04 Mayıs 1953 | Sayı: 72

18 Mayıs 1953 | Sayı: 73
06 Nisan 1953 | Sayı: 70

Sual – Bazı kimseler: “Allah hidâyeti herkese nasip etmez” diyorlar. Ne dersiniz?

Emre – Hiçbir kimse Allah’tan ayrı değildir. Allah kimseye iltimas etmez. İş nasibe kalırsa, adaletsizlik olur. Nasip denilen şey var amma, bu iş için yok. Nasip, mezahir âlemi içindir; o âlemde nasip masip yok. Allah, dilediği kimselere değil, herkese ilân ediyor; (Kim bana bir karış gelirse, ben ona bir arşın giderim!) diyor. Allah yalan söylemez. O, istediğine “beri gel!”, istemediğine “öteye git!” demez. Herkesi davet ettikten sonra, artık nasibin yeri kalır mı? İnsanı Allah’a götürecek olan şey nasip değil aşktır. Aşk ne kadar çok olursa yol o kadar kısalır. Aşkı bir ışığa benzetelim. Bu ışık Toroslarda olsa, ondan istifade edebilir miyiz? Aşk, her şeyi muhît bir kudrettir, vücudu görülmeyen bir kudret. Onun kudreti, yine aşkla görülür. Aşkı olmayan insan aşkı bilemez. Aşk kudreti herkese verilmiştir. (Mürebbî) terbiyesi olmayan insanlar bu aşk kudretini, herhangi bir şeye veya bir eğlenceye sarfeder, yitirirler, sonra da “Allah bize nasip etmemiş” derler. Hâlbuki bize verilen bu aşk kudretini,  o aşkın menbâını, hazinesini aramak için sarfedersek, aradığımızı mutlaka buluruz. O hazineyi bulup orada yok olmak en büyük devlettir. Bizi bu aşka ancak tefekkür götürür. Tefekkür bize âczimizi, hiçliğimizi öğretir. Düşünürüz: Ne kadar zengin veya âlim olsak, malımızın bir zerresini, veya ilmimizin bir harfini öbür dünyaya götürebilir miyiz? Hayır. Demek ki Allah’ın huzûruna gerek maddeten, gerek mânen çırılçıplak, yani âciz bir vaziyette çıkıyoruz. O halde nedir bu boş gururlarımız? Nedir ilmimize ve malımıza, mülkümüze bu kadar güvenip dayanmamız?

İnsan bu tarzda bir tefekkür yoluna başını eğerek adımını atınca, kalbinde aşk ateşi yanmaya başlar. Bu ateş, bütün fena huylarımızı yakar, temizler. Fena huylarımızı ve kabahatlerimizi aşk ateşinde yakmayıp da kendimiz birer birer temizlemeğe kalkışsak, imkânı var mı hiç… Terk edeceğimiz kabahat bizden daha yaşlı, daha tecrübeli ve daha kuvvetlidir. Kabahatin yaşı, Âdem’den bu zamana kadar kaç bin sene geçmişse o kadardır. Hâlbuki biz, çok çok elli yaşındayız. Binlerce sene yaşı olan bir kuvvet kendisine nazaran henüz çocuk denecek yaşta, elli yaşında bir mahlûktan korkar mı? Onu ancak aşk korkutur. Aşk gelince o korkar, kaçar.

İnsanın benliği ve fena huyları gidince, görgüsü değişir. (Ölmeden evvel ölme) hâli başlar.
Sırtımızda elli kiloluk bir yükle yol yürüsek, ne kadar sıkıntılı bir şey olur bu… Tıpkı bunun gibi, benlik de çok ağır, fakat çok tatlı ve zevkli bir yüktür. Zevkli olduğu için atamıyoruz ya… Gözümüz açılsa da onun ağırlığını bir anlasak…

İnsan bu âlemde neyi seviyorsa ona mahkûmdur. Benliği de, bu sevgisi ve bu mahkûmiyetidir. Bu benlik, gözümüzün, kulağımızın ve kalbimizin perdesidir. Azrailimiz de bu sevgidir. Ebedîyyen haşrolacağımız hâl de budur. Devesi olan bir adama soralım: (Bu deve kimin?); o cevap verecektir: (Benim). Bu sözün vurgusunu, aksanını ilk heceye alarak okuyalım: (Benim). Sen deve misin? Değil amma; bu kelime oyunu bize anlatmak istiyor ki neyi seviyorsak biz oyuz. Herhangi bir şeyle fazla meşgul olan ve onu seven kimselere, meselâ uykuyu çok seven ve gece gündüz uyuyan bir insana: (Uyuya uyuya uyku tulumu kesildin; yeter artık!) derler. Çok asabî ve hiddetli bir insana, hiddet ve gazap halinde (Barut musun mübarek?) derler. Demek ki ne ile fazla meşgul isek, biz oyuz. Haşrolmak da işte budur.

Dünyevî arzularımız, ayna kırıklarına benzer. Bunları kırıp birleştirsek de büyük bir (Tevhîd) aynası yapabilsek… Bunu da ancak (Muhabbet), yani (Aşk) yapabilir. Şeyhlik ve dervişlikle, tarîkatla, marikatla olmaz bu iş.

Sual – Peygamberimiz, (Din nedir?) diye soran birine üç defa (Din nasîhattir, din nasîhattir) demiş.

Emre – Peygamber, (Nokta) veya (mihver) diyebileceğimiz kimselerin, sorulan şeylere verdikleri cevap, soranın aklına göredir. (Din nedir?) diye soran adamın aklı “Nasîhat” meselesine takılmış; peygamberimiz de onun aklına göre cevap vermiş. İşte bunun içindir ki (İnsanlara akıllarına göre söz söyleyiniz) demiştir.

O adama (din nasîhattir) demiş; âşık bir insana da (din aşktır) diyebilirdi. Din, insanlara mahsus bir yol olduğu için herkesin mizâcına ve aklına göre değişir. İki müslümanın tutmuş oldukları din yolu, akîdeleri birbirinin tamamen aynı olabilir mi?

Kur’ân’daki hitaplar da böyledir; yani idrâka ve seviyeye göredir. Kur’ân’daki hitapların bir kısmı (beşer)e, bir kısmı (insan)a, bir kısmı da (Âdem) olanlaradır. Çocuğa çocuk diliyle, büyüklere de anlayabilecekleri dille hitap olunur. Çocuk, büyüğün dilinden anlamaz. Ona herhangi bir şeyi anlatmak istiyorsak onun seviyesine inmeliyiz. Bu ilim de öyledir. Bu ilmi, Türkçe bilmeyen bir Arab’a öğretmek istiyorsak, ya biz Arabça öğreneceğiz, yahutta ona Türkçe öğreteceğiz. Şefkat böyle olur. Bilen bilmeyenin hizmetçisidir. Biz onları büyük görürüz ama onlar hepimizin en küçüğü ve hizmetçisidir. Onların hiçbir iddiaları yoktur. Bilgilerinden de gurur duymazlar. (Ben biliyorum, ben şöyleyim, ben böyleyim) demezler. (Ben biliyorum) diyen şeytandır. Şeytan meleklerin hocası değil miydi? (Ben) dediğimiz şey bir damladır, (Deryâ-yı Ahâdiyyet)in bir damlasıdır. Hiçbir kimsenin benliği ve varlığı Allah’tan ayrı değildir amma, gururumuz bizi Allah’tan ayırır. Hâlbuki bir damlanın Deryâ-yı Ahâdiyyet’e nazaran ne kadar ilmi ve ne kadar kıymeti olabilir ki… Zaten bu yolun gayesi, damlalıktan, yani şeytanlıktan kurtulup O deryâya atılmaktır. Şeytan dedikleri şey, bizi Allah’tan ayıran ahlâkımız ve benliğimizdir.

Bu sırada konuşmayı dinleyenlerden bir zât, Fuzûlî’nin;

Hikmet-i dünya ve mafiha bilen, arif değil,
Arif oldur; bilmeye dünya ve mafiha nedir.

Beytinin bulunduğu gazeli okudu. Bunun üzerine Emre şunları söyledi:

Emre – Fuzûlî mükemmel bir âlimdi. Fakat bilmek kâfi değil. Bilmek başka, yapabilmek başka. İnsan bu âlemden öbür âleme giderken, bildiğini yapabilmelidir. Bu âlemde en büyük bilgi, bilen bir kimseye teslim olmaktır. Buna “bilmemek” denir amma, asıl “bilmek” budur. Amma bu konuştuğumuz dil, o hâli ifade etmekten âcizdir.

S. – “Harfsiz ve saftsız” bir lisan lâzım değil mi?

Emre – Evet. O harfsiz ve saftsız lisan şu konuşmanın içindedir amma, dinleyen, söyleyende fânî olmadıkça anlaşılmaz. Bu fânîlik hâli tecellî edince mânevî sarhoşluk başlar.

Bir aralık söz kerâmete, şiş sokmaya ve ateş yalamaya intikal etti. Bay Emre bu hususta şunları söyledi:

Emre – Bunu yapan Kudret, kuvvetli bir îmân ve inanıştır. Bazı insanların ateşe girdiklerini söylerler. Maddî ateş, ilâhî aşk ateşinin yanında hiç kalır. Bu hâl, İbrahim peygamberde başlamıştır. Onun için bu hâle “Makam-ı İbrâhîm” diyorlar. Bu hâl zuhûr edince ateş de tutulur, her şey de olur. Çünkü bir insanın içinde İbrâhîm de vardır, Muhammed de, Allah da. Yani o (büyük Kudret)e mânen bağlanınca bu gibi hâller zuhûr eder. O (Kudret)e murâbıt olunca insan kendinden geçer. (Akl-ı cüz) gider, yerine (Akl-ı küll) gelir. Zaten yanan şey, bizim aklımızdır. O gidince, yanacak bir şey kalmaz ve o hâller zuhûr eder. “Fakat bu türlü şeylerin, yani kerâmetin beşeriyete hiçbir faydası yoktur. Gaye kerâmet göstermek değil, Allah’ta fânî olmaktır. Kerâmetten ileride öyle büyük ve muhît zevkler var ki, o zevkleri tadanlar bir daha kerâmet tuzağına düşmezler. Kerâmetin kendikendine ilk defa zuhûru kerâmet; fakat tekrarı “Kerâhat”tır. Kerâmet, bu yolda atılmış bir adımdır. Bu adımı attığımız yeri beğenirsek, orada kalır, menzilimize varamayız.

Din insanların yürüyecekleri bir yoldur. Bu yolun başında biz varız, sonunda Allah. Bütün din yolları Allah’ta bitiyor. Bu yol, akıl yoludur. Eğer biz Allah’ın bize şah damarından daha yakın olduğuna inandıysak mesele kalmaz.

Sual – Günahlarımız ne olacak?

Emre – Oraya varırsak ne günah kalır, ne bir şey. Günah, kumaşlardaki boyalara benzer. Ateşte yanan cisimlerde boya moya kalmaz. Orada bir renk kalır: Küll rengi. Boyalar da zaten güneşten gelmişti. O boyaları, aslı olan güneşte yakarsak, bizi bir daha bırakmaz. Suçu işleyen, insanın benliğidir. Benliğimizi, varlığımızı Allah’a teslim edip onda fânî olduktan sonra alnımızda suç gölgesi kalır mı? Yoklukta suç olur mu? Nehirlerde helâların bütün pislikleri var. Deniz, bu pislikleri balıklara yem olarak verir; kendi suyu yine tertemiz kalır. En büyük kabahat, “kabahatim yok! “ demektir, Allah’ın “Gaffâr” sıfatı suçlular için değil midir? Kabahatimiz olmasa Allah’ın bu sıfatından nasıl istifâde edeceğiz?

Okuyucularımıza, burada, istitrat olarak, bu güzel sohbetin mevzuuna uygun olan şu doğuşu da takdim ediyoruz:

Kitap I – Doğuş 1005

Kul olmaz kabahatsiz…
Acep neyliyelim biz?..
Nehirler kir götürür,
Alır, temizler deniz.

Denizin yeter gücü,
Bulunmaz onun ucu;
Onun büyüklüğüne,
Yapılmamıştır ölçü.

Dökülür binbir maden,
Kendine benzer giden;
Nice hayat beslenir,
Ordan bulurlar beden.

Beslenir bütün hayvan,
Denizden alırlar can;
Denizi görenlere,
Daim olurlar hayran.

Misali var karada,
Böyle hayat yarada; (1)
Yarabbi, temiz eyle,
Koyma beni arada.

Böyledir deniz hâli…
Kur’anda var misali;
İki türlü deniz var,
Geçen, eder visali.

Denizin biri acı,
Hiç görünmez yamacı;
O denizi görenler,
Bıraktı tahtı, tacı.

Birisinin var tadı,
Kur’anda vardır adı;          
Bu denizi geçmeyen,
Bulup okuyamadı.

Karışmaz birbirine,
(Emre), yan ki görüne,
Deniz hâlini gören,
Canı verir pîrine.

19.2.1948
(1) Yarada: yarata, yaratsın.

**** 

Günâhın ne olduğunu anladık, Günâhları terk etmesi bir dereceye kadar  kolay da, yaptığımız, topladığımız sevâblardan vazgeçmesi zor, Hakîkat yolu, mânialı koşuya benziyor. Engelleri atladıkça karşımıza daha büyük engeller çıkıyor. İşte bu sevâblardan vazgeçmek, büyük engellerden biridir. Günâhı affeden Allah’ın sevâba hiç ihtiyacı yoktur. 

Farzedelim ki biz birkaç defa hacca gitmiş, hacı olmuşuz. Bir (Kâmil İnsan), bizi “ölmeden evvel öldürmek “ için: (Allah’ın huzûruna girebilmek için her şeyimizi dışarıda bırakmak lâzımdır. O hâlde şu yaptığın haclardan ve onların sevâbından da vazgeçeceksin) dese bu teklif ne kadar zorumuza gider… Neden? Çünkü emek verdik, para sarfettik de öyle kazandık o sevâbları. Halbuki, dünyayı, âhîreti, hattâ “terk”i de; terk edecek bir insana sevâbın mevabın ne lüzumu var…

İşte bu türlü “takvâ”yı söküp atmak zordur. Bunu da ancak aşk yapar.

Asıl hac, her şeyden vazgeçip gönlü, gözü, kulağı Allah’a teslim edebilmektir. Niyâzî:

Savmü salâtü hac ile sanma biter zâhit işin,
“İnsan-ı Kâmil” olmağa lâzım olan “irfân”imiş.

diyor. Demek ki bütün ibâdetlerin gayesi bizi “irfâniyyet”e götürmekmiş. İrfâniyyet de her ibâdetin dış mânâsını değil, iç mânâsını anlamak, bilmektir. Bilmek de kâfi değil, bildiğimizi yapabilmelidir.