Sual – Allah’ın, kullarını imtihan ettiğinden bahsederler. Ne lüzum var bu imtihana?
Emre – Allah’ın kulunu imtihan edişi, o kula kendi hâlini bildirmek içindir. Kullar, yani insanlar çocuk gibidirler; kendi hâllerini bilmezler. Allah, herhangi bir hadise ile kuluna, içinde bulunduğu hâli bildirir. Meselâ kumara müptelâ ise, ona daha fazla kaybettirir, müşkül bir duruma düşürür; belki dayak da yedirir. Allah’ın maksadı, bu kulunu o iptilâdan vazgeçirmektir. Kul bu imtihanı kazanırsa, yani başına gelen felâketten ibret alabilirse, Allah’ın lûtfuna mazhar olur, zevke dalar; ibret alamazsa azâba düşer. Bunu anlatmak için “Nakşî” mahlaslı bir mutasavvıf şair:
(Seni ol sana bildirmek, muradı, kasti Mevlâ’nın)
diyor. Allah bize Allah’lığımızı değil, kulluğumuzu, kabahatlerimizi bildirir. Öbür taraftan biri çıkıyor, tasavvufî sözleri kendi aklına göre yanlış anlıyor, “Ben Allah’mışım!” diyor, bu suretle bir belâya daha düşüyor.
Birgün, Develioğlu, Konya’da irfâniyyetçi bir mevlevî ile konuşuyormuş. Mevlevî irfâniyyet belâsına tutulmuş, mütemadiyen “ben Allah’ım!” diyormuş. Develioğlu ona: (Arkadaş, ben Allah mallah değilim; ben doğrudan doğruya kulum, lâkin sana bir sual soracağım. Madem ki Allah’lığını iddia ediyorsun, o halde soracağım suale cevap ver: Kur’ân’da “Hel eta alel insani hinün mineddehri lem yekün şey’en meşkura” diye bir âyet var. Mânâsı: (Allah, insanı, zikre şayan hiçbir değeri olmadığı bir halde, uzun zaman bekletmedi mi? Dehr suresi birinci âyet)
(Bu âyetteki zaman, hangi zamandır, bana onu söyle?) diyor. Mevlevî şaşırıyor, (ne bileyim ben…) diyor. Bunun üzerine Develioğlu: (Peki sen ne biçim Allah’sın? Bu âyeti söylerken sarhoş muydun?) diyerek adamı uyandırmaya çalışıyor.
“Tevhîd”in ne olduğunu anlamayanlar, mutasavvıfların tefsire muhtaç sözlerini olduğu gibi kabul ederek yanlış yola sapıyorlar. Mutasavvıfların şu türlü sözleri vardır:
Sensin Rahmân, sensin Rahîm, Sensin ilim, sensin, Âlim,
Acep senden başka var kim? Eğer seni unutursan.
Bu esrarlı sözleri duyan bazı kimseler, biraz evvel adı geçen mevlevî gibi, “Rahîm de benmişim, Rahmân da benmişim.” diyerek kendikendilerine Allah olup ortaya çıkıyorlar. Hâlbuki şiirde ne diyor? “Eğer kendini unutursan Rahîm de sensin, Rahmân da sensin” diyor. Yunus Emre’nin: “Sen çıkarsan aradan, kalır seni yaradan.” dediği gibi. Biz yok olunca Rahmân da O, Rahîm de O. Nerde kaldı kulun Allah’lığı… Kul, hiçbir zaman Allah olamaz; fakat isterse Allah, kulunu istilâ ve ihâta eder ve sözlerini oradan söyler.
Kâmiller, “Tevhîd” ilmini anlatmak için ne kadar uğraşırlar… “Ben olacağım” diyen hiç bir şey anlayamaz, hiç bir şey olamaz. Zaten bu yolda “Olmak” yok, “yok olmak” var. Bir öğretmen bütün talebeleri kendi gibi öğretmen yapmak için değil, öğrendiği ilmi onlara da öğretmek için çalışır. Daha doğrusu talebenin içinde o ilim varsa, onu meydana çıkarmak için uğraşır. Öğretmen, “Tevhîd” ilminde fânî olmuş; talebelerini de o ilimde fânî ederek, yok ederek diriltmek istiyor. Tevhîd ilmini öğrenen de ölecek, öğreten de. Bâki olacak olan, “ilim”dir.
Demindenberi anlatmak istediğimiz fiili, yani Allah’lık iddia etmek suçunu bize de isnâd edenler var. Hâşâ. Bizi, herkes kendi aklına göre anlıyor. Şurdan, burdan birçok mektuplar geliyor. Kimisi bizi şeyh, tarîkatçı zannediyor. Biz ne şeyh, ne tarîkatçı, ne evliyâyız. Biz âşıkın mâşuk’u, mâşuk’un da âşıkıyız. Biz ilâhî bir gayeyle sevmek ve sevilmekten başka bir şey bilmiyoruz. Bize Allah’lık isnâd edenler baksınlar: Gözümüz çapak, ciğerimiz balgam dolu. Ufacık bir nezlenin bile zebûnuyuz. Birkaç sene evvel doğmuş bir doğuş vardı, “Birçoğunun dilinden dersin kelâm” diye başlıyordu. O doğuşu okusak… Hem bize, hem de dinleyenlere ne güzel ibret dersleri var o doğuşta:
Kitap I: Doğuş 1015
Birçoğunun dilinden dersin kelâm,
Birçoğuna, Cânân verirsin ilham,
Bildim, bütün kuvvet senindir Mevlâm,
Ne sebepten ben bana ben! diyeyim…
Tutuşturdun Fir’avn ile Mûsâ’yı,
Seni bildi, teslim ettin (asâ)yı,
Çarmıhlardan sen kurtardın Îsâ’yı,
Ne sebepten ben bana ben! diyeyim…
Ruhsat vermez isen döner mi lisan?
Eğer dersem, hâlimi edenğ(1) ilân,
Sultanımsın, mekân kurduğun: insan.
Ne sebepten ben bana ben! diyeyim…
Söz senindir, beni ettin tercüman,
Çünkü benim dilim dönmez her zaman,
Ben kapında bir kulum, sensin Rahmân,
Ne sebepten ben bana ben! diyeyim…
Söyletmezsen, dilim etmez hareket,
Görünmezsen her taraflar olur sed,
Bülbül olur dilim, edersen himmet,
Ne sebepten ben bana ben! diyeyim…
Aşkını verirsen Cânânım, eğer,
Dil bir çeşme olur, cevherler döker,
Himmet olmaz ise kullar ne çeker…
Ne sebepten ben bana ben! diyeyim…
Sen Rahmânsın, ben kapında bir kulum,
Boynum bükük, elim bağlı dururum,
Nice zaman orda dayandı yolum…
Ne sebepten ben bana ben! diyeyim…
Bir an sonra bilmem başa ne gelir…
Sen (Habîr)sin, benim aklım ne bilir…
Sana karşı bütün boyun eğilir…
Ne sebepten ben bana ben! diyeyim…
Sana mahkûm nice nice hükümdar…
Derde düşse, hep senden çare arar,
Gafil olan, seni ediyor inkâr…
Ne sebepten ben bana ben! diyeyim…
Bir zaman ben! dedim, ettim tecrübe,
Hasretine düştüm, eyledim tövbe…
Beni muhtaç etme dine, mezhebe…
Ne sebepten ben bana ben! diyeyim…
Yalvarırım, senden ayırma beni,
Otuziki yıldır ararım seni,
(Emre) buldu, attı can ile teni…
Ne sebepten ben bana ben! diyeyim…
Onun için haline sensin hâkim,
Bu göz gördü, inandı, demiyor: kim?
İnanınca kalbini ettin selîm…
Ne sebepten ben bana ben! diyeyim…
23.4.1948
(1) Edenğ: edersin.
“Ben” diyen, o Kudretten ayrılıyor. Bunun için Allah: (O “ben”i öldürün!”) diyor. Onun “öldür!” dediğini kurtarmaya çalışan, kurtulamaz. İlle kendimizi bir tarafa bırakıp herkesin kurtulmasını isteyeceğiz ki Allah’a yakın olabilelim. Her “ben!” demede, Hz. Muhammed’in Muaviye’yi sürdüğü gibi, biz de hakîkat diyarından, sürülüp gitmedeyiz.
– Şu “ben!” dediğimiz şey ne kadar kuvvetli… Kendisi vücudumuzdaki, “ben” gibi küçük bir şey amma bizi alt ediyor. Yunus Emre:
Bir küt ile güreştim,
Elsiz ayağım aldı.
diyor. Ama insan, o Kudret’in menbaına atılınca haddi mi var ki yanaşsın… Nereye kime yanaşacak? O menbaa atılıp yok olan insanı nasıl görecek? Yokluğun gölgesi olur mu? Varlığın mutlaka gölgesi vardır. Her şeyin gölgesi, karanlığın kendindendir. Bu karanlık gitmedikçe, ebedî dirileri anlayamayız. Mısrî Niyâzî’nin şu şiiri bunu anlatıyor:
Hamr-i “Ru-yi yar” ile sekran olan anlar bizi,
Katrasın bahr eyleyip umman olan anlar bizi,
Cahil anlamaz, zevil’irfân olan anlar bizi,
Anlamaz hayvan olan, hayran olan anlar bizi.
diyor. Son mısradaki “hayvan” kelimesi hakaret olarak kullanılmamıştır; arapça’da “canlı” mânâsındadır yoksa, o büyük adamlar kimseyi hor ve küçük görmezler.
İlim, hâl, akıl, mantık, maani… Bu anlayışa mânidir. İlmin sonu, varır, gurura dayanır. Mutasavvıflar, ilimlerinden gurur değil, iftihar duyarlar. Ehli gafletin gururu, kendilerini çocuklarından bile ayırır, onlara bile düşman eder. Ehli tasavvufun iftiharı ise, kendilerini bütün mevcûdât ve mahlûkat ile birleştirir. Onlar kendilerinden başkalarının yükselmesi, ihyâ olması ile iftihar ederler. Evliyâullah’a her şey helâl demiyorlar mı? İşte böyle helâl: Herşeyi kendi varlıklarının birer parçası olarak görürler. Bir kısım insanlar da yanlış ve kötü bir inanışa mahkûm ve esir olarak, bu sözdeki “helâl” hükmünü “Başkalarının ırzı, namusu da helâl” sûretinde tefsir ederek vicdanlarını kirletirler. Halbuki bu şenî fiil, bir babanın, evlâdına taaruzundan başka nedir? Allah’da fânî olan bir insan için ne şehvet vardır, ne bir şey… Bir kör için güneşe bakmak, haram mıdır? Körler için, nasıl, güneş yoksa, nefislerini öldürmüş olan mutasavvıflar için de şehvet güneşi yoktur. Bir mutasavvıf için, bütün insanların malı, mülkü, ırzı, namusu, müdafaa ve muhafaza etmek için helâldir, kendisine aittir; kullanmak için değil. İnsanların herşeyleri, yine kendilerine ait kalmak, kendi malları olmak şartıyla bizimdir. Bize düşen vazife, başkalarının ırzını, malını sadece muhafaza ve müdafaa etmektir. İşte insanların, malını ve ırzını bizim malımız ve ırzımız farzederek müdafaa edeceğiz. Bir çiftlik sahibinin herşeyi vardır: Atı, arabası, makinesi, hayvanları. Fakat bunların hepsini kendi idare edemez. Ata seyis bakar; makineyi makinist kullanır; sürü, çobanın idaresindedir. Hakiki sahip kendisidir amma bütün herşeyi muvakkat sahiplere terk etmiştir. Allah da böyledir. Herşey kendinin olmakla beraber, bunları bize terk etmiştir. İşte Allah’ta fânî olan insanlar da böyledirler: Kimsenin malına, mülküne, namusuna müdahale etmezler; fakat onları müdafaa ve muhafaza ederler.
İnsanı felâha ve huzûra, para değil, ahlâk götürür. Bu, şüphesizdir. Zaten ahlâk tamam olmayınca ne ilmin kıymeti olur, ne de, servetin. Ahlâk maddî, mânevî her kuvvetin tohumudur. Ahlâk tohumunu eken, ilim, servet ve huzûr ağacından meyva alabilir. Yegâne huzûr da “Tevhîd”dedir.