Emre – Şimdi namazın fazîletlerine gelelim: Hz. Muhammed’in her sözünde ve emrinde olduğu gibi, namaz emrinde de bir hikmet ve bizler için menfaat vardır. Sabah namazı vakti, güneş doğmadan evvelki zamandır. Fecir ışığı ve o sırada esen serin bâdi sabah dedikleri yel insan vücudundaki kan ve yağ ayarlanmasını temin eder. Fecir ışığında çok hassalar vardır. Güneş ışığının hayatımız üzerinde büyük tesirleri vardır. Radyo, ses dalgalarını ziyâ vasıtasıyla alır. Radyoda dört lâmba vardır. Biri alıcı, biri verici, diğer ikisi de yardımcı. Birçok tabiat hadiselerindeki dörtlü sistem gibi, radyo da dört lâmbalıdır. Dört unsur, dört mevsim, dört cihet gibi. Radyo ziyâ’dan aldığı ses kudretini nasıl bütün dünyaya yayıyorsa, vücuttaki sıhhat mikropları da fecir ışığından kudret alarak iştahlanırlar, daha iyi çalışmaya başlarlar.
Bir insanın vücudunda kürede ve kâinatta ne varsa bütün onlar mevcuttur. Kanımızdaki mahlûkları gözümüz görse… Onların da körleri, topalları vardır. Sabahleyin erken kalkıp soğuk su ile abdest alınca kan canlanır, bizim gibi, kanımızın içinde uyuyan mahlûklar da uyanırlar. Namaza durmak için kollarımızı kulaklarımıza kadar başımıza kaldırınca parmaklarımızın ucunda sıkışıp kalmış olan varlıklar aşağı iner, akmaya başlarlar. El bağlayınca, vücudumuzdaki elektrik sağdan sola devredilerek sarf edilir. Bir müddet sonra rükua varırız. Üç kere “subhane rabbiyel’azim” diyecek kadar belimizden yukarısını eğeriz. Ciğerimiz ve diğer uzuvlarımız baş aşağı bir vaziyete gelir, kan başımıza doğru iner. Ciğerimiz ve kalbimizdeki kan da çalkalanmış olur. Tekrar doğrulur “semiallahu limen-hamide” diyecek kadar durduktan sonra, bu sefer dizlerimizi de bükerek secdeye varırız; vücudumuzdaki kan, yine başımıza doğru iner, bütün gece uyuşmuş bir vaziyette kalan beyinin faaliyete geçmesine sebep olur. Bu hareketler tekrar edilmek suretiyle vücut, günlük faaliyetine başlamak üzere zinde bir hâl almış olur.
Bu dış tarafı. Yani idman ve temizlik.
Gelelim namazın manevîyyetine: Namazdan maksat, şekil ve hareket değil, okuduğumuz sûrelerin mânâsını anlamak ve huzûr tutmak, yani Allah’ın huzûrunda olduğumuzu bilmektir. Okumadan eğilip kalkmak namaz sayılabilir mi? Demek ki esas olan şey, sûrelerdeki mânâyı anlamaktır. Farzlarda imâm “Elhamdü” okur, biz dinleriz, yani ona tâbi oluruz. O halde tâbi olduğumuz kimsenin sözünü cankulağı ile dinlemeliyiz. İmâm ne diyor? “Elhamdülillâhi Rabbül âlemin” diyor, mânâsı: “Âlemlerin Rabbı olan Allah’a hamd olsun”dur. Âyette de açıkça görülüyor ki “Rab”, Allah değildir. “Mudil”, “Mufsid”, “Âlim”, “Habîr” isimleri gibi, “Rab” da bir sıfattır. Görülüyor ki Kur’an “Rab” ile Allah’ı ayırıyor. Allah mürebbîlik sıfatına bürününce “Rab” oluyor. “Rab”, Allah değil, Hz. Muhammed’dir. “Elhamdülillâhi Rabbül âlemin” diyor; yani Allah bütün âlemlerin Rabbi, mürebbîsi imiş. Böyle olduğuna inanınca, Allah’ın şefkatinden kim dışarıda kalır? Müslüman da onun kulu, Hıristiyan da, Yâhûdi de. Bütün insanların, Allah’ın birer parçası ve severek yarattığı kulları olduğuna inandıktan sonra kime kötülük yapabiliriz? Kötülük yapmayı bir tarafa bırak, bize fenalık yapanları da af ederiz ve yaptığımız iyilik mukabilinde ücret ve hatta teşekkür bile beklemeyiz. Ahlâk düstûrumuz da şu olur: Başkasının bize yaptığı iyiliği ve bir de bizim başkalarına yaptığımız fenalığı unutmayız. Böyle hareket edersek “Elhamdülillâhi Rabbül âlemin”in mânâsını anlamış oluruz. Hz. Muhammed bu sûreleri bize bunun için okutuyor, yoksa püf diye üfürüp elimize yüzümüze sürelim diye değil…
Sonra “İhtinessırâtel müstakim” geliyor. Sırât deyince, aklımıza kıldan ince, kılıçtan keskin bir şey geliyor. Hâlbuki Kur’ân’da böyle bir tarif yoktur. “Sırât-ı müstakim” doğru yol demektir. Bir doğuşta:
Sırât dedikleri: (Burda doğruluk);
Kıldan ince derler, bunun aslı yok;
Doğru yürüyenin önünde “ufuk”,
Ettiğin devirden ibret al gönül.
denilmiş. Diğer bir doğuşta da: Kitap II – Doğuş 34.
Uykudan uyanmak, gözünen değil,
Kuşdili öğrenmek, sözünen değil;
Secdei Rahmânı, nerde buyurmuş,
Bilip görmek lâzım, dizinen değil.
Bütün mahlûk eder, söze itaat,
Bilir, bilmez eder, o emre dikkat,
Her taraftan gider, yerli yerine,
Sırât dedikleri, köprü: (Doğru Hat).
“Lisânı hâl” ile, tarif eden var:
Kıl gibi değildir, geniş; değil dar;
Görüp seyredene, tatlı seyrangâh,
Her yanı gülüstan, öten bülbül var.
Sıkıntılı olmaz, Sırât, Müstakîm,
Güle güle geçer, nefsine hâkim;
Kur’anda bulunmaz hiç böyle tarif, (1)
Bu sırrı bilenler, geçiyor sâlim.
Mevlâ bakkal değil, neyler terazi…
Günah ile tartmaz, bilirsek, bizi;
Köprüsüz, mîzansız, bizi muhittir,
Tasavvuftan takip, edelim izi.
Neler koymuşlardır, gün gibi dine…
Cehil karışır mı, (Dîni Mübîn)e?
Mevlâ’nın kâtibe, ihtiyacı yok;
(Emre) doğru söyler, taşlarlar yine.
Kalblerde duruyor, (Kâtip)le (Kalem),
Bâzı ferah yazar, bâzı da elem;
Kuluna bildirir, Mevlâ her daim,
(Dört Kitap)tan bize der: (mâ lemya’lem).
Gel gönül! bilmeğe, sen var da çalış,
Ağzından çıkıyor, kulak bir karış;
Küs müsün Mevlâ’ya? Gözünü aç, bak,
Benliği terk eyle, yaklaş da barış.
Kul, “Yâ Allah!” derse, O, söyler: “Lebbeyk!”
Onun ile dolu, kan ile ilik;
Başı yükseltmeğe, neler vermiştir;
Üçyüzaltmış parça dizili kemik.
Ayağı yere de, başı semâya,
Bil de teslim eyle, gönlü Mevlâ’ya,
Sen bir katrasın, at, kurtul azaptan,
Ruhun bir damladır, yetiş deryaya.
Eğer aklın erse, edersin çok âh,
Âh etsen dökülür, sendeki günah,
(Sizi bana satın!) demiş Kur’anda, (2)
(Emre)! işittiysen, Hazreti Allah.
4.1. 1952 Saat: 21.20
Zapteden; Fuzûle Emre
( 1 ) Kur’ân’da böyle “kıldan ince, kılıçtan keskin” diye bir tarif yoktur deniliyor.
( 2 )İnnallaheşterâ min-el-mü’minîne enfesehûm… (Tevbe suresi, 111. âyet)
“Rabbül âlemin”i, “Sırât”ı, “Mizân”ı böyle anlayıp da namazda Allah’la konuşsak olmaz mı? Daha iyi değil mi? Huzûr tutmak diye buna derler. Huzûrullahta kendini kaybeden insan ise, eğilip kalkmayı unutur.
“Elham”dan sonra herhangi bir sûre okuyoruz. Meselâ (İzâ zülziletil’ardu zilzalehâ) yı okuduğumuzu farz edelim. Bu sûreyi âyet, âyet tercüme edin de, mânâsı neymiş, anlayalım:
– (Arz, müthiş bir zelzele ile sarsıldığı ve ağırlıklarını içinden çıkardığı zaman insanlar: “ne oldu bu arza böyle?” derler. Arz işte o zaman, yani insanlar sorunca Rabbının kendisine vahyettiği haberleri söylemeğe başlar).
– Buraya kadar kâfi. Bu sûreyi okuyanlar zannediyorlar ki bu zelzele, arzın zelzelesidir; hayır, bu zelzele aklın zelzelesidir. Arz, yuvarlak bir cisimdir ve boşlukta dönmektedir. Onun döndüğü, “Yâsin sûresinde” bildirildiği halde, biz bunu Avrupalılardan öğrendik. Zelzele, arzın merkezindeki ateşin tesiriyle madenlerin eriyip başka taraflara akması esnasındaki çöküntülerden oluyor. Bu zelzelenin ne kıymeti olabilir ki Kur’ân’da zikredilsin? Kur’ân bir hikmet ve ibret kitabıdır; tabiat bilgisi kitabı değil. Sonra bir taş ve toprak kitlesinden ibaret olan arz bize ne söyleyebilir ki? Allah’ın vahyini eşref-i mahlûkat olan insana arz mı bildirir? O halde bu zelzele, aklımızın zelzelesidir: Aklın arzı sallanıp da içindeki nefis ağırlığını çıkarıp atanlara Rabbı vahyeder; o da Rabbının bu vahiylerini soran insanlara bildirir. Fakat anlamak ne kadar zor…
Onun için Hz. Muhammed, kendine tâbi olanları sınıflara ayırmış. Anlayanlara “Aşere-i Mübeşşere” demiş. Bazıları için de, esrâr-ı ilâhiyyeyi anlayamazlar diye : “Kellimünnâse alâ kaderi ukullihîm” demiş. Bir tarafta: “namaz kılın.” diyor, bir tarafta: “bilhassa orta namaza dikkat edin.” diyor. Bir başka yerde “Zevalden, yani güneşin zeval noktasına geldiği öğle zamanından akşama kadar namaz kılın.” diyor. Öğleden akşama kadar namaz kılınabilir mi? Bu, ancak hayranlık namazıdır. “Orta namaz”da “Nokta-i ilâhiyye”yi bulmaktadır. (Nokta)yı bulan insan hareket edemez, eğilip kalkamaz. “Tevhîd” hakikaten bir (Nokta)dır. Nokta eğilip bükülebilir mi? Onun ne ilerisi, ne de gerisi vardır. Onu bulup içine giren insan kendini kaybeder. Asıl namaz, bu şeklî namazın arkasında ama insan oraya yaklaşmayınca olmaz. Anlatılması çok güç.
Bir Arapla bir Türk, biri diğerinin dilini bilmiyorsa, ne kadar söz söyleseler, konuşmuş sayılırlar mı? Hangisinin azmi daha fazla ise, o ötekinin dilini öğrenir; ancak böyle anlaşabilirler. Hakikat lisanına “kuşdili” muşdili dedikleri hep bunun için. Söyleyenin sözünü anlayabilmek için onun hâline düşmeli. Hz. Muhammed “Hırâ” dağındayken “hâl-i istiğrak” devresindeydi. Bu devreyi bize tavuğun gurkluk hâli bir dereceye kadar anlatabilir. Tavuk tabii hâlindeyken, kediden, köpekten, insandan korkar. Fakat gurk olunca gözü ne kediyi, ne de insanı görür, kimseden kaçmaz. Kaldırır atarsın, attığın yerde kalır. Biz bu tavuğun hâlini bilebilir miyiz? Onun gibi olmadıkça bilemeyiz. Gurk tavuk kendisinden geçmiştir; ne korkusu vardır, ne de sevinci. Niçin böyle oldu? Civciv çıkacak da onun için. Civciv çıkıncaya kadar, tavuk, hâl-i istiğraktadır. Ne vakit altındaki yumurtalardan civciv çıkıp “cik!” derse o zaman “âlem-i fark”a gelir. Bu sefer “şefkat” devresi başlar. Gurk, gurk diye onları besler, büyütür. Yavrularını selâmete ulaştırdı mı artık yanlarına bile uğramaz.
Hz. Muhammed’e gelelim: O da Hırâ dağındaki mağarada gurk hâlindeyken, yani Allah’ta fânî iken “namaz kılın” mamaz kılın, demedi. Çünkü o zaman ne kendisi vardı, ne de kimse. Uyanıp âlem-i fark’a gelince etrafındakilere şefkat etmeğe başladı. Uyuşuk insanları harekete getirmek ve ayni zamanda “hakikat” kelâmını yani sûrelerin mânâsını duyurabilmek için hem şeklî, hem de mânâsı olan namazı; ellerini, yüzlerini temizletmek için de abdest almalarını emretmiştir. Hz. Muhammed bu âlemi bulmak için çok çalıştı; senelerce yemedi, içmedi. Dünyanın aşı, ekmeği biter diye mi yemedi? Hayır. Yediğimiz hayvanî gıdâların mânevîyyetleri, hayvanî sıfatları aklımızın gözüne perde üstüne perde çeker, bize (Hakîkat)i göstermez. Biz zannederiz ki yediğimiz gıdâlar ölüdür. Hayır, onlar ölü olsa, bize zararı dokunur. Aldığımız gıdâ hayat ve huy sahibidir. Gıdânın mânevîyyeti, yani ahlâkı bize kalır, posası dışarı çıkar. Meselâ sığır eti yediysek içimizde sığırın her türlü tabiatı, bağırması, çağırması mevcuttur. Muayyen “bir müddet” vücutta kalır, sonra çıkarlar, içeride çoğalmazlar. Eğer ayni gıdâdan tekrar vücuda girerse birikirler; yoksa kaybolur giderler. Sığırın arzuları ve şehveti içimizde kaldığı müddetçe bunlar bizi “Hakikat”ten ayırır. Muhammed gibi aç kalıp bu hayvanî sıfatlar gidince “Hakikat” perdesi açılır.
Hz. Muhammed de uzun zaman aç kalmış. 27. gece “Hâl” zuhûr etmiş. Fakat ilim yok. Zuhûr eden hâli tamamiyle idrâk edemiyor. Bu hâli üç gün tefekkür ediyor; üç gün sonra hâllediyor. Bunun içindir ki Hz. Muhammed tefekküre çok kıymet vermiş. “Bir saatlik tefekkür, altmış yıllık ibâdetten daha hayırlıdır” demiştir. Muhammed kendisinde tecellî eden hâli tefekkürle hâlledip bilince o bildiği güne “arefe” demiştir. “Arefe” Arapça’da “bildi” demektir. Bu ilâhi bilgiyi öğrendikten sonra “bayram” yapıyor. Halk için üç gün bayramı kâfi görmüş. Fakat kendisinin bayramı ebedîdir.