Sual – Diğer peygamberler “Vahdet” üzerinde yürümediler mi?
Emre – Eserleri meydanda. Kitapları, kendi hâllerinin ifadesidir. İncil ve Tevrat, hakîkati Kur’ân gibi anlatabiliyor mu? Onlar “Tevhîd”i anlamamışlar ki anlatsınlar. Mâmâfih onlar da “Tevhîd” binasının yükselmesine çalışmışlardır. Biri, bu binanın, meselâ temelini atmış; öbürü gelmiş duvarı birkaç metre yükseltmiştir. Îsâ’yı, Mûsâ’yı, Mustafâ’yı ortadan kaldırırsak, binayı yapan “Bir”dir. Onlar gitti, fakat Allah bâki. Yarın bu âlemden biz de gideceğiz; lâkin söyleyen ile dinleyen daima bulunacak, bâki kalacak. Fakat, ne kadar söylense anlaşılamaz. Hakîkat, ancak bu benliği maddeten değil, aklen öldürdükten sonra anlaşılır. Hakîkati anlamanın, bilmenin yegâne yolu, bilmediğimizi itiraf etmektir. Bizi “Hakîkat”ten ayıran perde, bilgimiz, “ben biliyorum” dememizdir. O perdeyi kaldırınca, yani “ben hiç bir şey bilmiyorum, âcizim” deyince Hakîkat meydana çıkar. Bugünün gençlerinin, bilmedikleri şey hususunda “bilmiyoruz” diyebilecek insafları, vicdanları vardır. Hakîkati asıl bunlar öğrenecekler ve öğretecekler. Bazı kimseler, kadınların “Hakîkat ilmi”ni öğrenmelerini istemezler; onları bu seviyeye lâyık görmezler. Bu zihniyet, kadını erkekten aşağı gören geri cemiyetlerin zihniyetidir. Hâlbuki, bir milletin terbiyesi, kadınların eseridir.
Kadınlar münevver olmazsa, erkekler ne kadar tahsil etseler, mayalarında eksik ve ham taraflar kalır, yani hakîki münevver olamazlar. Çocuğu kadın terbiye eder. Vatanın, milletin terakkisi kadının elindedir. “Ana”, doğurana derler; Milletin anası kadındır. Erkek doğurmadığı için çocuğu hakkıyle terbiye edemez. (Kırkında neyse, kırkında odur) derler. Bu söz ana terbiyesinin ehemmiyetini gösterir. Çocuğun kırk günlükken alacağı terbiye, kırk yaşına yani ömrünün sonuna kadar hükmünü icra eder, deniliyor. Kırk günlük çocuğun dilinden de ancak ana anlar. Yani erkeği yetiştiren, kadındır. Onun için kadının her bakımdan, erkekten daha iyi yetişmesi, daha iyi bilmesi lâzımdır.
Hakîkati anlamakta kadınlarla erkekler arasında hiçbir fark yoktur. Hakîkati anlayacak olan şey, akıldır. Aklın erkeği, dişisi olur mu? Erkeklik, dişilik, maddî ve uzvî bir şeydir. Tasavvufta erkeklik, nefse hâkim olmaktır. Nefsine mağlup ve mahkûm olan her erkek, kadın; nefsine galip ve hâkim olan her kadın da erkektir.
Bizim asıl dikkat ve itinamız kadınlara, cemiyetimizin bugünkü ve yarınki analarınadır. “Vahdet”in tadı da işte bu hizmettedir. Hizmetin yegâne mükâfatı, aldığı tad, lezzettir. Ağız bütün vücut için çalışır, yorulur, fakat tadı da o alır. İnsanlar, “beşer”lik devrelerinde vücutlarını beslemek için ağızlarıyla yerler. Vücut sarayının içindeki Sultan uyanınca, yani insan kendikendisini idrâk etmeye, başlayınca kulaktan gıda almaya, söylenmiş veya söylenen “Hakîkat” sözlerini duymaya başlar.
Sual – Keşke duyabilsek…
Emre – Duymak için kulağımızı kendisine vermemiz lâzımdır. Zaten kulağımız da onun amma, biz gafil olduğumuzdan onu sahipleniyor, onu bizim zannediyoruz. Fakat bunu yapmak kolay mı…
Hani bir doğuşun sonunda: (Emre dersin; kolay ise durma yap) deniliyor ya; hakîkaten öyle: kolaysa hiç durmadan yapalım. Hakîkaten kolay değil. Eski inanış binamızın yerine büyük bir îmân sarayı yapabilmek için eski binayı yıkmak lâzımdır. Bu da pek kolay bir şey olmasa gerek. İşte, (Zilzâl) sûresindeki “zelzele” bu binanın yıkılması lüzumunu anlatıyor. Bu doğuşlar ilk doğduğu sıralarda, doğuşlardaki şeriata aykırı sözleri hazmedemezdim; bu sözler ağzımdan çıktığı için tövbe ederdim. Sonra anladık ki tövbe etmek de bir varlıkmış. Düşündüm ki; Söyleyen ben miyim? “Neme lâzım…” dedim, o dertten de kurtuldum.
Develioğlu, o büyük adam bize işin esasını anlatıncaya kadar neler çekti… Benim gibi bir âcize dert anlatmak için sabahlara kadar söz söylerdi. O anlatırken, ne dediğini anlayamazdım. Yüzüne bakarken, sesi uzaktan gelir gibi olurdu. Kendimi muallâkta hissederdim. Buna rağmen o, bıkmadan, usanmadan, anlatır, anlatırdı.
Sual – Kader meselesine ne dersiniz?
Emre – Akıl, kaderi anlayamaz. Akıl, bilici bir kudrettir. Kader, Allah’ın tâyin ve takdîr ettiği bir şeydir. Aklın bilgisi Allah’ın bilgisi yanında nedir ki onun hikmetini ve işlerini anlıyabilsin… Cüz, Küll’ü anlayabilir mi? Biri damla, biri hudutsuz bir deryâ.
Mamâfih, Allah’ın takdîr ettiği şeyler de var, bizim takdîr ettiğimiz şeyler de var. Yani bazı hâdiselerin oluşu bizim elimizde değildir; bazı hâdiselere de biz sebep oluruz. Her işimizi “takdîr”e bırakmak doğru değildir; tedbîri de elden bırakmamalıdır.
Sual – Tedbîr nedir, takdîr nedir?
Emre – Yapmasına veya yapmamasına gücümüzün yetmediği şeyler “takdîr”, gücümüzün yettiği hâdiseler ve işler de “tedbîr” dir. Yapması elimizden gelen bazı şeyleri ihmâl eder, yapmayız; sonra da bu ihmâlden doğan zararın mes’uliyyetini “Allah’ın takdîri böyleymiş.” diye Allah’ın üzerine yükleriz.
Sual – Takdîr bozulur mu?
Emre – Takdîri yazan bozamaz mı?
Cevap – Bozabilir.
Emre – Öyleyse, takdîri yazanı bulursak onu bozdurabiliriz de, öyle değil mi?
“Ecel” denilen bir “takdîr” daha var ki, ona akıl hiç ermez. İki türlü ecel var derler: 1) Ecel-i kazâ, 2) Ecel-i müsemmâ.
“Ecel-i kazâ”, otomobil çarpması, harp darp gibi hâllerde âni olarak vukua gelen ölümdür. “Ecel-i müsemmâ” , “isimlenmiş ecel” demekmiş; yani zamanı tayin edilmiş ölüm. Ecel-i müsemmâ ile göçenlerin ekserisi gece ölürler. Gündüz ölenler daha azdır. Ölümler gibi doğumlar da gece olur. Çünkü çocuklar ana rahmine gece düşerler. Hep tabiata bağlı. Yani ölümün de vakti, saati vardır. Fakat “akl-ı cüz” bunu bilemez. Akl-ı cüz, bir müessesenin bekçisine benzer. Akıl, vücut müessesesinin bekçisidir. Bekçinin müessesenin nesinden haberi olur ki… Muhasebesinden mi, idaresinden, kârından, ziyânından mı? Hiçbir şeyden haberi olmaz. Aklın bilgisi de, tedbîri de bekçinin bilgisinden farksız. Ölüm bizim irâde-i cüz’iyemize tâbi bir şey olsa, hiç kendi gönlümüz ve arzumuzla ölür müyüz? Amma bir de “vâde”den bahsederler. “Vâde” söz vermek, vâdetmek; bir de zaman, müddet mânâlarına gelir. Ölen bir kimse için “vâdesi yetmiş, vâdesi gelmiş” diyorlar. Akıl, artık vücut içindeki vazifesinin bittiğini, oradan çıkıp gitmek icap ettiğini anlayınca vücudu terk eder, gider. İşte “vâde” budur. Fakat, vücutta artık yapacak iş kalmadığını anladıktan sonra orayı seve seve, isteye isteye terk etmelidir. Tevhîdin esrârına vâkıf olmayanlar, yani gideceği yeri bilmeyenler ağlaya ağlaya ölürler. Çünkü istemedikleri bir hâl içinde haşroluyorlar. Ölmeden evvel ölenler ise, gidecekleri “Gönül”ü bildikleri için sevine sevine, güle güle giderler. Lâkin “ölmeden evvel ölme”nin mânâsı bir değil ki… İnsan, her kelâma, her mânâya, her ilime göre ölecek de yeni kelâma, yeni mânâya ve yeni ilme göre dirilecek. Akıl anlamalı ki kendisi bu etten, kemikten ibâret vücut değildir. Anadan doğar doğmaz ölmeye başlıyoruz. Siz şu kadar sene evvel çocuktunuz; şimdi yaşını başını almış bir insansınız. O hâliniz, yani çocukluk hâliniz ölmüş. Şu halde durmadan bir gidiş var. Eğer “Dirilik ÂIemi”ni bilmiyorsak ölüme doğru gidiyoruz demektir. İşte bizim çalışmamız da, ölümden kurtulup “Dirilik Âlemi”ni bulmak içindir. Gâyemiz, kalbimizi temizlemektir; yani “kalb-i selîm” olmadıkça kurtuluş yok. Kalbimizde, aklımızda ne sevâb ümidi, ne günâh korkusu kalacak; Rabbımızda fânî olacağız. Tek kurtuluş yolu bu. Bir hikâye söyleyim mi?
Bağdad’taki Arap hükümdarlarından biri, tebaasına dellallarla “kim bana bir hediye getirirse onu ihyâ edeceğim” diye nidâ ettiriyor. Çölde oturan fakir bir arap da duyuyor bunu. Karısına: “Ne götürelim padişaha ki bizi ihyâ etsin?” diyor. Karısı diyor ki “Çölde sudan kıymetli ne var… Su götür”. Adamcağız, içecekleri sudan iktisat ederek bir testi su biriktiriyor, onu omzuna alıp Bağdad’a gidiyor. Bakıyor ki sarayın kapısında binlerce insan toplanmış. Herkes, en çok neyi seviyorsa, onu almış, getirmiş. Zannediyorlar ki, kendileri neyi seviyorlarsa padişah da onu sever. Yani herkes zannını ve arzusunu alıp getiriyor, padişaha takdim etmek istiyor. Sarayın önünde herkes bir ağızdan bağırıyor amma, ne dedikleri anlaşılmıyor; bir gürültüdür gidiyor; fakat sarayın kapısı açılmıyor. (Bu bağırtıları teker teker dinlemezsek anlayamayız zaten.) Neyse, bedevî oradaki insanların getirdikleri hediyelerin, değer bakımından kendininkinden çok üstün olduğunu görünce ümitsizliğe düşüyor. Sarayın etrafını ve bahçeleri gezip tetkike başlıyor. Bahçenin bir yerine geliyor ki orada berrak bir çay akıyormuş. Adamcağız çölde hiç akar su görmemiş; “Bu nedir?” diye hayret ediyor. Suya benzetiyor ama tam emin de olamıyor. Hele şunu bir tadayım diyor. Bakıyor ki leziz bir su. Kendi getirdiği suyun bu su yanında acı ve tuzlu kaldığını anlıyor ve daha çok me’yûs olarak başındaki testiyi, yani içinde acı ve tuzlu arzular bulunan akıl testisini akan suya atıyor. Testi cum! diye suya düşünce, çıkan sesi, oradaki gül fidanlarının arasında vezirleriyle tavla oynayan padişah duyuyor ve bedevîyi görüyor. Arabı huzûruna çağırıyor, ona kendisinin padişah olduğunu söylüyor ve “Nedir o suya attığın?” diye soruyor. Arap da meseleyi anlatıyor. Padişah:( Aferin! Bu binlerce insan içinde yalnız sen kazandın. Sarayın kapısında bekliyenlerin ellerinde kendi arzuları ve varlıkları var. Kıyamete kadar bağırsalar, bu kapı onlara açılmaz. Bu saraya yoklukla gelenler kabul edilir. Allah’ın hazinesinde herşey var, yalnız “yokluk” yok. Allah kulundan ancak yokluk kabul eder!) diyor. İşte bütün arzulardan ve zanlardan temizlenmiş kalbe “Kalb-i selîm” diyorlar. Bu yokluğa mutasavvıflar kâh “hiçlik” demişler, kâh da “ölmeden evvel ölmek” demişler. O çöl arabı gibi, aklımızın arzu testisini, durmadan akan “âb-ı hayât” ırmağına atmazsak kurtuluş yok. Böyle yapmazsak, neyi seviyorsak onunla haşrolur, gideriz. Arzuları, sevgileri toplaması kolay da silkeleyip atması zor.
Hakîkat “sehl-i mümtenî” gibidir; yani söylemesi kolay de yapması zor. Yüzünü “Hakîkat sarayı”na çevirenler “Padişah”ın kendisi, çevirmeyenler yabancıdır. Onun için Kur’ân’da “bilenle bilmiyen bir olur mu?” deniliyor. Amma bu sarayın kapısı bilâtefrîk herkese açıktır. Ne kadar günâhkâr olsak, yüzümüzü ona dönünce, O bize kucağını açar. Bunu anlatabilmek için Mevlânâ güzel bir şiir söylemiş; onu okur musunuz?
Bâz â, bâz â, her ançi hesti bâz â,
Ger kafir ü gebr ü bütperesti, bâz â.
İn dergeh-i mâ dergeh-i nevmidi nist,
Sad bâr eğer tevbe şikesti, bâz â.
Emre – Ne diyor, tercüme edelim bakalım?
Geri gel, geri gel. Ne olursan ol, geri gel.
Kâfirsen de, ateşperestsen de geri gel,
Bu bizim kapımız, ümitsizlik kapısı değildir,
Ettiğin tövbeyi yüz kere bozduysan bile, yine geri gel.
Emre – Oh! Mevlânâ’nın bu sözü hadîsten daha büyüktür. Çünkü Mevlânâ bu şiiri Allah’da fânî iken söylemiştir. Yani Mevlânâ’nın ağzından söyleyen, doğrudan doğruya Allah’tır. Muhammed “ümmetim!” der; fakat Allah “kullarım!” der.
Madem O; “Gel!” diyor, biz de gideriz. Nasıl kabul etmezmiş… Kabul etmezse sarayını yıkarız be!