12 Ocak 1953 | Sayı: 64

26 Ocak 1953 | Sayı: 65
29 Aralık 1952 | Sayı: 63

Bu sayımızdan itibaren de, Sayın Prof. Yusuf Ziya Yörükan’ın talebesi olan Bay İbrahim Agâh Çubukçu’nun Bay İsmail Emre ile yaptığı konuşmanın notlarını, takdim edeceğiz. Bay İbrahim Agâh Çubukçu İlâhiyat Fakültesinin son sınıfında bulunan ve Arapça-Farsça’ya vâkıf değerli bir üniversite öğrencisidir. Kendisi, Bay İsmail Emre’yi geçen sene din psikolojisi bakımından mevzu edinerek bir etüd hazırlamıştı. Bu seneki mezuniyet tezi de “Kelâm” ilmi çerçevesi içinde olarak yine Bay İsmail Emre’dir. Bay Çubukçu’nun profesörü sayın Yörükan, talebesine, mezuniyet tezinin canlı mevzuu ile bizzat görüşmesini tavsiye ettikten sonra kendisi de Adana’ya kadar ihtiyari zahmet ederek gelmiştir. Birkaç sayıdan beri devam eden konuşma, işte o mülâkatın notları idi.

Bay Çubukçu’nun ilk suali şu oldu:

Çubukçu – Mutasavvıflar niçin namaz kılmıyorlar? Bektâşiler “Allah: lâ takrabussalâte demiş” diyerek işi şakaya boğuyorlar ama âyetin altı da var: “Sarhoşken namaza yaklaşmayın.” diyor. Ne dersiniz.

Emre – “Doğuş” doğarken gelen hâli anlatacak hiçbir söz ve hiçbir lisan yoktur. Doğuş söyleyen, kendinden geçer, ne söylediğini bilmez; kulağı da söylediklerini işitmez. Ve doğuşun ne zaman geleceğini de bilmez. Bu hâl, ilâhî bir sarhoşluktur. Böyle doğuş söyleyen, veyahut Allah kelâmı işittiği zaman kendini cezbe tutan, bağırıp çağıran bir adam camiye giderse, oradakilerin namazına bozmaz mı? Bu da bir sarhoşluktur, rakı içenin sarhoşluğu da sarhoşluktur. Rakı içen de ne söylediğini, ne yaptığını bilmiyor, cezbeye tutulan insan da. Cemâatin namazını bunun bağırması da bozar, onunki de.

Bizim aileye “Kocahocalar” derler; hep aptesli, namazlı insanlardır. Bizi de çok küçükken namaza, oruca başlattılar. “İğtişaş”tan sonraydı; Cuma namazına gittik. Namazdan sonra mevlid okundu. Okunan şeylerin mânâsını anlamıyordum ama, adamın sesi güzel olduğu için kalbimden cızt, cızt diye ceryan geçiyordu. Bir de baktık, bir siyâhi arap paşalıktan aşağıya düştü; yerde hopluyor, sıçrıyor, arada bir Allah! diye bağırıyordu. Arab’ın gözleri dışarı fırlamıştı. Mevlid durdu; arap ta sükûnet buldu. Hâfız tekrar mevlid okumaya başlayınca arap yine hoplayıp, zıplamaya başladı. Ben de bir hoş olmuştum. Öyle cezbeli insanlar, Allah’ın kelâmını değil, daha Süleyman Çelebi’nin sözünü duyar duymaz cezbeye gelirlerse, Allah’ın huzûrunda namaza durunca kendilerinden geçmezler mi? Bunlar nasıl namaz kılsınlar? İşte Kur’ân’daki (Lâ takrebussalâte ve entüm sukârâ) âyeti, bu doğuş, bu cezbe hâlini, bu ilâhî sarhoşluğu anlatmağa çalışıyor.

Namaz, namaz diyoruz amma, namaz da din gibi mânevî bir yoldur. Her din yolunun, her mânevî yolun sonucu Allah’a varır. Yolu yürüyüp, bitirip sonuna varmalı. Yolda kaldıktan sonra neye yaradı? Namaz, oraya varana kadar lâzım; zaten namaz, oraya varmak için bir vâsıta, bir yoldu. Menzil-i maksûda vardıktan sonra, ortada yol kalır mı? Ama oraya varacak olan şey, aklımızdır. Demek ki akıl tekâmül edip oraya vardıktan, yani hakikate erdikten sonra namaz yolunu yürümüş oluyor. Bu da yanlış anlaşılmasın: Mutasavvıflar namazı inkâr etmiyorlar ama namazın şekli değişiyor. Bunu anlatmak için gerek Kur’ân, gerek mutasavvıflar neler söylemişler. Fakat aklımız, idrâkımız onların seviyesine gelmedikçe o sözleri anlayamayız. Bunun içindir ki Mevlânâ: “Îman zannettiğimiz şeylerin küfür; küfür zannettiğimiz şeylerin de hakiki îman olduğu anlaşılmadıkça Allah’ın hiçbir kulu hakkıyla Müslüman olamayacaktır.” diyor. Hadi bakalım, gel de işin içinden çık. Bizim “îmân” olarak kabul ettiğimiz şeylere Mevlânâ küfür diyor. Mevlânâ dinsiz, îmânsız bir adam mıydı? Asla. Hakîkat ehlinin îmânı, o dairenin dışındakiler için küfür gibi görülür. Dinleyen olsa, Mevlânâ, söylediği sözü izah edecek ama dinleyen yok ki…

Çubukçu –  Hakikaten öyle. Mevlânâ: (Sine hâhem: Şerha şerha ez firak-Tabi-güyem şerh-i dert-i) diyor. Yani “içimdeki iştiyâk derdini anlatabilmek için, Allah hasretiyle didik didik dilinmiş yürek isterim; çünkü benim sözlerimi ancak böyle yüreklerin kulakları anlayabilir” diyor.

Emre – Evet ne yapsın… Anlatacak amma, dinleyen olsa. Çünkü büyük, vermekten; küçük de almaktan zevk duyar. Mamafih, bu hâl gittikçe büyüyor. Önünü kimse alamaz. Çünkü gençlik bu meselelere kulağını kabartmaya başladı. İstikbâl onlarındır.

Çubukçu – Size en kuvvetli itirazlardan biri şu: Muhammed niçin ölünceye kadar namaz kıldı öyleyse? Diyorlar; ne dersiniz?

Emre – Muhammed’in namaz kılmaya ihtiyacı mı vardı? Bir kere bunu düşünelim. Şeklî namazın bedene faydası vardır. O, o devirdeki Arapları harekete geçirebilmek için şeklî bir namaz tertip etti ki, bu namaz bir nevî jimnastiktir, idmandır. Bu şekil içine bir de “mânâ” koydu ki o da namazda okunan sûreler, âyetlerdir. Kıla kıla belki dıştan içe geçerler, yani şekilden mânâya intikal ederler diye düşündü. Kendisi, biz kılalım diye, ölünceye kadar kıldı. Eğer kılmasaydı, ümmeti de kılmazdı. Hayatında iki defa iki sünneti terk etmiş, ümmetinin çoğu onları kılmıyor, “Sünnet-i gayri müekkede” diyorlar.

Hz. Muhammed, peygamber olmadan evvel bu bildiğimiz namazı mı kılıyordu? Allah’a bu namazla mı vâsıl oldu? Hayır. Demek ki mesele, namazın şeklinde değil, ruhunda, özünde ve mânâsında imiş. Hem Kur’ân’da namazın nasıl kılınacağı ve sarih olarak beş vakit kılınacağı yazılı değildir.

Allah namaz kılar mı? Allah için ibâdet var mı? Allah’a vâsıl olmuş ve onda fânî olmuş bir insan için, yani Hz. Muhammed için de namaza lüzum ve ihtiyaç var mı? Görülüyor ki Muhammed, kendisi için değil, biz, bize lâzım faydalı olan bir şeyi terk etmeyelim diye, namazı ölünceye kadar kılmıştır.

Bunu böylece anladıktan sonra, gelelim Hz. Muhammed’in namazı hangi faydalarından dolayı bize kıldırdığına ve namazın fazîletlerine.

Hz. Muhammed, Allah’a kavuşana kadar, bu namazdan başka bir namaz kıldı. Hırâ dağında yedi sene aç, susuz kalarak kendi kabuğuna çekildi. Bu devirde Hz. Muhammed sarhoş gibiydi, gurk tavuk gibiydi: Ne kendinden haberi vardı, ne de etrafından. Çünkü insan, sevgilisini bulunca, değil başkalarını, kendi canını bile düşünemez. Fakat Allah’ta fânî olup muhîtleşince her tarafı aydınlatan bir güneş oldu. O zaman etrafına bakabildi. Âlemî farka geldi. İşte o zaman bütün insanların, kendisinin birer parçası olduklarını anladı. Muhammed, “hakikat” ve “bilgi” güneşi olunca, nazarı ve görgüsü de elbette ışık olacaktı. Güneş için karanlık diye bir şey var mıdır? O her yeri aydınlık görür. İşte hakikat güneşi olan Muhammed’in de görgüsü ve sözleri insanlar için bir lûtuf oldu. Muhammed, muhîtleşen gözlerinin mânevî mikroskobu ile baktı ki: İnsanların bedenî istifade bakımından namaza ihtiyaçları var, ona göre birtakım emirler verdi. Meselâ, sabah namazı da öğle namazı gibi, güneşin bulunduğu bir saatte kılınamaz mıydı? Öyle emretseydi pek âla olurdu. Fakat onun her sözünde bir hikmet ve bir sebep vardır. Sabah namazının güneş doğmadan evvel kılınmasının hikmeti şudur: O zaman “bâdî sabah” dedikleri serin bir yel eser. Bu serin yel, vücuttaki kanla yağı birbirine ayar eder. Bu da insana iştah ve görgü verir. Öyleyse güneş doğmadan kalkıp soğuk su ile abdest alan bir kimsenin vücudu, bâdî sabah’ın kan-yağ ayarlamasından da istifade edince sağlamlaşmış olur.

Abdestin hikmetine gelince: Hz. Muhammed bakıyor ki süflî yaşayışları Arapları berbat bir hâle getirmiş, onları bu hâlden kurtarmaya çalışıyor. İnsanlar temizlik nedir bilmiyorlar, elleri, yüzleri pis. Sineğin biri kalkıyor, beşi konuyor. Mânevî, mikroskopla bu sineklerin hastalık mikroplarını insandan insana taşıdıklarını görüyor; onun için “küllü muzirin yüktel” diyor; yani “bütün zararlı hayvanlar öldürülmeli.” diyor. Hz. Muhammed’in bu sözünü Avrupalılar duydular, D.D.T.yi icat ettiler; biz daha onu doğru dürüst kullanamıyoruz bile.

Hz. Muhammed, sineklerin mikrop naklettiğini gördüğü için, o zamanın temizlik bilmeyen insanlarına ellerini, yüzlerini temizletebilmek için “günde beş kere elinizi, yüzünüzü yıkayacaksınız.” diyor. Çünkü yüzümüzü yıkayınca hem yüzümüzdeki yağlar hem de mikroplar temizlenmiş olur. Yüzümüzden çıkan yağların, mikropları öldürmek hususunda büyük faydası vardır. Bu yağlar, yüz gibi nazik bir uzvumuzu korur. Yüzde birçok sinirlerin ve damarların uçları vardır. Yüz zedelenir de o zedelenen yerlerden mikrop girerse menenjit, delilik, körlük ve felç yapabilir. Tabiat, insanı bu hastalıklardan korumak için o yağı çıkarır. O devrin insanları günde beş defa yüzlerini yıkamakla, o yağlarla beraber, yağların tuttuğu mikroplar da yüzden giderilmiş oluyor.