Prof. – Zikir için ne düşünüyorsunuz? Ağızdan zikir mi faydalıdır, düşünerek mi?
Emre – Asıl tatlı zikir, bu meseleleri konuşmaktır. Tesbih tanelerine bakarak veya mevhum bir hayâle hitaben “Allah, Allah” demenin ne faydası var? Allah bizi de mûhitse onu hayalî uzaklıklarda düşünerek “Allah, Allah” demek abes olmaz mı? Allah’ın sıfatlarından biri de “zâhir”dir. Bu “zâhir”i görmeden ve kime, neye hitap ettiğimizi bilmeden “Allah, Allah “ demekten ne çıkar? Mısrî Niyâzî: (Taşa üfürmek ile yalınlanır mı ocak?) diyor. Ocak önümüzdeyken, sağa sola üfürürsek, ateş alevlenir mi? İnsan hitap ettiği yeri bilmelidir. “Allah, Allah” demekte bir kerâmet olsaydı, Kur’ân baştan başa “Allah” kelimesi ile dolardı. Zikrettiğimiz şey bizi zevke düşürmeli. Akıl bir damladır, tabiatla karışıktır. Tabiata mahkûm olduğu müddetçe zevke düşemez. Ne vakit aslı olan deryâya karışırsa o zaman bir zevk zuhûr eder. Aklı, tabiatın ötesindeki deryâya götürecek olan şey tasavvuftur, yani “İrfâniyyet”tir. Zikirde Allah’a “Allah” derken, bu kelimedeki mânâya aklımız karışıktır. Yani aklımıza göre tasavvur ettiğimiz Allah’a hitap ediyoruz. Hâlbuki akıl ne tasavvur ediyorsa, Allah ondan başkadır. Velhasıl akıl Allah’ı anlayamaz. Bir zaman, dilimden, gayri ihtiyarî olarak çıkan bu doğuşlardaki bazı sözlerden dolayı tövbe, istiğfar ederdim. Sonra düşündüm ve dedim ki; Sen misin söyleyen? Nene lâzım? O Kudret istediğini söyler, sana ne? Sen bir vasıtasın.
Hakîkati anlayan insanlarda öyle bir şefkat zuhûr eder ki… Mümkün olsa herkese anlatacak amma, mümkün değil. Hatta, “yeni bir lisan icad edeyim de hakikati şu insanlara anlatayım” diye bir arzu doğar. “Veliyy-ullah” demek “Allah’ın dostu” demekmiş. Hangi kul Allah’ın düşmanıdır ki… Onun için, bilen, bilâ tefrîk herkese bildirmek ister.
Prof. – İnsan kendi kendine tefekkür ederse olmaz mı?
Emre – Olmaz. Kendi kendine Allah’ı bulmaya çalışanlar deli olurlar. Zâhirde bile, kendi yüzümüzü görmek için bir aynaya muhtâcız. Mânevîyette de aynen böyledir.
Prof. – Tarîkat hususunda ne düşünüyorsunuz?
Emre – “Tarîkat” yol demektir. Allah bizden ayrı olursa, yol lâzımdır. Hâlbuki Allah, Kur’ân’da “Ben her şeyi muhîtim” diyor. Şu halde yol nerede kaldı? Bize bizden yakın olan bir “Varlık” için yol tasavvur olunabilir mi?
Bu sırada şu doğuş okundu: Kitap 1-Doğuş 1046.
Gel gönül, gel, âşık ol,
İki âlemlere dol.
Her taraf nokta oldu,
Bir noktada olmaz yol.
Orada yol bulmuş kim?
Halledemez hiç ilim;
Bize yolsuz diyorlar,
(Tevhîd), olur mu taksim?
Böylece vardık Hakka,
Noktaya baka baka;
İlim bilsek gelirdik,
Biz de (âlemi fark)a.
Dilemek (1) böyle dilek,
İşitmesin hiç Felek…
Bu (Emre), nokta için
Nice çekmiştir emek…
12.9.1948
(1) Dilemek: Dilemeyiz.
Emin olun, ne tarîkata, ne de âyin ve merâsime ait hiçbir şey bilmem. Develioğlu, o büyük zât, ayaklarımızı tarîkat ve merâsim bağları ile bağlamazdı.
Prof. –“ Râbıta” dan ne anlıyorsunuz?
Emre – Râbıta, “Bağ” demek değil mi? Bakın, hepimiz birbirimize bağlıyız. Tarîkat anlayışına göre yaptığımız “Râbıta” tarifi doğrudur. Fakat “Râbıta yaptığımız nokta”yı sevmedikten sonra neye yarar? İki soğuk demir birbirine yapışır mı? Râbıta’dan maksat sevgidir. Mânen irtibat ettiğimiz insanı sevmezsek onun “hâl”i bize geçmez. “Kâmil İnsan”ın hâlinin bize geçebilmesi için onu sevmemiz şarttır. Bir hırsızı sevsek, onun hâli bize tesir eder. Yani iş sevmektedir. “Satranç-ı hurefa” çok manîdâr ve uyandırıcı bir tasavvuf oyunudur. Orada görüldüğü gibi, “Vuslat”a götürecek yegâne yol “Muhabbet”tir. Sevmediğimiz bir insanı kalbimizde taşıyamayız. Birbirimizi gördük, tanıdık ve sevdik. Ben artık sizi unutamam çünkü bir sevgi doğdu. Bundan daha güzel râbıta olur mu?
Prof.- Râbıta’yı nerelerde kullanırız?
Emre – Her yerde. Herhangi bir talebe size murâbıt olmasa, “profesörüm, benim ilim ve akıl babamdır” demese ve sizi herkesten fazla sevmezse sizden hiçbir şey öğrenemez. O sizi sevince siz de onu seversiniz. Ona sevginizle gıdâ verirsiniz. O da sizi unutamaz. Siz hocanızı unutabiliyor musunuz? İşte râbıta, unutmamaktır.
Prof. – Rab ile Allah arasında bir fark var mıdır?
Emre – Rab, Allah değildir. “Rab” mürebbî demektir ve Allah’ın kapısıdır. Rab da, “Rezzâk”, “Kahhâr” gibi bir sıfattır. Allah’ın sıfatları insanlardan zuhûr eder. “Rab”, sıfatı da bir insandan zuhûr eder. Allah insanları, kendine, yine bir insanın diliyle çağırır. “Rab”, işte bu insandır. Böyle bir insana murâbıt olursak bambaşka hâller tecellî eder.
Bu arada söz ibâdete intikâl etti. Emre şu mütalaada bulundu:
Bir elmaya bakarsın, dış tarafı ne kadar güzel… Elma niçin bu kadar süslenmiş ve güzelleşmiş? Biz onu yiyelim diye. Biz onu yiyince ondaki gıdâ bütün vücudumuza yayılır, dağılır. Biz de tıpkı o elma gibi, ahlâkımızı temizleyerek, güzelleşerek kendimizi Allah’a beğendirmeye çalışıyoruz ki onun varlığının içinde dağılalım, ona karışalım. İşte bu “temizlenme” yoluna ibâdet deniyor. Yoksa ibâdet, yatıp kalkmaktan ibaret bir şekil değildir. Yatıp yatıp kalktık; fakat ahlâkımızı temizlemedik; neye yaradı bu ibâdet? İbâdetten maksat kabahatleri temizlemektir. Kur’ân’da “İnnesselâte tenha anil fahşâi vel-münker” yani “namaz insanı fuhşiyâttan ve kötü hareketlerden men eder, denilmiyor mu? O kabahatler ve kötülükler her insanda vardır. Yeter ki biz onları iyiye çevirelim; meselâ inadı irâde yapalım; koruğun üzüm olması gibi.
Koruk, ateşten geçip kaynadıktan sonra tatlı olur. Ahlâk ekşiliğimizi de ilim, irfâniyyet ve aşk ateşinden geçirirsek içimizdeki huylar hâl değiştirir; tatlanır. Ama vakti geçirmemelidir. Vakti geçirince sirke olur; artık bir daha tatlanmak ihtimâli kalmaz. Ahlâk temizlenince ibâdetin şekli değişir; o da tatlanır. Kur’ân’da ibâdete dair birtakım emirler var ki birbirini nakzeder gibi görünür. Bir tarafta “İbâdet edin! Namaz kılın!” diyor; öbür tarafta “Rabbınıza yakîn hâsıl oluncaya kadar ibâdet edin.” diyor; yani bu, yakîn hâsıl olduktan sonra şeklî bir tarzda ibâdet etmeğe lüzum kalmaz demektedir. Niçin bu emirler birbirini tutmaz gibi görünüyor? Çünkü emirler, aklın idrâkine, hâlin değişmesine bağlıdır. Herkes kendi idrâki seviyesindeki sözleri anlar. “Rabbınıza yakîn oluncaya kadar ibâdet edin!” emrini herkes duyabiliyor mu, duysa da anlayabiliyor mu, hatta anlasa bile, o emri yerine getirebiliyor mu? İdrâkimizi geliştirmelidir ve emre itaat lâzımdır. Bir baba, çocuğuna bir emir verir, çocuk ta o emri tutmazsa, baba o çocuktan râzı olur mu? Emirler demin dediğimiz gibi idrâk seviyesine göredir. Askerlere “marş, marş” diyorlar; subaylara da aynı emri veriyorlar mı? İşte mutasavvıfların hâlleri Kur’ân’ın zâhirine bunun için uymaz. Onlar Kur’ân’ı bütün hakikatiyle anlarlar ve tatbik ederler. Ehli şeriat de onları kâfirlikle itham ederler.
Namaz, Allah’ın huzûrunda bulunan bir kulun kendini unutmasıdır. Peygamberimiz bunun için “Huzûrsuz namaz, namaz değildir.” demiş. Hz. Ali çıbanını namaza durduktan sonra sıktırırmış; yani namazda kendinden geçermiş. Bazı insanlar da karınlarına şiş, bıçak sokuyorlar da duymuyorlar. Demek bunların bu hâli de bir namazdır. Bunlar Allah huzûrunda ve Allah’a teslim olmamış olsalar, acı duymazlar mı? Fakat bu tür hâllerin kendikendine ilk defa olarak zuhûru kerâmet, fakat tekrarı kerâhattır. Kerâhatta kalan insan yürüyemez, orada kalır.
Netice olarak namaz, insanın bir huzûr tutarak kendisini unutmasıdır. Namazın şekli böylece değişmiş oluyor; yani “şekil”, “huzûr” oluyor. Fakat bu esrârı anlamayan için zehirdir. Bu sözler onlara namazı inkâr gibi gelir.
Prof.- O âyetteki “yakîn” kelimesi “ölüm” mânâsına değil midir?
Emre – Öyle olsa bile o ölüm pat! diye düşüp ölme demek değildir; ölmeden evvel ölmektir.