İÇ KAYNAK DERGİSİ | Sayı: 12
EMRE’nin Konuşmaları: 12
(03.10.1956 ve 10.10.1957 tarihlerinde, kendisinden riyâzât hâtıralarını anlatması rica edilmesi üzerine Emre’nin söylediklerinden zaptedilebilinen notlar):
Emre – 21 yaşındayım; şimendiferde (Bozantı – Halep – Nuseybin ve Temdidâtı Demiryolları Adana Deposu’nda) çalışıyorum. (Riyâzât yapacaksın!) denildi; biz yemeyi içmeyi kestik, ne zaman biteceği belli olmayan bir açlık rejimine başladık. Şunu söyleyeyim ki bu riyâzât, boş bir şey değildir, tamamiyle ilmîdir. İnsan vücûdu felekiyattan daha büyüktür. İçinde her şey mevcut olduğu gibi, hayvâni tabiatlar da vardır. Onları dışarı etmeden insanın mânevî gözü açılmaz.
Ha! Çoluğu çocuğu Allah’a teslim ettik; çünkü O benden daha iyi bilir, daha iyi yapar; rezzâk-ı âlemdir. Develioğlu: (Ölmekten başka çare yok; ille öleceksiniz der fakat ölümün mahiyetini izah etmezdi. Benim de bu işe aklım yetmezdi. Düşündüm: Bir insan neynen ölür? Açlıknan. Başladık açlığa. Ölmeye niyet ettim.
15–20 gün sonra, bir şey yemediğim halde, bir dizanteriye tutulduk, aşağıdan bir kan sökmeğe başladı. Şimendifer doktoru gelir, basar emetin iğnesini, daha beter olur. Millet Hastânesine gönderirler; gider, yatarız; çaresiz. İki sene kadar sürdü. Ayşe ağlar. Kimseye de anlatmamaya azmettik bu hâli… Fakat Ayşe’yle teyzem bilirdi. Herkes hasta zannederdi.
Hâlimiz vaktımız da iyi değildi. Altlı üstlü bir barakada otururduk. Ben aşağıda yatardım. Bu kadıncağız sersefil. Beş altı ay, ekmeğimize katık olarak turşudan başka bir şey yoktu. Tabii işe de gidemiyoruz. Maji isminde bir depo müdürü vardı, maaş zamanı yarım aylık getirir:
—Zmayil! Senin para! Derdi.
Bu akıl ne âcayip… Hem ölmek istiyorum, hem de korkuyorum. Ayşe’ye: (Ölürsem, beni bir savana sar, yüklüğe koy. Nalbant Hüseyin Efendi’ye haber ver) derdim. Aklımdan geçerdi ki; Hüseyin Efendi, Efendi’ye haber verir, o da gelir, beni diriltir. Çünkü Efendi boyuna; (Ölün ki dirilesiniz.) derdi. Ayşe korkusundan yukarı kaçtı. Yukarda, kebap şişlerini mangala sokar, kızdırır, o kızgın şişlerle tahtaları deler, o deliklerden korkuyla, nasıl öleceğim aceba, diye beni gözetlermiş.
Bir müddet sonra Mösyö Maji Fransızca bir mektup yazarak beni Amerikan Hastânesine, (Doktor Has)a gönderdi. Dr. Has, (Seni bir haftada iyi ederim) dedi. Benim ne iyi olmaktan haberim var, ne bir şey… Nereye gidersem, hiç durmadan Develioğlu ile uğraşıyorum. Zannediyorum ki herkes Allah, her şey Allah’tan.
Dr. Has merhametli bir adamdı. Beni iyi etmek için çalışırdı. Ama ben onun verdiği ilâçları içmez, pirinç lapalarını pencereden aşağı döker, peksimetleri de dolaba koyardım.
Orada gayet güzel bir zevk âleminde ne hâller tecellî etti… Benimle meşgul olan kimse kalmayıp ses seda kesilince bir müşâhede açılırdı. Dokunmasalar, hiç kıpırdamayacağım bile: öyle bir lezzet ki… Gözümü açarım, her şey görünür, kaparım başka bir âlem.
Birgün burnuma bir murd kokusu geldi. Murd, Adana’da Hanbelez derler bir meyva var, onun yabânisi. Yenmesi güzeldir. Siyahı var, beyazı var, bütün ormanları kaplar. Tarlaları bundan ayıklarlar, kökü kalır, o kökten yine çıkar. Mis gibi de kokar.
Müşahede âleminde, bakıyorum, bir murd ekini; insan boyunu geçkin. Murd çalısına seyrediyorum. Bakarken, murd ekinliği, ileriden dalgalanmağa başladı. Anlaşıldı ki birisi geliyor. Murd ekini duvar gibi kesik; Çıka çıka birisi çıktı ki beyaz bir entâri giymiş, boynunu bükmüş, yüzüme yalvararak bakıyor. Ayağı yalın. Lisânı hâl ile bana yalvarıyor: (Yeter beni aç, susuz koyduğun!) der gibi. Baktım ki o yalvaran benim! (Katiyyen! dedim, ben seni öldürmeğe niyet ettim; seni kabûl etmiyorum.) Ben böyle söyleyince, yüzünü ekşitti, ümidini kesti, eridi, aktı, dalga malga kalmadı.
Ben bu âlemde iken, birisi omuzuma dokundu; gözümü açtım ki: Dârendeli âmâ İbrahim. Yüzümü gözümü öpüyor. Tabii, müşahede âlemi kayboldu. Hâfız: (Ulan, diyor, seni aklıma aldıkça, dünyâyı murd kokusu dolduruyordu; bu koku ile seni buldum.)
Gülenye isminde bir Ermeni kızı vardı, rahmetlik, o geldi; (Ağabey, bu nerden geldi? Doktordan izin aldı mı?) dedi. Hâfız’ı aldı, götürdü.
Ben yine gözümü yumdum. Gine o murd ekini. Ekinin ortasında iki adam geçecek kadar yol açıldı, Develioğlu geldi. Lisânı hâl ile (Aferin oğlum! Böyle lâzım. Sen o benliği beğenseydin ben gelmezdim!) dedi. O sırada kendisine nasılsa, (Efendim, Yunus Emre’yi görsem…) dedim; o hâl kayboldu. Bir de baktım, uzaktan iki kişi geliyor ama yavaş geliyorlar. Sabrım kaçtı. Nihayet yaklaştılar; baktım ki Develioğlu ile yanında bir başka adam. Develioğlu, sağ eli ile adamın sol kolundan tutmuş: (İşte istediğini getirdim!) dedi; anladım ki o yanındaki Yunus Emre’dir. Yunus Emre başıyle selâm verdi, bir iki adım bana doğru geldi; tekrar geri gidiyor; ben (Pêki efendim, gördüm) demedikçe gitmedi. Onu anlayınca kendime: (Ulan sen ne alçak adamsın ki Yunus Emre gibi bir adamı yanına kadar getirttin… Sen sağlam olaydın da onun ayağına gideydin…) diyerek üzülmeğe başladım. Onlar geri geri giderlerken Doktor Has’ın sesiyle kendime geldim:
—İsmail, sen ne düşünüyor böyle?
Sonra, üzülerek;
—Sana temiz bakamadık; onun için sen iyi olmadı.
Ben yanlış anlayarak:
—Yok, çok temiz baktılar; hattâ beni yıkadılar, pisliğimi; temizlediler
dedim; güldü.
—Yok, temizlik öyle; biz sana yemek verdi; onun için ishâl geçmedi.
—Ben sizin verdiğinizi yemedim ki…
—Nasıl yemedi?
—İşte bak!
dedim, dolaba koyduğum peksimetleri, pencereden bir dama döktüğüm lâpaları gösterdim.
—Â… Sen ne yaptı?
Doktor, dalgın, yüzüme bakmaya başladı; düşünüyor, sonra sordu:
—Hiç mi bir şey yemedin?
—Gece saat 12 olunca bir çay içiyordum.
—Kim veriyor?
—Allah gönderiyor, Gülenye getiriyor. Bana: (Süt mü içersin, çay mı?) diyor; ben de çay diyorum; getiriyor. Nereden geldiğini bilmiyorum.
Doktor tabelâya baktı:
—Burada çay yazılı değil, dedi.
—Allah yazıyor, getiriyor.
Dr. Has düşünmeğe başladı. O düşünürken, benim gözümün önüne ne çocuklarım, ne bir şey geliyor… Sâdece gönlümün sevdiği arkadaşlardan nalbant Hüseyin Efendi geliyordu.
Doktora dedim ki:
—Mâdem ben iyi olmadım, elbiselerimi versinler, hesabımı da görün, gideyim.
—Sen yemek yemedi; biz de seni iyi edemedi; para istemez.
O böyle söyleyince aklım başıma geldi, zâten para yok. Hattâ araba parası bile yok. Fakat kendi kendime: (Araba param yok ama Hüseyin Efendi verir) diyordum. Elbiselerimi getirdiler, giydim.
Orada yattığım 22 gün zarfında bir şey yemedim ama kendimi uçacak kadar kuvvetli hissediyordum.
Elbisemi Gülenye getirmişti; ütülemişler de.
O zaman Ermeniler gitmişlerdi; tek tük Rumlar vardı. Günlerden de Salı imiş. Hâstaneden çıktım. Hüseyin Efendi’yi göresim geldi; o da (Öte Geçe) de nalbantlık yapıyor. Oraya gitmeğe niyet ettim. Kuruköprü’ye doğru giderken, şimdiki müzenin dengine geldim. O zaman orası bir kiliseydi. Köşenin içinde rum çocukları aşık oynuyorlardı. Akıl dedi ki, mâdem bu kadar hafifsin, hadi kiliseye kadar bir koş! Aklın diğer bir rengi diyor ki: Sen deli misin? Koşarsan, çocuklar ehey! Diye seninle alay etmezler mi? İçimden başka bir ses; Yâ! demek sen hâlâ seninle alay edecekler diye âr ediyorsun öyle mi? Bunun üzerine hemen kiliseye kadar koştum. Çocuklar beni ne gördüler, ne de ehey! diye alay ettiler. Buna canım sıkıldı; istedim ki alay etsinler de, demin beni istilâ eden benliğin cezası olsun bu.
Müzeye kadar geldim. Asrî sinema sokağına döndüm. Biraz ileri gidince, tanıdığım bir adamla karşılaştım; fakat adamın koltuğunda bir kadın; kadının ağırlığı yokmuş gibi, onu öpe öpe gidiyor. Eyvah dedim, aklımı kaçırdım. Çünkü müşahede, gözümü yumunca başlıyordu; halbuki şimdi gözüm açık olarak görüyordum.
Oradan Yeni Câmî’nin oraya geldim. Orada bir nalbant vardı, o yakaladı beni. (İlle bir çay iç!) diyor, itiraza mecalim yok, oturdum. (Kusura bakma, duydum ama gelmedim) filân diyor. Bir taraftan da işine devam ediyor, atın arka ayağını nallıyordu. Ben de içimden, şu işine dalsa da ben de gitsem diyordum. Baktım ki bizim nalbant arkadaşın sırtında bir oda; o hayvanı nallarken, sırtındaki oda da kendisiyle berâber kalkıp kalkıp iniyor. Odanın içi koza dolu. O zaman ayıktım ki herkesin düşüncesi görünüyor. Dedim ki:
—Usta Mehmet!
—Ne var?
—Senin koza ile ne işin var?
—Sorma İsmail… Beş on kuruş param vardı, bununla bir koza ticareti yapalım, dedik. Bilmem kimin evinin altına koyduk. Biraz evvel adam geldi: (Kozalar kokuyor; bunları kaldır) dedi. Herhalde eşiklikte gusletmişler ki koza çürümüş. Şimdi gidip kozalara bakacağım.
Oradan Karasoku’ya geldim; Ziya Mazlum isminde bir terzi vardı, bu sefer de o yakaladı. İyi bir terzi idi. Develioğlu’nu ve arkadaşlarını severdi. (Beni affet, gelemedim.) diyor. Onun da gözüne bakınca, başladı içi görünmeğe: Boğazına bir mahreke asılı; bir Halep mahrekesi. Mahrekenin kuskunu boğazına geçirmiş, mahreke ayaklarına değiyor.
Ziya Mazlum Acem olduğu için çay tiryakisi idi. Zorla çay içirmek isterdi; benim de canım istedi biraz. Dükkâna gittik; semaveri yaktı; bir taraftan da kumaş biçiyor. Ziya Bey’in semaveri 6 dakikada kaynardı. Kullandığı kömürler de bağ kütüklerinden yapılmıştı, derhâl yanardı. Su kaynadı; Ziya Mazlum çayı demledi. Fakat mahreke sallanıp duruyor. Ona dedim ki:
—Senin mahrekeyle ne işin var?
—Bu sene bir bağ tuttuk. Arabistan’dan bir tay getirmişler; onu aldık bağa gidip gelmek için. Mahrekesini kaldırdık ki hayvanın sırtı yara olmuş. Saraç Halil Usta’ya götürdüm; ben yaparım dedi; ikindi oldu, hâlâ yapmamış. Şimdi oradan geliyordum; akşama yetiştirecek. Bunları söylerken boynunda sallanan mahreke, çay doldurduğu bardaklara değdi, çaylar kumaşların üzerine döküldü.
Oradan da kalkınca doğru Öte Geçe’ye geldim. Hüseyin Efendi ağlar, sızlar, yüzümü gözümü öper. Bana Şah derlerdi, (Ulan Şah! Yemek yedin mi?) dedi, Yok dedim. Hüseyin Efendi:
—Sana bir kebap yedireceğim.
—Yapma Hüseyin Efendi. Biz yememeğe azmettik; sen meseleyi biliyorsun…
—Olmaz, ille bir kebap yiyeceksin.
Öte Geçe’de bir Kebapçı İbrahim Efendi vardı, o da geldi:
—Aman İsmail gelmiş! diye yüzümü gözümü öpmeğe başladı; hemen gitti, bir kebap getirdi. Yesen olmaz, yemesen olmaz. Günahsa da sevapsa da yemeğe karar verdim. Bir buçuk şişi zorla çiğneyerek yedim. Biliyorum bu şişlerden başıma bir belâ gelecek, ama ne yaparsın, arkadaş hatırı. Yarım saat kadar oturduk, sarhoşluk başladı. Ben gitmek istedim; Hüseyin Efendi: (Berâber gidelim!) diyor. Fakat o hayvan nallıyor, akşama kadar bitmez işi. Ben fazla beklemek istemiyorum. Çünkü Ayşe beni hastânede bulamazsa, öldüğümü zannederek ortalığı velveleye verir.
Hüseyin Efendi, eve götürmem için koltuğuma bir karpuz verdi; düşünmüyor ki ben o kadar zayıfım. Bir de testi verdi; içini sarı katranla çalkaladı, katran destiye sıvaştı. Suyu hep bu destiden içeceksin, dedi. Onu da omuzladık. Cebime de biraz para koydu. Yola düştüm. Ne araba var, ne bir şey… Ha şurada bulurum, ha burada bulurum diye, yaya olarak o yüklerle Taşköprü’ye kadar geldim. Bir sıkıntı başladı, başım, göğsüm ağrır. Bereket versin, orada bizim evin yanında oturan bir arabacı vardı. Süleyman Ağa, ona rastladım. Ooo! İsmail Efendi gelmiş! Diye elimdeki karpuzu, destiyi aldı, arabaya koydu. (Aman beni eve götür). O boyuna, nasılsın nasılsın, diye hâl hatır soruyor ama, bende nerede cevap verecek tâkat… Evin önüne gelince kendimi iyice kaybetmişim. Leylâ’nın anası teyzem de evdeymiş. Beni kucaklamışlar, öldü diye feryat etmişler. Teyzem ağlar. Ayşe ağlar. Bacanak filân gelmiş.
Gece yarısı ayıktım ki, bunlar, ölü bekler gibi başımı bekliyorlar. Ayağımsa süratle şişiyor, fakat zevk… Etrafımdakilere dedim ki; korkmayın, ölmem. Bunlar bir keyif… Gözümü yumdum, baktım, vücudum Küre’den büyük. İçimde bütün keçi yayılıyor. Seslerinden duramıyorum. Meğerse yediğim kebap keçi etindenmiş. 17 gün o keçilerin sesi gitmedi. 17 gün bir şey yemeyince, hatta su da içmeyince o seslerden kurtuldum.
Sonra Allah’a yalvardım ki: (Yârabbî! Bu hâli benim üzerimden al, kimsenin içini görmeyim.) Çünkü daha bu yolda pişmeden, başkalarının kabâhatini görünce, onunla berâber azap çekersin. Pişince tabii başka.
Bir zaman sonra, Âkıl Muhtar Bey’e gönderdiler. Bizim şimendifer doktoru Sadi Rasim Bey’in hocasıymış. Bir zaman da orada kaldık. Tıbbiye mektebinde çocukların oyuncağı olduk. Bir gün Âkıl Muhtar Bey beni otomobile bindirdi, evine götürdü. Çok muhterem, vicdânlı bir adamdı. Birçok âletleri var; bağırsakta yara varmış, onu gördü. Tedavi edecek. Bana: (Burası senin evin; sakın sıkılma.) dedi. Ben kendisinden: (İki üç gün İstanbul’u gezeyim.) diye izin aldım. Çıktım, gezerken, Selim Bey’in kardeşi Süleyman Ağa’yı gördüm. Yanında Yunus Emre’nin bizim evdeki resmini yapan Fehim’in amcası, bir de birisi daha var. Tramvaya atladım, kucaklaştık. Adana’dan havadis sordum. Yarın gideceğiz, dediler. Ben de bir anda karar vererek (Ben de gideceğim) dedim. Karadeniz Oteli’nin altında yarım saat kadar oturduk, konuştuk. Onlara beni beklemelerini söyleyerek Âkıl Muhtar’ın evine gittim, bavulumu aldım, geldim. Güle oynaya Haydarpaşa’ya geldik. Onlar yiyorlar, bana da ye diyorlar: “Hı”, diyorum.
Trende canlandım, havadan mı nedense. Eve bavulu elimde taşıyarak geldim. Bana (İyi oldun mu?) dediler: (Yâ, iyi oldum) dedim. Keyif1endiler. Ayşe: (Hadi öyleyse bir çorba iç) dedi. (Yok, çorba olmaz) deyince tutturdu bir ağıt: (Yine o delilik mevcut sende, neren iyi olmuş? Niçin yemiyorsun?) diye.
Mösyö Maji’den sonra Mösyö Bartolo Depo Müdürü olmuştu. Onun 20–30 kadar domuzu vardı, İbrahim’in babası Yusuf, Bartolo’ya demiş ki: (Bir domuz ver, keselim, İsmail’e yedirelim de iyi olsun). O da:
—İsmail için hepsini götür! Demiş. Meğerse, birisi, bu hastalık domuz etinden iyi olur, demiş. Ayşe de bunu öğrenince bize domuz eti yedirmeye niyet etmiş. Ayşe, boyuna Bartolo’nun evine doğru bakıyor. O sırada bir çığlık koptu; domuz bağırıyormuş. Yusuf domuzu omzuna almış; fakat domuz çırpınınca ikisi birden yuvarlanıyorlar. Domuzu getirdi nihayet. Yusuf’a sordum:
—Bu ne?
—Aman Dayı, ye bu domuzun edinden de iyi ol.
—Oğlum, sen benim niçin aç kaldığımı biliyorsun. Bâri sen başımıza iş çıkarma, dediysem de dinliyen kim…
Domuzların çobanı Parapanço isminde bir adamdı. Bir eli yoktu; onun yerine bir kanca takmışlar. Parapanço, elindeki şişi hayvanın boğazının altındaki boşluğa sokar sokmaz domuz tırpadanak düştü; kanı içinde kaldı akmadı. Mahallenin kadınları biriktiler. Meğerse hep haberleri varmış. Ben ne kadar (Yemem!) dediysem de ne anlayan var, ne dinleyen. Baktım ki sözüm hep boşa gidiyor, artık yüzlerine pel pel bakıyorum. Parapanço hemen bir kazan koydu. Suyu kaynattılar. Kaynamış suyu hayvanın üzerine dökünce tüyleri gidiyor. Ben de seyrediyorum artık. Hayvanın kafasını kesti, karnını yardı, ciğerini bir tarafa ayırdı. Sonra bana dönmüş:
—Kafasını ben alayım mı? diyor.
—İstersen hepsini götür, dedim. Parapanço etleri kuşbaşı doğradı; kaynatmağa başladılar. Ayşe’ye:
—Sen bana iyilik yapacağım diye fenâlık yapıyorsun, beni üzüyorsun, dedim, başladı ağlamaya. Teyzem de ağlar. Ben etten yemek istemedim. Parapanço’ya dediler: (Bu etleri götür); götürdü. Ben eti yemeyince Bartolo’ya haber vermişler. Geldi:
—İsmail, oğlum, bunu ye. İstersen bir domuz daha vereyim.
—Yok Usta, sağ ol. Bu icadı çıkaran Kazancı Osman.
Herkes geldi; benim hatırım için birer parça domuz eti aldılar ağızlarına. (Sen de al!) dediler; hatırları için aldım bir tike. O kadar sert ki, çiğneye çiğneye dişlerimin dibi kanadı:
—Görüyorsunuz ya! dedim; ondan da kurtulduk. Bu iş bittikten sonra domuz eti kestikleri bıçak ile eti kaynattıkları tencereyi attılar.
—Yahu, niçin atıyorsunuz? Bıçağı, tencereyi temizleyin. Peki, bu kadar pis saydığınız bir şeyi bana niçin yediriyorsunuz? dedim. Fakat fayda eder mi?
Aradan bir sene geçti. Gine yatıyorum. Bir gün Hafize’ye leblebi şeker yedirirken iki tane de ben yedim, capcanlı oldum. Bunlar dış tarafı, iç âlemi anlatmak, tabii mümkün değil.
Birkaç gün sonra aşağıdan, kulağıma konuşma sesleri geldi. Delikten baktım ki şişman bir Çingene karısı. Dağarcığını koymuş, oturmuş; ona benim derdimi anlatıyorlar. Kadın, ben iyi ederim, dedi. Kendi kendime, dur bakalım, bir şey de buradan geliyor ya, hele sabredelim, dedim. Kadın:
—Bir kaplumbağa bulun, dedi.
Evimiz, şimdiki Depo kömürlüğünün arkasındaydı. Oralar hep tarlaydı. Arıyorlar hep birden. Getirdiler ki kocaman bir tosbağa. Karşımızda üç dört Rum evi vardı. Onlar da geldiler; (Nerden buldunuz? Ne kadar hoşmuş!) diye kaplumbağaya imreniyorlar. Benim de tuhafıma gitti. İndim, seyrediyorum. Can sıkıntısı filân yok. Ayşe’ye yüreğim acıyor, kadın benim yüzümden bu hâllere geldi, diye. Onun çırpınması, teyzemin ağlaması yüreğimi yaktı. Çingene karısı: (Hastaya tosbağanın kanını içireceğiz) diyor, fakat benim Ayşe, belki de yemem diye ağlıyor. (Kadın diyorum, benim asıl iyiliğim, yememekte…) fakat dinlemiyor. Hatırı için (peki) dedim.
Tosbağayı kesecekler; fakat hayvan kafasını içeri çekiyor. Rum komşumuz Vasil Dayı: (Bizde bunun takımı var; siz bunu yapamazsınız) dedi, evine gitti. Dönüşte, baktık elinde bir şey var; çuvaldızın ucunu kanca gibi eğmiş; sap tarafını da el tutacak şekilde eğmişler. Onunla hayvanın boynunu tutup çekti; biçârenin boynu uzadı; kestiler. İçirdiler; çok tuzlu. Sonra dedim ki Ayşe’ye; (Bak, bu, senin hatırın için; anladım ki bu da Allah’tan.) Çingene karısına döndüm:
—Seni Allah mı gönderdi?
—Yâ!
—Pêki, daha ne yapacağız?
—Etini yiyeceksin.
—Peki.
Vasil Dayı hemen kömür yaktı. Kaplumbağanın etini şişe dizdi, kebap yaptı. Çingeneye dedim ki:
—Seni gönderen gönderdi ama, bunun hepsini yemiyeceğim.
—Peki, üç tike yesen yeter.
Allah böylece bir kolaylık gösterdi. Çünki benim iyi olmak için bir arzum yok. Hayat yolum bu hâdiselerden geçiyor; bir çile Ayşe’ye dedim ki:
—Duyuyorsun ya kadının dediğini?
Vasil Dayı, küçük parçalardan üç tane verdi, üçünü yedim. O kadar lezzetli ki, fileto gibi dağılıyor. Vasil Dayının ağzı sulanıyor. Ona:
—Bu emekler boşa gitmesin, haydi yiyin, dedim. Karısı ve kendisi soğan, ekmekle yediler. Çingene karısına da bir miktar para verdiler; sevinerek gitti.
Bir ara da bana nünük (Sümüklüböcek) yedirdiler. Ateşçi Yusuf’un karısı Bedriye vardı, o tebelleş olmuş:
—Nünük yerse iyi olur, demiş.
Bir bahar mevsimiydi oturuyoruz. Ayşeynen Bedriye fıs fıs konuşuyorlar.
Anladım ki bir şey var. Yağmurlu bir havada, kadın bir sepete nünükleri toplamış. Dışarı çıktım ki kadın nünükleri kaynar suya deviriyor. Hayvanlar suya girince bir vıjırtı, çöktü. Kadının ağzı sulanıyor. Allah vere de yiyeydi şunları, diyorum içimden. Hayvanları çatalnan karıştırıyor. Kabuklarından düşünce: (Hah, tamam! Olmuş.) deyip düşenleri birer birer yiyor. Nihayet bana da yedirdiler. Lâstik gibi sert. Çiğneyemedim, yuttum.
Velhâsıl, bu bağırsak hastalığı, ağzıağzına tam üç sene sürdü. Sonra kendi kendine geçti.
Daha sonra bir devir geldi, verem olduk, ağzımızdan kan gelmeye başladı. Verem olmuşum, doğuş söylemeye başlamadan biraz evveldi. Bir taraftan kan kusarız, bir taraftan ağzımızı siler, doğuş söyleriz. Fakat öyle bir zevk ki… Duran Ağa bu devreye yetişti, bilir.
Ama bu hâlleri hep ben istedim. Bir zaman: (Aman Yârabbî müşkülüm hâllolsun da tek beni arabalar çiğnesin; Mansur gibi ipe çekip parçalasınlar; verem olayım!) diye âdeta, zikreder gibi yalvarırdım. Çok şükür, istediğimizi verdi.
Verem olup kan kustuğumuz zamanlar, Tepebağ’da bir evimiz vardı, her gece ağzı berâberi dolardı; nerden gelirdi o kadar insan?… O zamanlar, o devir, bu Tûbâ ağacının çiçek açma zamanıydı; şimdi meyva zamanı. Ağaç, beş altı yüz meyva yetiştirebilmek için yüzbinlerce çiçek açar. Meyva olan olur; gerisi sergen olur dökülür.
Emre – Suphi bir ilâhi okusun mu?
(Burada muhterem okuyucularımıza mevzû ile ilgili iki doğuş takdim edeceğiz):
Kimse, hâlimi bilmiyor,
Her birisi bir söz diyor;
Dostum! Sen aşkını verdin,
Ciğerimde yanıyor, kor.
Bağrım durmadan yanıyor,
Dilim adını anıyor;
Bu hâllerden kim ki bilir,
Acıyor, hem inanıyor.
Bilen, bizden; gayrı değil,
Bu ateşten ayrı değil;
Ateş gömlek giymek lâzım,
Her adamın kârı değil.
Âşık olmalı bidâyet,
Sâdık olmalı nihayet;
Mâlûm; âlim, ilim gerek;
Yan, öğren, Hak eder himmet.
Himmet olmaz yanmayınca,
Göz, kana boyanmayınca;
Hâli tebdil etmek lâzım,
Bir adam uslanmayınca.
Âşktır bu işlere; kadir,
Âşkı bilen, gâyet nâdir;
Söz söylemek bilmez idim,
Yaktın beni ettin şâir.
Yakınca düşürdün dâra.
Ciğerime bir çok yara!
Tâ ezelden vâdeyledim;
Canım fedâ olsun (Yâr)a.
Âşk, yaraya oldu cerrah,
Yarar iken çok ettim âh;
Yardı, yaktı, iyi etti,
Şimdi gönlüm oldu ferâh.
Yürek lâzım dayanmaya,
Ateş de lâzım yanmaya;
Cerrahta merhamet olmaz,
Onun bağrı sanki kaya.
O cerrah benim Dilberim,
Yararken olmaz haberim;
Gelir, beni yakar ise,
Berâber yanar kederim.
Ah Dilberim! Senin aşkın,
Bu benim başımdan aşkın;
(Emre)! seni seyredince,
Bu âlemde oldu şaşkın.
29.12. 1942
Kendi hâlimi deyim;
Okumadım, ümmîyim;
Buradan gidiyor yolum;
Şâhımdan mahrum muyum?
Nasip olmadı mektep,
Süremedim mürekkep;
Cânâna vâsıl etti,
Halîl’den gelen (Edeb).
O oldu bana hoca.
Okutmuştur doyunca;*
Ciğerimi çıkarıp,
Ayağına koyunca.
Gösterdi, heceledim,
Dediğini belledim;
Bu işler içten oldu,
Bir kitap ellemedim.
Bu bilgi, içten içe;
İsteyen, candan geçe;
Bende varlık görürdüm,
Beni çıkardı hiçe.
(Hiçlik), her mâkâm hoşu,
Yoktur iniş, yokuşu;
Gece gündüz yürü, var,
İyi seyret sarhoşu.
Durmaz, ederler düğün,
Bayram ederler her gün;
Eğer görmek istersen,
Sen yan, verirler dürbün.
Unutsan dünü, günü,
Âşk’a döndersen yönü,
Kalbinden işitilir,
Âşk çalgısının ünü.
Ben olsam orda hâdim,**
Kabûl ederse (Hâdî)m;
Tâ ezelden böyledir
(Hâdî)me olan vâdim.
Ben istemem saltanat,
Dilemem böyle murâd;
İstedim, tâbi oldum,
Haktandır her zuhûrat.
(Emre)! sen burdan gitme,
Bu kapıyı terk etme,
Sonra seni kovarlar,
Hazineyi tüketme.
1942
———————–
*Doyuncaya kadar.
**Hadim: Hizmetçi.
Emre – Allah seni inandırsın, bu kadar uzun, bu kadar güç dediğimiz bu yol, iki adımdır: Bir adım dünyâdan çık, ikinci adım orası: Hiçlik! Hiçlik! Doktor Sâim Ali Bey’in dediği gibi. Oku hele bakalım onun gönderdiği mektubu… Ne güzel söylemiş.
(İç Kaynak – Aziz ve merhum Hocamız Sâim Ali Dilemre’ye, (Yeni Yunus Emre ve Doğuşları) adlı kitabı gönderdiğimiz zaman, kendisinden aşağığdaki mektubu almıştık.)
Cemiyetle olan temasında, tedris hayatında, hatta resmî ve siyasî davranışlarında bile, büyük bir kemâl eseri olarak, hâdiseleri dâima mîzahî tarafından yakalayarak ağızlarımız kahkahayla açılırken, kapanan gözlerimizin önüne seren Prof. Dr. Sâim Ali Dilemre’yi bu mektubundaki kadar ciddi görmek, güldürmeden konuşuyor görmek, onun sık rastlanan hallerinden değildir. Onun bu mânâlı ciddiyeti, Büyük Mutasavvıf İsmail Emre’yi idrâk edişinin derecesini gösterdiği kadar, bizleri uyandırmak için de olsa gerektir.
Sayın Hocamızın kıymetli mektubunu okuyucularımıza sunuyoruz:
Kadıköy
10.02.1952
Aziz evlâdım,
(Yeni Yunus Emre)yi büyük minnettarlıkla aldım. Siz, bu muazzam dervişin âşıkı olduğumu nasıl keşfettiniz?
Bu derlemenin kesâfetine bakınca, dervişten bu yana, artık bizim için meçhul bir şey kalmamış demektir. Hakikaten şâyanı takdir bir eser. Mevlânâ’dan pek daha çok Türk olan bu sâf, riyâsız Anadolu kokan, derin ve yüksek ruhlu Dede’nin bizim antolojide sofîlik yönünden bir eşi daha gelmemiştir. Durmadan terennüm ettiği aşk ve ateşten murâdı, dünyevî hiçliktir. Elhâk, âdemiyetin durumu kadar acı bir şey var mıdır?
Acaba bizimle bir eğlenen mi var? Yalnız büyük gerçek şudur:
Dünyâ hîç, kâr-i dünyâ heme hîç. Ey hîç! Beray-i hîç mepîç!)*
Beni ihyâ ettin sevgili evlât. Sağ ol. Tekrar teşekkür eder, kucaklarım.
El-ma’lûm
Doktor Saim Ali (Dilemre)
EMRE’den Nükteler, Vecîzeler, İrticâli Cevaplar
*Emre – Allah! Demesini bilen bir insan deli olmaz. Deli olanlar: Allah’ta fâni olmamış sahte şeyhlerin, bizzat kendileri Allah! demesini bilmeyen şeyhlerin delirttikleri kimselerdir. Müritlerine mânen hâkim olamadıklarından, biçareleri delirtirler. Çünki müritleri kendilerinden daha müstaittirler; ileri gitmek isteyince rehbersiz kalır, delirirler.
*Emre – Şeriat = Şeri at! Hakikaten, şeriat, yalnız kaideler, nizamlar topluluğu demek değil, asıl şeriat, nefisteki şerleri atabilmektir.
*Emre – İnsan, hakkı, hakikati her gördüğü yerde tanımaz ve kabûl etmezse, daimî bir azap içinde yanar.
*Emre – Her şey şerhedilir de, bizim bu hâlimiz şerh edilemez. Ancak, zamanla ve muhabbet yoluyla olur bu iş.
*Emre – Dayaktan korkan çocuklar ıslah olurlar. Korkmayanlar sonra kendilerini cehalet, sefalet değnekleriyle döğerler, hattâ uykularında bile döğerler.
*Emre – (Defineler, hiç inlemezse, yedi senede bir inler.) diyorlar, işte Rızâ Murad Bey, Malatya’da inleyip, bu hâli ekip duruyor. Bu sözü, bu hâli anlatmak için söylemişler.
*Emre – Duran Emmi bir ilahi söylesin.
D.E – …….
Emre – Çabuk!
D. E. – Bep! Bep! Bep!
Emre – Yok, böyle söyleme.
(İç Kaynak – Duran Emmi’nin dâimâ hazır ve gergin duran gönül davuluna Emre, bakışlariyle veyâ sevgi hamlelerinden ibaret hareketlerle vurunca Duran Emmi’nin ağzındân, elinde olmadan, o hamlelerin kuvvetine ve tazyik derecesine göre bep! bep! diye sesler çıkar. Emre, bu cezbe tecellisinin de bir nevi ilâhi söylemek olduğunu anlatmak için. “Yok, bu tarzda söyleme!” diyor.
Nasreddin Hoca Fıkralarının Tasavvufî İzâhı
Bu Garip Başım Bağdadı da mı Görecek?
Bir gün birisi, Hoca’ya rica eder:
—Senin ifâden düzgündür; bize bir mektup yazıver.
—Mektup nereye gidecek?
—Bağdat’a.
—Bu garip başım Bağdat’ı da mı görecek?
—Neden Bağdat’a gitmen icâp ediyor?
—Bunu bilmiyecek ne var. Benim yazımı benden başka kimse okuyup anlıyamaz da ondan.
EMRE’nin Tefsîri:
Hakikat, kitaplardan okumak suretiyle anlaşılsaydı, mürşide lüzum kalmazdı. Bir ilkokul talebesi okumayı öğrenmiştir ama, lise kitaplarını okuyup anlıyabilir mi? Öğrenmek için mutlaka hocaya ihtiyaç vardır.
Hoca, (Benim hakikate dâir olan sözlerim kulaktan kulağa, veyâ yazılı olarak Bağdada kadar gitse bile, kimse anlamaz. Ancak ben izâh etmeliyim ki anlasınlar.) demek istemiş.
İnsan, mürebbisinin karşısına geçecek, onun gözünden, sevgisinden gıdâ alacak ki istifâde edebilsin. Söz veya yazı, ilmin fotoğrafıdır. İnsan fotoğrafı görmekle, fotoğrafın sahibini görmüş gibi olur mu?
Bir gün Nâil efendilerde oturuyoruz. Kaçkaç’tan da yeni gelmiştik. Ben kerevette, Efendi’nin arkasında oturuyorum. Her vakıt beni arkasına oturturdu; kendisini meşgul mü ederdim, neydi…
Güzel bir sohbet açılmıştı: Yeni gelenler de vardı. Bir ara, Efendi bana döndü: (Ulan ben bunlara desem ki Allah budur, (vay bu muymuş?) derler, kaçar, giderler. Biraz, emek çekmeleri lâzım) derdi. Bu sözleri bana, yanındaki adamın boynunun kütüğünden söylemişti. Efendi gittikten sonra, o yanındaki adam bana: (Efendi sana ne söyledi?) dedi. Anladım ki, Efendi’nin söylediği sözleri kimse duymamış. Demek ki karşı karşıya gelmek bile kâfi değil; ille muhabbet zuhur etmeli ki onun sözlerini anlayabilmeli.