15 Aralık 1952 | Sayı: 62

29 Aralık 1952 | Sayı: 63
01 Aralık 1952 | Sayı: 61

Prof. – (Hakk-al-yakin) nedir?

Emre – “Hak” sıfattır, “Zât” değildir. Kedilik sıfatı, kedinin hakkıdır; köpeklik de köpeğin hakkı. Köpeğin havlama sıfatını alıp koyuna verebilir miyiz? Ona o sıfatı Allah vermiştir. “Hak” sıfatının “Zât” olmadığını, anladıktan sonra gelelim “Hakk-al yakin”e. Bunu anlamak için aczimizi bilmemiz, daha doğrusu, “Hakk-al yakin”i anlamak için “Hakka yakin” hâline gelmek lâzımdır. Bu hâl sözle anlaşılmaz. Fakat ümitsizliğe düşmemeli. Her insan bu “hâl”i idrak edebilir. Çünkü insanlar “nefs-i vâhide”den yaratılmıştır. Allah’ın verdiği bu idrak kudretini başka yerlere sarf ettiğimiz için o “hakikat”i anlayamıyoruz. “Hakk-al-yakin” hâline varıp Hak ile Hak olanlar bize anlatmak istiyorlar amma, biz onların dilinden anlamıyoruz. Biz de o hâle gelelim ki “hâl”ler birbiriyle konuşsun.

Prof. – “Şeriat, tarîkat, ma’rifet, hakikat” diyorlar; bu “ma’rifet” dedikleri nedir?

Emre – “Ma’rifet” aklın idrak edemeyeceği bir şeydir. Hem ilâhi bir hâldir, hem de iblisiyyete kaçabilir. Bu yolda çok tecellîler olabilir. Meselâ, bir devir gelir ki karşındaki adamın aklındaki şeyleri görürsün. Bakarsın ki senin için fena şeyler düşünüyor; sarar seni bir azâp… Her şey olur; “filânca ölsün.” dersin, ölür; “filân yer yansın.” dersin, yanar. Bu hâl, kudretullah ile ma’rifetullah’ın bir insanda tecellîsidir. Bu kudretin kötüye kullanılması iblisiyyettir. Bu bilgiye ve bu kudrete “ma’rifetullah”, “kudretullah” diyoruz. Yani bu bilgi ve kudret Allah’ınmış, bizim değilmiş. Öyleyse bu Kudreti ve bilgiyi  sahibine teslim etmek, onu gerek iyiye; gerek kötüye kullanmamak lâzımdır. Bu hâl, bir “belâ-yı Berzah”tır. Allah’a, bizi bu belâdan kurtarması için yalvarmazsak iş fena. Bizi bu belâdan ancak mürebbîmiz kurtarabilir. Bizden bilip görenin Allah olduğunu anlayınca o kudreti kendimize mâletmeyiz, sahibine teslim ederiz. Çünkü o, her şeyi yerli yerince yapıp duruyor. “Ma’rifet”i hazmedersek, yani kendi aczimizi ve Allah’ın kudretini anlayarak tepeleyip geçersek “Fenâ fillâh”a varırız.

Size başımdan geçen bir hâli anlatayım. Benim Büyük Mürebbîm Develioğlu’nun “mânevî terbiye” usulü “açlıktı”. İnsan, Allah için aç kalınca hiçbir şey olmuyor. Bir seferinde 65 gün yemek yememiştim. Bu müddet zarfında sadece, iki tane ekşi Yunus eriği, bir peksimet, iki üç kaşık da lâpa yedim. Her gece de büyük bir bardakla çay verirlerdi. Dr. Has’ın hastanesinde yatıyordum. Öyle tecellîler oldu ki, söylense, inanılmaz. Her neyse, oradan çıktım. Gönlüm, beni Develioğlu ile tanıştıran arkadaşı görmeyi arzu ediyor. Cidden de çok severim onu. Yürümek için kendimde kuvvet kalmadığını sanırken, baktım ki vücudum çok hafif. Müze sokağına geldim; orada Rum çocukları aşık oynuyorlar. Akıl dedi: “Madem bu kadar hafifsin, hadi bu çocukların arasından koş!” koştum. Yel gibi gidiyorum. Vücutta, yemek ve kan kuvvetinden başka, bu vücudu ayakta tutacak ve hatta koşturacak nice kuvvetler var…

Müze sokağını geçtikten sonra, yoluma devam ettim. Tanıdık bir nalbant’ın dükkânına uğradım. Adam, at nallıyordu; fakat sırtında bir koza ambarı da sağa, sola; öne arkaya doğru gidip-geliyordu. Kendi kendime: “İsmail, sen delirdin galiba” diyordum. Lâkin bütün muhakemem yerindeydi. Nihayet, meseleyi anlamak için nalbant’a sordum: “Senin koza ile ne işin var?”. Nalbant: “Sorma, dedi, ticaret için biraz koza almıştım. Birisinin evinin altındaki bodruma koymuştum. Yukarıdan dökülen sular kozayı ıslatmış, çürümüş. Şimdi gidip onlarla kavga edeceğim.”  Hâ, anladım ki herkesin sırtında, daha doğrusu aklının sırtında kendi fiili var.

Ondan ayrıldıktan sonra “Karasoku”ya gittim. Orada da tanıdık bir terzi vardı. Çoktan beri görüşmediğimiz için “ille bir çayımı iç” diye ısrar etti ve beni zorla dükkânına götürdü. Vücut zayıf irade de hafif olduğu için itiraz edemedik. Lâkin onun da boynunda bir “Mahreke” asılı idi. Arap atlarının bir eğeri olurdu, mahreke derlerdi. Benim gözüm hep mahrekede. Terzi semâverle uğraşırken mahreke de dizine mizine değiyordu. Nasıl ettiyse bir aralık, mahreke semâveri devirdi. Ona da sordum:

“Senin mahreke ile ne işin var?”. Terzi: “Bir tay almıştım mahreke tay’ı yaralamış aklım hep onda” dedi. Artık kat’i olarak anladım ki, herkes kendi hâliyle haşrolmaktadır. İşte bu adamların akıllarında gezdirdikleri şeyin bir başkası tarafından bilinmesi “Ma’rifetullah”tır. Bilen ve gören biz değiliz; bizim gözümüzle gören ve bizim aklımızla bilen Allah’tır. Öyleyse bütün bu biliş ve görüşler Allah’a aittir. (Ma’rifet) de bir yol uğrağıdır; orayı da geçmek lâzımdır. Bazı insanlar buraya uğramadan geçerler. Bu “ma’rifet” tuzağını atladıktan sonra “Fenâ- fillâh” tecellî eder.

Prof. – Hakikat nedir?

Emre – “Hakikat”, her şeyi, her fiili hak görmek, yerince görmektir, itiraz ahlâkını unutmaktır. Allah’ın emri olmasa, bir insan diğer bir insanı öldürebilir mi? Öldüren de hak, ölen de hak. O fiil mutlaka yapılacak; o yapmazsa, bir başkası yapacak. Şükrederiz ki Allah bize o fiili vermemiş. Şeriat tamamlanmadıkça her şeyi hak olarak yerli yerince görmek mümkün değildir. Şeriat, şekil demek değildir. Şeriat ahlâktır, şeriat nefse hâkim olmaktır. İnsan nefisten kurtulduktan sonra serbest kalabilir. Hakikat yoluna sırtımızda yükle gidebilir miyiz? Yol demek de hatâ ya… İlmin irfâniyyetin yolu olur mu? Şeriatı yani ahlâkı tamamladıktan sonra başlar “Fenâ-fillâh”. Onun da dereceleri var. Bakarsın ki sendeki Kudret, hem ölenle hem öldürenle beraber, ezelî ve ebedî olanla beraber. Bunun da arkası var; fakat söylense de anlaşılmaz. Konuşmak bize bir şey anlatmaz. Konuştuğumuz şeyin hâli tecellî etmezse anlamak mümkün değildir. Mısrî Niyazî: (Ol âyan iken ânı örter delâil, beyyinât) diyor, çok doğru.

Bu sırada, bu mevzu ile ilgili şu doğuş okundu: Kitap 1-Doğuş 640.

Ne kadar medhetsek, az…
Hakikat hiç pas tutmaz;
Bu “gönül ağacı”nda,
Her kuş yuva yapamaz.

Birçoğu konar, kaçar;
Ayağı yanar nâçâr…
Yapar binde birisi…
Seyredin, çok hikmet var;

(Sabır) gerek evvelâ,
Yardım eylesin Mevlâ…
Sabırı çok olan kuş,
Yuva içinde kala.

İkincisi: (tahammül),
Etmek lâzım (tenezzül);
Her kuşta hiç olmaz bu,
Kahır çeker o bülbül.

Üçüncü, lâzım (İlim),
Öğrenen, olur salîm;
Öğrenmek isteyenler
Kendini bilir yetîm;

Dördüncüsüdür: (azim),
Bunlar sırayla lâzım;
Yarabbî ben görürsem…
Budur benim murâzım.

Beşincisi, (aşk) gerek,
Aşk, gelse, eder ipek;

Aşka bürünenlere
Semayı açar felek.

Altıncısıdır (yokluk)…
Daha tarif etsem, çok…
Yokluktan sonra açar,
Dilber yüzünden ufuk.

Yedincisi çok gizli,
Kimsenin dönmez dili;
(Emre)ye devirlerde,
Geçti, etti tecellî.
9. 6. 1945

Binbaşı, hem kendidir, hem de bin kişi ile beraberdir. Ordu kumandanı ise bütün orduyu muhîttir. Böyle muhît olma hâli ve zevki tecellî etmedikçe sözle hiçbir şey anlaşılmaz.

Prof. – Allah, peygamber ve din varken, bunları kâfi görmeyip bir mürşîde bağlanmaya ne dersiniz?

Emre – Siz İlâhiyat fakültesinin mürşîdisiniz, çocukları orada kazanılacak bilgilere götürüyorsunuz, onlara yol gösteriyorsunuz. Siz olmasanız, o çocuklar o bilgileri kendi kendilerine öğrenebilirler mi?  Ders kitaplarını okusalar bile anlayamazlar. Zaten anlayabilseler size lüzum kalmazdı. Onlar sadece sizin ders anlatışınızdan değil, sevginizden ve bakışlarınızdan da gıdâ alırlar. İnsan her şeyin küçüğünü severek, yani sevmekle ona gıdâ verir. Bunun aklen isbâtı imkânsız görünür amma, böyle gizli bir kudret vardır, manevî gıdâ “Yüz”den ve bilhassa “Göz” den alınır. “Hac”dan maksat Hz. Muhammed’in yüzünü görüp ondan manevî gıdâ almaktır. İşte bizi Allah’a götürecek olan şey, bu yüzün gözüdür. Vasıta olmadan olmaz. Gıdâyı biz ancak (yüz)den alabiliriz. Aşk, o yüzü seyretmekle tecellî eder. Aşk’tan başka hiçbir şey bâki değildir. Aşk, “evvel”le de “âhir”le de, “zâhir”le de “bâtın”la da beraber eder insanı. “Bâtın”, aşk ile “Zâhir” olur ve insan ancak orada fâni olur. İşte o zaman, sizin demin okuduğunuz âyetin sırrı aşikâr olur. Aşk insanı bu âyetin sırrına mazhar eder; (Küllü men aleyha fân ve yebkaa Vechû Rabbike zülcelâli vel ikram) olur, yani her şey yok olur, ancak Rabbimizin yüzü bâki kalır. Nesîmî’leri, Mansur’ları hep bu dert bağırtmıştır. Bunlar boşuna bağırmamışlardır. Lâkin onların hâlini kelâm anlatamaz. Hâli ancak hâl anlar.