karşısına geçimsiz bir adam çıkıyor. Hoca, bu adamın ahlâkını köpek tabiatına benzetmiş. Ona uysa kendinin de ondan bir farkı kalmayacak; onun için ona: (Geç yiğidim, geç!) diyor.

Ölü insanların ahlâkları da ölüdür, ölü nasıl kokarsa, ahlâkı temizlenmemiş insanın da ahlâkı kokar. Bu kokuyu da ancak diriler alabilir. Köpeğin ürümesi, o insanın ahlâkının kokmasına işarettir. Bu fena kokuyu alınca hemen orayı bırakıp başka yerden geçmeli; mücadele etmemeli.

Nasreddin Hoca da öyle yapmıştır.