İÇ KAYNAK DERGİSİ | Sayı: 14
EMRE’nin Konuşmaları: 14
4.05.1957 de yapılmış bir konuşmadan zaptedilebilen notlar:
S. – Kur’ân’da, bir miskal ağırlığında hayır veya şer işleyenler karşılığını göreceklerdir, deniliyor. Bunları nasıl tartacaklar?
Emre – Herkesin mîzanı kendi vicdânında. Sen yaptığın bir kötülüğü unutabilir misin? Allah’ın deftere, mîzana, kâtibe ihtiyacı yoktur.
(Burada okuyucularımıza konuşma ile ilgili şu doğuşu takdim ediyoruz):
Uykudan uyanmak, gözünen değil,
Kuşdili öğrenmek, sözünen değil;
Secde-i Rahmânı nerde buyurmuş,
Bilip görmek lâzım, dizinen değil.
Bütün mahlûk eder söze itaat,
Bilir, bilmez eder o emre dikkat;
Her taraftan gider yerli yerine,
(Sırat) dedikleri köprü; (Doğru Hat).
Lisân-ı hâl ile târif eden var:
Kıl gibi değildir, geniş; değil dar;
Görüp seyredene tatlı seyrangâh,
Her yanı gülistan, öten bülbül var.
Sıkıntılı olmaz Sırâtı müstâkîm.
Güle güle geçer nefsine hâkim;
Kur’ânda bulunmaz hiç böyle târif,
Bu sırrı bilenler geçiyor salim.
Mevlâ bakkal değil, neyler terazi?
Günâh ile tartmaz, bilirsek, bizi;
Köprüsüz, Mizansız bizi muhittir,
Tasavvuftan tâkip edelim izi.
Neler koymuşlardır gün gibi dine…
Cehil karışır mı (Din-i Mübîn)e ?
Mevlâ’nın kâtibe ihtiyacı yok,
(Emre) doğru söyler, taşlarlar yine.
Kalblerde duruyor Kâtiple Kalem,
Bâzı ferah yazar, bâzı da elem;
Kuluna bildirir Mevlâ her dâim,
(Dört Kitap)tan bize der (Mâ lemyâ’lem).
Ey gönül bilmeğe, sen var da çalış,
Ağzından çıkıyor, kulak bir karış;
Küs müsün Mevlâya? Gözünü aç, bak,
Benliği terkeyle, yaklaş da barış.
Kul (Yâ Allah) derse, O söyler (Lebbeyk!)
Onun ile dolu kan ile ilik;
Başı yükseltmeğe neler vermiştir;
Üç yüz altmış parça dizili kemik.
Ayağı yerde de, başı semâya,
Bil de teslim eyle gönlü Mevlâ’ya;
Sen bir katrasın, at, kurtul azaptan,
Ruhun bir damladır, yetiş (Derya)ya.
Eğer aklın erse, edersin çok âh,
Âh etsen, dökülür sendeki günâh;
(Sizi bana satın!) demiş Kur’ânda,
(Emre)! İşittiysen, Hazreti Allah.
4.01.1952
Emre – Tasavvuf, çok putlarımızı kırar, bizi birçok kayıtlardan kurtarır. İnsanı hayranlığa düşürür. Aklı Allah’a karıştırır. Zâten Allah neye karışık değil ki… Her şeyi muhit. Ben hiçbir tarafıma benim! diyemedim. Biz neler çektik… Şimdi Allah sizlere lütfediyor.
S. – Birçok tasavvuf kitaplarında, bir mürşide el uzatmadıkça, evvelin de harap, âhirin de, deniliyor.
Emre – Dinîmizin bânisi de böyle söylüyor. (Lev lelmürebbî mâareftû Rabbî = Mürebbîm olmasaydı Rabbimi bilemezdim!) diyor.
S. – Mükemmel bir insan için şart nedir?
Emre – Doğruluk.
S. – Pêki, bir insan doğruysa, Allah’a da inanıyorsa, ne lüzum var mürşîde?
Emre – İnanmadan inanmaya çok fark var. (Eşhedü en lâ ilâhe illâllah)ı Türkçe’ye çevirmek mümkün mü?
S. – Mümkün.
Emre – Ne demek bu “eşhedû” ?
S. – Şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur.
Emre – Şehâdet nasıl olur?
S. – Görmekle.
Emre – İşte îmân budur. Gözüyle görmeyen, kalbîyle inanamaz. Mâdemki görmek mümkün imiş, öyleyse, bugünün işini yarına niye bırakayım? Ya ömrüm yarın bitiyorsa?
S. – Mürşîtten kastınız islâm dinini iyi bilen kimse mi?
Emre – İyi bilen ama… medrese ilmiyle bilen değil. Mısrî Niyazî bu meseleyi güzel anlatır:
Dermân arardım derdime, derdim bana dermân imiş,
Burhan arardım aslıma, aslım bana burhan imiş.
Sağ ve solum gözler idim (Dost) yüzünü görsem deyu,
Ben taşrada arar idim, Ol can içinde can imiş.
Öyle sanırdım: Ayrıyım, Dost gayridir, ben gayriyim,
Benden görüp işiteni bildim ki ol Cânan imiş.
Savm-u salât-ü hac ile sanma biter zâhit! İşin,
İnsânı kâmil olmağa, lâzım olan irfân imiş.
Kanden gelir yolun senin, ya kande varır menzilin?
Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvan imiş.
Mürşîd gerektir bildire Hakkı sana (Hakkelyakîn),
Mürşîdi olmayanların bildikleri gümân imiş.
Her mürşîde dil verme kim, yolunu sarpa uğratır,
Mürşîdi Kâmil olanın, yolu gayet âsân imiş.
Anla: Hemen bir sözdürür yokuş değil, dümdüzdürür,
Âlem kamu bir (yüz) dürür, gören ânı hâyran imiş.
İşit (Niyazî)nin sözün, bir nesne örtmez Hak yüzün,
Haktan âyân bir nesne yok, gözsüzlere pihhân imiş.
Emre – Bir (Yüz) varmış ki onu gören hayrân olurmuş. Peki, biz o (Yüz)ü niçin görmedik. Sebebini Niyazî söylüyor: “Gözsüzlere pinhân imiş,” diyor. Kur’ânda da bir âyet varmış ya: (Burada kör olan âhirette de kördür!) diye.
S. – Hazreti Peygamber mescitte otururken, bir bedevî gelmiş. Müslümanlığın ne olduğunu, ne yapmak icap ettiğini sormuş. Peygamberimiz ona farzlardan, sünnetlerden bahsetmiş. Adam demiş ki: “Ben farzları yaparım, sünnetleri yapmam.” Bunun üzerine Hz.Muhammed eshabına dönerek:
—Eğer sözünde sâdık ise, işte size cennetlik bir adam, demiş.
Emre – Farz yalnız namaz mı? Kur’ân’ın sözleri, emirleri farz değil mi?
S. – Farz.
Emre – Kur’ânda (nefsinizi öldürün!) diye bir emir var; bunu niye yapmıyoruz?
S. – Farzları yapanın mürşîde ihtiyacı kalır mı?
Emre – Kalır.
S. – (İlim bir noktadır.) sözündeki mânâ nedir?
Emre – Bu sözün söylendiği devirde din ilminden başka bir ilim yoktu. Bu sözdeki ilim din ilmi, nokta da, din ilmine ait bir noktadır.
Dinî, Allah’a giden bir yol olarak tasavvur edelim. Allah da bir nokta olsun. Noktaya varınca yol kalır mı? Kur’ânda da bunu anlatmak için: (Va, bûd Rabbeke hattâ ye’tiyekelyakîn = Rabbini şeksiz şüphesiz tanıyıncaya kadar ona ibâdet et!) denilmiştir. Sultanın yanına varan, her şeyi unutur, sadece, hayranlıkla onun yüzüne, gözüne bakar. Nokta, Sultanın gözü, gözbebeğidir. En büyük ilim de budur.
Ama bu birdenbire olmaz. Bâzıları taklid olarak bunu birdenbire yaparlar, zındık olurlar. Bu yol muhâtaralıdır. Herkesi kendi vicdânıyla baş başa bırakalım.
İnsan, vicdân lâmbasını yakıp aklını ısıtmadan Allah’ı göremez. İnsanın kalbi hem Allah’ın, hem de Şeytanın evidir. Vicdân lâmbası yanınca, Şeytanın gözü kamaşır, kaçar.
Şu elektrik ışığı toprakta gizli idi. Bunu âlimler çıkardı. Bu toprakta daha çok şeyler gizli… Hele şu insan vücudunun toprağında neler var… Atomu bulanlar, faydalı işler yanında atom bombasiyle cinâyetler işlediler. Ama bu vücudu bilen insan, daima bizim iyiliğimiz için çalışır.
S. – Ahmedî Rufâî, “Bir insan havada da uçsa, şer’i şerîfe mutâbık değilse, ondan sakının!” diyor.
Emre – Nedir şer’i şerîf?
S. – İlmen İslâmın ve îmânın şartları var.
Emre – Bak, Yunus Emre ne diyor:
Biz tâlibi ilimleriz, âşk kitabın okuruz,
Çalap müderris bize, âşık medresesidir.
Yetmiş iki millete bir göz ile bakmıyan,
Halka müderris olsa, hakikatte âsidir.
Şeriatın sözünü şer’ ile dinle ey yâr:
Şeriat bir gemidir, (Hakikat), deryasıdır.
Ol gemi dâiresi ne kadar muhkem olsa,
Deryada mevc olunca, kırıp ufadasıdır.
Bundan içeri haber dinlegil benden ey yâr:
Hakikatin kâfiri, şer’in evliyasıdır.
Emre – Bir başka yerde de:
Aşk imamdır bize, gönül cemâat,
Dost yüzü kıbledir, dâimî salât.
Can secdeye vardı Dost mihrâbına,
Yüz yere vuruban eder münâcat.
Beş vakit namazımız bir vakta geldi,
Beş bölük oluban kim kıla tâat?
Yârenler bize der ki: (Şartı bırakma!),
Şart şol kişiye ki ola hiyânet.
Doğruluk beklemek Dost eşiğinde,
Gümansızdır âna ilahî devlet.
Kimsenin dinîne hilâf demeyiz,
Din tamam olunca doğar muhabbet.
Biz Dostu görünce şirk yağmalandı,
Onunçün kapıda kaldı şeriat.
Yunus öyle esirdir ol eşikte,
Diyeler: Kurtulmasın ezel, ebed!
diyor. Yâni şart ve ceza suçlular içindir, hâinler içindir, diyor. Ne kadar acı bir söz. Fakat kim söylüyor? Yunus Emre gibi, Allah’ta fânî olmuş bir insan söylüyor. Umûmî bir söz değil. Namaz, oruç vs. mutlaka lâzımdır. Fakat çok defa zannedildiği gibi, şeriat, yalnız namaz ve oruçtan ibaret değildir. Yunuslar, Mevlânâlar, bunu anlatmak için böyle sözler söylemişler; acaba bu sözleri okuyanlar, (bunlar neden böyle söylemişler?) deyip tefekkür ederler mi diye.
(Bu sırada Emre’nin hanımı geldi, pencereleri açtırdı. Oda çok sıcak olmuştu. Rahat ettik, derin bir nefes aldık. Bunun üzerine Emre şu fıkrayı anlattı):
Emre – Karatepe köyünün halkı biraz safça olur. Bunlardan bir kısmı, hep berâber şehre gelmişler. Köşgerler çarşısından geçerken, dükkândaki kırmızı çizmeler hoşlarına gitmiş, birer tane çizme almışlar. Köylerine dönerken, yolda yorulup ırmak kenarına oturmuşlar, ayaklarını da sarkıtmışlar, kırmızı çizmelerini zevkle seyrediyorlarmış. İçlerinden birisi: Eyvâh! demiş. Hepsi birden; ne oldu? demişler. Adamcağız: (Ayaklarımız hep birbirine karıştı; biz şimdi ayaklarımızı nasıl bulacağız?) demiş. Almış hepsini bir düşünce; Vay! Ne yapacağız şimdi?
Bunlar böyle konuşurken, bir çoban onları dinlermiş. Karatepelilere elindeki değnekle yanaşıyor: (Kalkın bakayım sizi gidi bilmem neler…) diye ayaklarına ayaklarına birkaç değnek vurunca, ayağını toplıyan kalkmış, fırlamış. Herkes ayağına sahip olunca: (Vay! Allah senden râzı olsun, sen olmasan ayaklarımızı bulamayacaktık.) diye çobana duâ etmişler. Bizim hanım da olmasaydı, kendimize gelemeyecektik.
S. – Bir doğuşta (Her ânın arkası, bil, bir ahiret) diye bir mısrâ var, ne demek bu?
Emre – Bir an sonra sağ kalacağımız belli mi? Her ânın arkası bizim için bir ahret olabilir. Onun için işimizi bir ân evvel bitirelim. Allah’a burada canımızı verelim, cebrî ölmeyelim, diyor doğuş. Cebrî ölümle ölürsek, Azrail canımızı çok fena bir şekilde alır.
5.05. 1957 de yapılmış bir konuşmadan notlar:
Emre – Her insanın içinde bir (insanlık) vardır ama, bâzen çok derindedir. Onunla uğraşacak olsan, öbürlerine zulmetmiş olursun. Onun için en yakınına, yâni âşıka hizmet etmeğe mecbursun. Zekâtın verilmesi de evvelâ en yakına değil mi? Mâneviyat ilim zekâtı da akıl yakınına verilir. Kim çok emiyorsa ona vereceksin. Asıl akrabalık, akıl, sevgi, mâneviyat akrabalığıdır.
Kemâlât hizmetçiliktir, ama çok tatlı bir hizmetçiliktir. Kemâlât, büyüklük değildir.
Şu gördüğümüz vücudun içi, nâmütenâhi hayat dolu. Bunların, bizim gibi, ağızları var, kulakları var, gıdaya ihtiyaçları var. Bunlara gıdayı ağzımız verir. Çiğnediği, yediği gıdalardan ağzımızın hissesine milyonda biri bile düşmez. Ağız, diğer uzuvlarımızın hizmetçisidir; fakat tadı da ancak kendisi alır.
Bu hizmet o kadar tatlı bir şeydir ki… Ama onlar, bu hizmeti, halkın kusurunu, kabahatini görmeden, mezhep, meşrep tefrîk etmeden yaparlar. Buna rağmen ona kâfir! derler, zındık! derler, hoş görür. Kendi nefsini tepeleyen insan, halkın kötü sözlerini bülbül sesi dinler gibi, zevkle dinler. Nefsi öldürebilmek de kolay bir iş değildir. İnsan Hz. Ali gibi olabilmeli ki nefse diz çöktürsün. Rumuzlu olarak (Hz. Ali evvelâ Kan Kalesini fethetti!) derler. Kan Kalesi, bu vücuttur, içi kan dolu değil mi? Yâni Hz.Ali nefsinin kalesini fethetmiş. İşte böyle nefsini ıslah edip o Büyük Varlığın deryasına garkolanlar, herkesin iyiliğini isterler. Biz de, elimizden gelmezse, hiç olmazsa dilimizle, o da mümkün değilse, gönlümüzle herkesin iyiliğini istemeliyiz. Önce birbirimizi, sonra da bütün insanları sevmeliyiz.
İlk iş, sevgidir. Hem kabahat yapmayalım, hem de kabahat görmeyelim. Her kabâhatin başı, yalandır. Yalan söylemeyen zâlim değildir. Lânet de din gününe kadardır. Demek ki suçlarını itiraf edenler için af imkânı her vakit mevcut. Din günü, itiraf ve aczi bilme günü.
İbâdetin ve irfâniyetin başı iki dünyayı terk etmektir. Terk etmenin mânâsı da mağlüb olmamaktır. Benlik de bir dünyadır. Buna sahip çıkan zâlimdir. Kâfir de hakikati görmeyen kimsedir.
Onun için göreceksek, başkalarının değil, kendi kabahatlerimizi görelim.
S. – Keramet için ne düşünürsünüz?
Emre – Hazreti Muhammed, keramet istiyenlere Kur’ân’ı gösterirdi.
Bu mâneviyat yolunda yürüyenlerden bâzılarında bu hâl tecellî eder. Bu hâli sevip tekrar edenler, ileriye gidemezler, orada kalırlar. Kerameti görenler de hapı yutarlar; çünkü onlar da öyle şey yapmak isterler, gayeyi unuturlar. Halbuki gaye, yok olmaktır. Onlarsa daha beter benlik ve gurur bataklığına batarlar.
Birkaç defa anlattık, bir defa daha anlatalım: Birgün, Hz.Muhammed ile Hz. Ali otururlarken, bir kadın, yakasından tutup getirdiği bir adamı Hz.Muhammed’e şikâyet ediyor:
—Efendim, bu adam benim yoğurdumu yedi.
—İki şâhidin var mı?
—Hayır.
—Öyleyse bir şey yapamayız.
Kadın me’yus olarak gidiyor. Ali, dayanamıyor:
—Yâ Muhammed, ben yoğurdu adamın karnında gördüm. Nasıl oldu bu iş?
—Yâ Ali, ben, adamı yoğurdu yerken de gördüm, onunla berâberdim ama adalet binasını keramet temeli üzerine kuramayız ki. Bizden sonra gelecek kadılar, hâkimler de senin, benim gibi, yoğurdu suçlunun karnında görebilecek mi? Onlar hüküm verebilmek için iki şâhide muhtaçtırlar. Biz, bu cemiyetin üstünde değil, içinde yaşıyoruz.
Keramet gösterenler, beşeriyete ne iyilik yapabilmişler? Bilâkis insanları tuzağa düşürmüşler, onları yollarından alıkoymuşlar. Buna keramet değil, kerahet derler. Evliyanın en büyük kerameti, bizi kucaklayıp bu mezdeleden kurtarmasındadır.
Ben küçükken, bâzı Çingeneler keramet gösterirlerdi. Kumrulu köyünde sakallı bir Çingene elinde bir def, arkadaşıyla beraber dolaşırlarken, birisi bunlara: (Siz köçeksiniz; hadi oynayın) dedi. Adam bu lâfa kızdı; elindeki defi arkadaşına verdi; belindeki şişi çıkardı, karnına sapladı. İşte bu bir kerametti. Var mı bir faydası?
Asıl keramet, Allah’a teslim olmaktır. Keramet, keramet kudretini zaptedip, sahibine geri vermektir.
Vaktiyle bir kâmil varmış, dâima sükut edermiş. Onun manevî büyüklüğünü tanıyan müritleri yüzüne bakarak gıda alırlarmış. Tam teslim olamayanlardan biri: (Efendim, bize de çok kimseler gelsin de istifâde etsinler) diyor. (Nene lâzım oğlum, sen kendine bak, bu işe karışma.) Adamcağız şefkatinden bu arzusunu birkaç kere söyleyince, Efendisi: (Peki öyleyse, sen bir yerde bir tekke aç, gelecek olanları okut.) diyor. (Nasıl okutayım?) (Öğrendiklerini öğret.) Adam (Peki.) diyor, bir tekke açıyor. Fakat gelen giden yok. Geliyor, efendisine söylüyor. Efendisi: (Yarın sabah câmiye giderken, yolda ölü bir karga bulacaksın. Bunu al, burnuna üfür, gerisine karışma…)
Adam, ertesi sabah câmiye giderken, bakıyor ki yolda hakikaten bir karga ölüsü var. Eğiliyor, kargayı alıyor. Yoldan gelip geçenler, ne yapacak diye bakarlarken, adam, karganın burnuna üfürünce, karga canlanıyor, pırr! diye uçuyor. Halk başına birikiyor. Aman ne büyük adammış! Keramet gösterdi! Ölü kargayı uçurdu! Diye tekkesine yüzlerce adam geliyor. Her gün artan bu kuru kalabalıktan usanıyor, âcîz kalıyor. Yine Efendisine gidiyor: (Aman Efendim, ben bunlardan usandım.) (Hâ, anladın ya… Peki, hayvanların sidikliği olur, buna göden derler; ondan bir tane al, iyice yıka, şişir, sabah namazında secdeye eğilirken bu gödeni zırt! ettir…) (Peki Efendim.)
Ertesi gün câmide böyle yapınca, arkasında namaz kılanlar; (Vay kâfir! Secdede ne yaptı, gördün mü… Bre zındık! Artık buna uymak caiz değildir.) deyip kaçıyorlar.
Ertesi gün geliyor: (Çok şükür, hepsi gitti Efendim.) diyor. Efendisi: (Tabii oğlum; kargaynan gelen kavaraynan gider.) diyor.
27.04.1955 deki bir konuşmadan notlar:
Emre – Kur’ân’ın mânâsı bundan sonra anlaşılacaktır. Karanlıkta elimize bir Kur’ân alsak, onu göremeyiz bile, değil anlamak. Sonra sonra gözümüz alışır; sonra da okursak, nihayet idrâk edebilirsek anlarız. Kur’ânı insanlıktan çıkmayan anlayamaz. Mâdemki Kur’ân Allah kelâmıdır, o kelâmı, Allah’ta fânî olmayan anlayamaz. Bir sözün mânâsını, gerçek mânâsıyla onu söyleyenden başka kimse anlayamaz.
S. – Hz.Muhammed en fazla Ali ile meşgul olmuş. Ebûbekir’e de telkinatta bulunmuş mudur? Mağarada Ebûbekir’e telkinde bulunmuş derler.
Emre – Bu ilim, hâl ilmidir. Akıl ve vücut mağarasından çıkmayan, bu (hâl)e bürünemez.
İlk îmân eden Hz.Haticedir.
Din, ilâhî mertebeler, merhaleler yoludur. Hepimiz de o yoldan gidiyoruz. Hz.Muhammed de bu merhaleli yolda giderken son anlayışı, (Kadir gecesi) dediğimiz gecede hâl olarak tecellî ediyor. O gece, daha evvelki peygamberlerin akıllarının eremediği bir hâl kendisini korkutuyor. Cenâbı Hakk’ın bu tecellîsinden korkup titreyerek eve geliyor. Yatağa yatıyor; üstünü örttürüyor. Sâdık karısı, üşüyen kocasını ısıtmak için yatağa giriyor, onun arkasından sıkıca kucaklayınca, kocasına olan sonsuz sevgisi Hz. Muhammed’deki hâli, olduğu gibi kendisine geçiriyor. O hâl kendisinde tecellî edince soruyor: (Yâ Muhammed! Şöyle bir şey mi gördün?) (Evet Yâ Hatice.)
Üç gün bu hâli tefekkür edip halletmeğe çalışıyorlar. Üçüncü gün meseleyi hallediyorlar, anlıyorlar. O güne (Arefe) diyorlar. (Arefe) Arapça’da (bildi) demekmiş. Bilince, müşkül hallolunca insan bayram yapmaz mı? Onlar da bayram yapmışlar.
Hz. Muhammed’in son merhaleleri bunlar olmuştur; O hâlin tecellî ettiği gece, (Kadir gecesi), (Kadir), kıymet demektir, Yâni (Kıymetli gece) sonra (Arefe), yani bilgi, anlayış gündüzü. En sonunda ebedî bayram.
Ali’ye gelince; Hz.Muhammed Hıra dağında riyâzât ve tefekkür yolu ile Allah’ta fânî olmağa çalışırken, Ali, onu çok sevdiği için yanına gider gelirdi. Başını beklerdi, Yani daima ona murâbıttı. Onun gördüğünü o da görürdü.
Bizim cemiyetimizin yanlış anlayışı, kadınları adamdan saymadığı için, Hz.Hatice’nin irşâdını saymıyorlar. Ali’de âkıl, baliğ değildi, diyorlar. Ebûbekir âlim ve yaşlı olduğu için onu ilk Müslüman sayıyorlar.
S. – Benim maksadım, zikrin ilk telkin edildiği kimseyi anlamak. Mutasavvıfların yürüdükleri yolu Ali’ye mi telkin etmiştir, Ebû Bekir’e mi?
Emre – Sırada Ebûbekir üçüncü. Hepsi bir ama, Ali’ninki sevgi ve aşk yoludur. Ali, Hz.Muhammed’i çok severdi. Sevgi, çok şeyler yapar. Bakın, sizin yolunuzu buraya uğratan, sevgidir. Biz birbirimize muhabbetle karıştıktan sonra, kim ayırabilir bizi? Bu yolun evveli de âhîri de sevgidir.
S. – Ömer’e, Osman’a da telkinâtta bulunmuş mudur?
Emre – Tabii. Siz bu hâli sevdiklerinize söylemez misiniz? Güneş, ışığını vermek için mahlûkatı tefrik eder mi?
Bu yolda giden insan, Ebûbekir gibi sâdık, Ömer gibi nefsine hâkim, Osman gibi zekî, Ali gibi cesur olmazsa, bu işi bitiremez.
İnsan kitaplardan okuduğunu tahsiline göre anlar. Ben pat küt okurum. Elime bir mühendis kitabı alsam, anlayabilir miyim? Bu hâl de, bir mürebbî himmetiyle bizde tecellî etmezse tasavvuf kitaplarını okumakla anlaşılmaz.
Şimdi artık, tasavvuf kitaplarını avâma göre değil, münevverlere göre yazmalı. Yâni hakikatı, kabuklarından soyarak onların vicdânlarının idrâkine, olduğu gibi vermeli.
11.04. 1957 deki bir konuşmadan notlar:
Emre – Öyle bir haşir günü ki, bu ân herkes ne yapıyorsa doğrudur; fakat bunun da ilerisi var.
Zamanı gelmeden ne kadar açsan, yine rumuz. Söyleyenin kulağını bulmalı, onunla dinlemeli ki anlamalı. Yoksa, insan, her söyleneni kendi arzusuna, kendi aklına göre anlar. Söyleyenin ta kendisi olabilmek için de aşk lâzım. İşte onun için bütün âşıklar âşk! âşk! diye bağırıyorlar. En kesdirim yolu âşktır.
S. – Aşkı gönlümüze nasıl getireceğiz?
Emre – Aşk gelir mi? O her şeyin hükümdârı aslanı. Biz ona gideceğiz. İnsan, kendi bilgisini irâdesini o aşkın menbaına karıştırmazsa hiçbir şey anlayamaz. Göller, aşağıya akmazsa denize karışıp deniz olamaz. Akmazsa kuruyacak.
Bu hâl, bütün insanların derdidir. Fakat diğer dertler bu iç derdi düşünmeğe vakit bırakmıyor.
Fakat insan aklı, umûmî olarak, gittikçe münevverleşiyor. Bin sene evvelki insanla bugünkü bir mi? Ama Tevhît anlaşılırsa anlamak istiyende bir, anlatan da.
7.10.1956’daki bir konuşmadan notlar:
Emre – Tasavvufu, bâzı kimseler tarikât, bâzıları da dîne aykırı bir şey, dinsizlik gibi bir şey zannederler. Tasavvuf bir ayna olduğu için, onu herkes kendi meşrebine göre anlar. Tasavvuf her dînin sahibidir. Hiçbir dîni reddetmez. Ayna karşısına geçen kimseyi reddeder mi? Herkesi benimseyip kabûl edebilmek için insanın ayna gibi saflaşması lâzımdır.
Tasavvufçular, kimsenin eksiğini görmez, dâima iyi tarafını görür. Bakması, görmesi konuşması, dinlemesi hep tahlil ve tasfiye süzgecinden geçer. Onun için bakışları, görüşleri, dinleyişleri ve sözleri temizdir. Bâzen eksik gibi konuşuyorlarsa, bu eksikliği biz kendimizde aramalıyız. Çünkü o bizim rengimize göre konuşur. Yâni aklımızdaki eksiklikleri söylüyor demektir.
Tasavvufçular, davet ettikleri kimselere: (Aklı terk et!) derler. Bu, (deli ol!) demek değildir. Akıl, Allah’ın büyük nûrundan ayrılmış bir ışıktır, bir parçadır. Onu terk eden insan ya deli olur, ya ölü. (Aklı terk et!) demek, (Aklın kötü hallerini, eski bilgilerini unut, destini boş olarak getir ki istifâde edesin…) demektir. Oraya kendi akıllarıyla, nefsânî ârzularıyla gelenler, aradıklarını bulamayınca, elde edemeyince kaçar, giderler.
Zapteden: Şevket Kutkan
EMRE’den Nükteler, Vecîzeler, İrticâli Cevaplar:
*Emre – Hakikat hayvana değil, insana benzer. İnsan nasıl çıplak gezemezse, hakikat, yani Allah ve tasavvuf kelâmı da çıplak olamaz, hep örtülü, kapalı; rumuzludur. Bunun için (İlmi Ledûn) diyorlar.
Her peygamber ona bir elbise giydirmiştir. Hakikatin elbisesi din ve şeraittir.
* Emre – Allah, Hâlik daima bir haldedir. Ancak mahlükat her vakit oluş halindedir. (Külle yevmin Hûve fî şe’n ) âyetini böyle anlamak lâzımdır.
* Emre – Yirminci asrın insanı eline tesbih alır çekerse, bu, posteki olur. Biz onların yerine o postekiyi çok saydık… Evvelden sadrazamlar bile postekide otururdu; şimdi koltukta oturuluyor. Koltuğunsa, posteki gibi sayılacak kılı yok. Bu asır, anlayış ve irfâniyet asrıdır. Posteki tekkelerin, rahle de medresenin altında kaldı.
* Emre – Peygamberlerden iki lisân bilen yoktur. Bilseler getirdikleri kitabın iki dilden olması lâzımdı.
* Emre – Her hikmetin başı korku olduğu gibi, her mârifetin de başı korkudur. Düşman korkusu olmasaydı füzeler müzeler icâd edilmezdi.
* Emre – Reisi Cumhur nasıl bir yere yalnız gitmezse, Allah da bir gönüle yalnız girmez. Onun da tevâzu, sevgi, şefkat, vicdan, af gibi adamları vardır; onlarla gelir. Onun için, Allah’ı dâvet eden gönül dar olmamalıdır. Geniş gönül sahipleri kimseye kızmazlar, her şeyi hoş görürler.
Nasreddin Hoca Fıkralarının Tasavvufî Îzâhı
Sen Beğendin, Ben Doldurdum!
Nasreddin Hoca, merkebine binmiş, yolda giderken, Hoca’nın, yuları bütün kuvvetiyle çekmesine rağmen, merkep, yolda gördüğü merkep pisliklerini koklarmış. Nasreddin Hoca da (Zâhir beğendi ki kokluyor…) diye, merkebin kokladığı pislikleri torbasına doldururmuş.
Akşam, yem zamanı hayvanın başına tezeklerle dolu torbayı asmış. Hayvan, tezekleri yemeyip, başını torbadan çıkarmak istedikçe, Hoca:
—Sen beğendin, ben doldurdum, şimdi niye titizleniyorsun? demiş.
EMRE’nin Tefsîri:
Hoca, bu hareketiyle bize bir ibret dersi vermek istemiştir. Bu fıkradaki merkep, bizim hayvânî ârzulara mahkûm nefsimizdir. Merkebin belli başlı tabiatı, inatlıktır. Kendisini, Tevhid ve kurtuluş yolunda yürüten Mürebbîsinin bütün ihtarlarına rağmen inadından vazgeçmeyerek nefsânî arzûların pisliklerini koklamaktan vazgeçmez. Bu böyle devam edip giderse, sahibi, ömrün akşamında, yâni ölürken, onun başına elbette bu arzu tezekleriyle dolu torbayı takacaktır.
(İç Kaynak – Muhterem okuyucularımıza, bu mevzû ile ilgili şu doğuşu takdîm ediyoruz):
Gönül! acep sen de olunğ mu islah?
Bâri vaat ettiğin, olaydı essah,
Kurtulmak istersen, sendedir dilek.
Sâdık olmaz isen, bulamanğ felâh.
Hiç kabûl olur mu ikinci tövbe?
Hadis, (Hatâ demiş, tekrar tecrübe);
İlim kitabından hayır görür mü,
Alıp yükletirsen sen bir merkebe?
İndirip açamaz, yoktur parmağı,
Beş değil de birdir, onun tırnağı
Mantık kitâbını açsan önüne,
Bırakır, seyreder bahçeyi, bağı.
Sen söylersin, dinler kendi hâlini,
Fidanı bilemez ince, kalını;
Kıymetini bilmez gülün, çiçeğin,
Döner, harâbeder nâzik dalını.
İşi, gücü onun daima şektir.
Kendinin gübresi ona döşektir;
Kutnu kumaşlardan giydirsen palan,
Neyleyeyim, hayvan, yine eşektir.
Nerden gelir bilmez kendine zarar,
Kendinin gübresi kendine kokar;
Yetişmezse yolda burnuna gübre,
Başını döndürür, gözüyle bakar.
Bütün hayvanâtı câmîdir insan,
Yaradan, eylemiş böylece ihsan;
Öbür sıfatlardan eğer kurtulsa
Kalbinde tek kalır Hazreti Rahmân.
(Emre)! ıslah eyle, elinde fırsat,
Onlardır vermeyen, dimağına tad:
Her biri bir huyda, eyle dışarı;
Birisi kalırsa, çok verir fesat.
Onlardan kurtulur, tek meşrep olan,
Dost ile bir olur yalınız kalan,
Ne kadar lütfetsen, idrâk edemez,
Ârzusundan başka bilir mi hayvan?
(Emre)! idrâk eyle, nefsine lâyık,
Senden sana söyler; işit te ayık!
Kimseyi sözüne sen tutma hedef,
Mâşuktan ayrılmaz dâima âşık.
Kendinden ayırmaz sözü duyanı,
Hâliyle muhittir bütün her yanı;
(Emre)! Kimselere sen etme isnad,
Mevlâ affetmiştir kefen soyanı.
Günahın büyüğü: eli kınamak;
Ziyâya yaklaş ta sen gönlüne bak;
Azaların yönü ön taraftadır,
Çukura düşürmez toprağa bakmak.
Acep sen Allah’ın vekili misin?
Halkı hor görenin sen dili misin?
Ele cellâd lazım: sana ne lâzım?
Mansur’u asanın bir eli misin?
Mevlâ’ya yakından, doğar hep şefkat,
Şeytana yakından doğar mel’ânet
(Emre)! söyleyeni tanıdı isen
Sen kendi hâline eyle merhamet.
31.01.1951