İç Kaynak Dergisi – Sayı: 7/8

İç Kaynak Dergisi – Sayı: 9
İç Kaynak Dergisi – Sayı: 6

İÇ KAYNAK DERGİSİ |  Sayı: 7

EMRE’nin Konuşmaları: 7

(21.11.1956 da yapılan bir konuşmadan zaptedilebilinen notlar):

Emre – İnsanı ancak tefekkür öldürür. Tefekkür bize aczimizi, hiçliğimizi anlatınca, varlığımızı, kendimizi Sahibimize teslim ederiz. Edince, günah bitti. Artık günah yapamayız ki…

Günahla sevap, insanların hapishânesidir. Ne olduklarını bilmediğimiz için bunlar bizim hapishânemiz olmuştur. Fakat bunu anlamak da kolay değil doğrusu.

Tefekkür bizi (Hasbinallah ve ni’melvekîl)e götürür. Hesabımızı, işimizi Allah’a teslim etsek, ona gördürsek.

Tefekkür mefekkür diyoruz ya, vallahi ona bile lüzum yok. Yeter ki insana (Aşk)ın kıvılcımı değsin… Rıyâzat bile put aşkın yanında.

Niyazi nefis için (Her ne vakit galip olsa, kes gıdâsın zalimin) diyor. Asıl rıyâzat, aklın rıyâzatıdır. Ama bir devir, böyle söylemiyorduk, şimdi söylüyoruz. Atın iyisi, kuvvetli ve titiz olandır. Kuvvetli olursa seni kurtarır. İş, ona binmesini bilmede. Bilmedikten sonra, seni koyun bile yere düşürür. Muhammediye sahibi: (Bizim irfânımız sırrı ana ayni rıyâzattır) diyor. İlle aşk ve irfâniyet lâzım.

S.- Aşkı bulana kadar rıyâzat lâzım değil mi?

Emre – Hayır, bana kalırsa bir (Ayna) bulamazsak yüzümüzü göremeyiz. İnsan görmeden de birine âşık olamaz.

S.- İş, görmeden âşık olmada.

Emre – Yine Niyâzi: (Taşra üfürmek ile yalınlanır mı ocak?) diyor.

S.- Hiç olmazsa, insan, kendini sevsin?

Emre – Bu iblisiyettir. (Ben), (Benlik) Allah olamaz, hâşâ!

Senelerce rıyâzat yapsalar, neticede, Allah’ın (Öldürün!) dediği düşmana, nefislerine (Ben!) derler, yallah! Gitti!

O hâl, bizde de üç sefer tecellî etti. Manen çalışırken, bir murd ekinliğinde, çalıları aralayarak, (Ben) göründü. Ama ne kadar güzel. Olursa o kadar olur. Derhal rabıta yaparak, ona (Hayır, dedim, sen benim düşmanımsın, git! Allah müstahakkını versin?) küstü gitti.

Bir sefer de, yine böyle mânevî bir hâl tecelli etti.

Develioğlu bir devre, aylarla (Zümrüdüanka)dan bahsederdi; (Sesini işitiyorsunuz, ama, anlamıyorsunuz!) derdi. Akıl bu ya, adı kuş olduğu için, ben Zümrüdüanka’yı kafeste tahayyül ederdim.

Bir gün dedi ki; (Kim iki erbain çıkarırsa ona Zümrüdüanka’yı göstereceğim). Niyet ettim. Zâten elde etmek istediğimiz şey, bir niyetin içinde. Yemek yemeyip rıyâzat yaptığım günler 17-18’i bulunca, mânevî bir müşahedeyle gördüm ki büyük bir kalabalık bir tarafa doğru, istasyona doğru koşuyor ve Zümrüdüanka! Zümrüdüanka! diye bağırıyor. İstasyona geldik. O meydan o kadar büyükmüş ki… Bütün insanlar orda. Herkes yukarıya doğru bakıyor. Baktım, insanların ayakları siyah bir iple kazıklara ve birbirlerine bağlı. Birisi eğilse, hepsi birden eğilecek gibi. Kendi ayaklarıma baktım ki serbest.

O kadar lamba yanmış ki ortalık gündüz gibi, fakat güneş yok. Bir aralık yukarı baktım, istasyonun üstünde, yukarda, semâda kendimi gördüm. Benim de ayağımı bağlamışlar, çömelmiş vaziyette oturuyorum. Başıma hurma dalı gibi bir taç giydirmişler. Tacın taşları ortalığı aydınlatıyor. Ona (Ha! Sen benim nefsimsin! Bir zaman gene çıkmıştın karşıma. Vay kâfir vay!) dedim. Hızlı bağırmışım ki herkes bana baktı. Bâzıları:(Bak ona!) diyorlar. (Bakmam!) diyorum.

Biraz sonra gökte bir hareket olur gibi oldu. Kafamı kaldırdım ki simsiyah, dağ gibi bir bulut, inip inip çıkıyor. Ben yönümü ona doğru dönünce herkes de oraya döndü. Siyah bulut, bir minare boyu kadar üstümüze indi. İyice baktım, iki göz parlıyor. Bulut bir daha çıktı (Kanatları nasıl acaba?) diye düşünürken yere indi. Baktım, tüyleri o kadar güzel parlıyor ki…

Yeşil, mavi, yumuşak… Ayakları kolları tüylü. Eğildi. İyice baktım ki, Zümrüdüanka zannettiğim şey, Develioğlu’nun ta kendisiymiş.

Artık uykuyu da kaybettik. Bir ishâl zuhûr etti, boyuna karnım gidiyor.

Bir gün kendisine bu mânevî müşahedeyi anlattım. (Anladın ya Zümrüdüankayı?) dedi ve ilâve etti. (Hadi artık yeter, rıyâzatı bırak, çünkü bilfiil çalışıyorsun).

İnandıktan sonra hepsi bir. Birisi bir kuyu deşmiş, sen o kuyudan suyunu içmeğe bak; çünkü maksat, kuyu kazmak değil, su içmektir, (Ben de bir kuyu deşeyim) dersen, ömrün kâfi gelmez buna.

İşte Zemzem. Deşen deşmiş, meydana çıkmış; biz de istifade ediyoruz.

Fakat acabâ hakîki zemzem bu mudur? Mısır Sıhhiye Vekâleti, zemzemi hudutlarından içeriye sokmuyormuş, içinde basiller, mikroplar var diye. Haklı değiller mi?

Hakiki zemzem, kelâm zemzemidir, aşk zemzemidir, gözle, kulakla içilir. Asıl sevap da budur.

İnsan, sevabın ne olduğunu bilmeli. Her sevabın dayandığı bir hikmet vardır onu aramalı, bulmalı, bilmeli. Bilmediğim söze neden âmin! diyeyim?

(Sevab) kelimesi (Sevb)den gelmiyor mu? Yani elbise. İşte bu hikmetleri öğren, aklın bir hâl elbisesi, bir bilgi elbisesi giysin.

Zamanın tebeddülüyle ahkâm değişmiyor mu? O devirde mikroskop var mıydı? Şimdi zemzemin içinde mikroplar, basiller olduğunu görüyorlar.

Zamanı geldikçe, Kur’ân’ı tetkik et, bak ki her yeni terakki var. (Elemtere) sûresindeki ateşte pişmiş taşlar, yâni bombalar şimdi de düştüğü yeri delik deşik etmiyor mu?

Kur’ân’da tabiat kanununa uymayan şeyler görünce, bil ki bunlar rumuzla söylenmiş hakikatlerdir; onları akıl ve tefekkür yoluyla tahlil et, değerlendir. Zîrâ Hz. Muhammed’in sözleri her zaman yenidir, çünkü Allah’ın sözüdür.

S.- Bazı kimseler suyun üstünden yürüyüp geçerler, keramet gösterirlermiş.

Emre – Biz de sudan geçeriz ama kazla beraber olduğumuz zaman.

Bu keramet saltanatını (Buda) sürmüştür. O da bir peygamberdi, fakat kitap sahibi peygamberler onun ismini peygamberler arasında zikretmiyorlar. Çünkü mûcize kudretini zapdetme kemâlâtını gösterememiş, mûcize girdabında kalmıştır.

Buda, Türklerin peygamberiydi. Yağmur yağdırırdı istediği zaman. Hâlâ Adana’da çocuklar yağmur yağması için sokaklarda (Bodi! Bodi!) diye bilmeden (Buda)yı çağırırlar.

Buda, yılana (Sokma!) derdi; yılan sokmazdı. Halbuki Allah ona bir (sokma) irâdesi ve kabiliyeti vermiş. Yılan bununla kendini müdâfaa edecek. O kudreti elinden alınca, yılan kendini nasıl müdâfaa edecek?

Keramet göstermede benlik ve gururdan başka ne var? (Karnına şiş soktu!) desinler, (ateşe girdi!), (denizin üzerinde yürüdü!) desinler, netice bu değil mi? Hani şâirin dediği gibi: (Desinler ayran içmekte bu emmi amma mâhir ha!). Halbuki Allah bizden mûcize değil, (kalbi selîm) istiyor.

S.- Hiç lüzumu yok mudur?

Emre – Gaye bu değil ki.

Keramete meyyal olanlarda bâzen bu hâl tecelli eder. Fakat ekserisi orada kazıklanır, kalır. İnsan böyle olacaksa, bu yola hiç girmesin daha iyi. Kerâmeti beğenip orada kalanlar ehli küfürdür. Bir Hristiyan da yemesin, içmesin, rıyâzat yapsın, bak ondan da ne hâller, ne kerametler tecellî eder…

Hint fakirleri neler yapıyorlar. Fakat bunun beşeriyete, hattâ kendi memleketlerine ne faydası var? Benlikten başka nedir ki? Bu hâl insanı Hakk’a götürür mü? Götürmez tabîî.

Ricalullah böyle şeylere tenezzül etmemişlerdir. Yolları kerâmet hâline rastlayınca orada kalmamışlar, o hâli terk etmişlerdir. Bu hâle de “Hayz-ı Rical” demişler. Ne kadar kötü görmüşler ki böyle söylemişler.


EMRE’nin Konuşmaları: 7

(Mıdık köyünde Bay Ahmet Çempel’in bahçesinde, oğlu Yılmaz’ın düğünü vesilesiyle yapılan konuşmadan kaydedilen notlar):

Emre – (Kadın aklı) dedikleri şey, yalnız kadınlarda bulunmaz. Nice erkekler vardır ki akılları kadın aklıdır. Nice kadınlar da vardır ki, akılları erkek aklıdır.

Kadın aklı denilen akıl, tekâmül etmemiş akıl demektir. Kadın aklının çocukluktan kurtulması çok zordur. Fakat şehvetten kurtuluverdi mi, her akıl, herkes esasta çok büyüktür.

Şehvetten kurtulmak, hakikaten meseledir. Bizim gözümüz de halkın gözü gibidir, aynı maddelerden yapılmıştır, ama görüş başkadır. Dışı birbirine benzer, içi benzemez. Kula âşıksan, bu şehvettir. Biz Efendimizden başka bir şeye âşık değiliz. Herkesi, her insanı sevişimizin sebebi, onları Hallâkı Zişân Efendimizin yaratmış olmasıdır. Bir kul, bir şey yaparken, yaptığı şeye elinin kiri bulaşır. Hallâkı Zîşânın yarattığı bu insanlara ise kendisinin gözünün nûru bulaşmıştır. Çünkü O, yarattıklarını elsiz, ayaksız, gözünün nuruyla yaratmıştır.

Kadın erkek tefrik edenler, Allahın (mudil), (müfsid) sıfâtlarına mazhardırlar. Tevhîd gözüyle görenler için, hepsi de evlâd veya kardeştir.

Hz. Muhammed’in, (Dünyanızdan sâdece kadını sevdim,) diye bir sözü varmış. Hz. Muhammed kadını şehvet gözüyle sevmemiştir. O, şehvete mağlûp değildi. Onun devrinde ve daha evvel, kadın cemiyet nazarında çok hakir görülürdü. Kız çocukları diri diri toprağa gömülürdü. Hz. Ömer bile, Hz.Muhammed’i tanımadan evvel, bir kız çocuğunu diri diri gömmüştü. Hz.Muhammed’i tanıyıp insanlığı öğrenince, uyuyan vicdanı uyanınca zaman zaman, yaptığı fenâlıktan vicdanı sızlar ağlarmış. Yine bir gün, Hz. Muhammed’in huzûrunda diğer arkadaşlarıyla beraber otururlarken, aklına kızını diri diri gömdüğü gelerek, ağlamağa başlamış. Hz.Muhammed, onun ne için ağladığını bildiği halde, mecliste bulunan ve hâlâ kadınları, kızları hakîr, alçak görmekten kurtulamayan kimselere bir ibret dersi olsun diye, ona soruyor: (Yâ Ömer! Niye ağlıyorsun?), (Yâ Resûlallah! aklıma, kızımı diri diri gömdüğüm geldi, ona ağlıyorum, ben onu gömerken, sakalıma toprak bulaşmış; kızım: ( Dur baba, sakalında toprak var, onu temizleyim de kollarımı ondan sonra göm.) dedi, ben de (Peki) dedim; O’nun sakalımı temizlemesini bekledim; işini bitirince, vicdanım sızlamadan onu gömdüm. Benim o zaman insanlıktan hiç mi nasibim yokmuş?) diyor ve tekrar hüngür hüngür ağlıyor.

Ömer’in o zamanki aklıyla Adâlet sultanı olduğu devredeki aklı arasında ne büyük mesafeler var.

İşte Hz. Muhammed, cemiyeti bu kötü inançtan kurtarmak için (sizin dünyânızdan kadını sevdim.) demiştir. Biz de kadını sevmeliyiz. Onu, hürmet edilecek seviyeye çıkarıp ona hürmet etmeliyiz. Bazı haklarını, o hakkı takdîr ve muhafaza edebiliyorsa, kendisine vermeliyiz. Kız çocuklarımıza adamakıllı bir tahsil ve terbiye vermeliyiz. Kadınlarımız çok münevver ve serbest, fakat ahlâklı olmalı ki bu cemiyet yükselebilsin. Çünkü cemiyeti idâre edecek olan erkekler ilk terbiyelerini analarından alırlar. Ana ahlâkı zor değişir. Onun için (Bir çocuk kırkında neyse, kırkında odur.) derler. Yani (kırklı bebekken aldığı ahlâk kırk yaşına, yâni ölünceye kadar devam eder.) demek isterler. Bazı ahlâkımızı biz anamızın südünden alırız. Anamızın sütü bozuk olmamalı, yani ahlâkı temiz olmalı ki bizim de ahlâkımız temiz ve iyi olsun, insanların anadan aldıkları ilk terbiye, sonraki terbiye ve tahsillerin temelidir. Bir milletin istikbâli kadınların ellerindedir.

Biz, kadını şehvet gözüyle görmeyiz. Erkek veya kadın olan, dışımız değil, içimiz, ahlâkımızdır. Şehvet, sâdece cinsî şehvet değil, insanı mağlûp eden her arzû şehvettir.

Cenâb-ı Hak himmet etti, bâzı ahlâk ve tabiatlar bakımından bizi insanlardan ayırdı ama onlarla mânen birleştirdi, onları muhit olduk.

Allah’ı bilen insanlar güvercinler gibidir. Kadınlardan bir tânesi eşidir, öbür kadınların kendinden büyük olanları anası, aynı yaşta olanları hemşerisi, küçükleri evlâdıdır. Bak, bu bacılarımızla bir arada oturuyoruz. Eğer bunların eli elimize değdiğinde (bu kadın eli) diyorsak, biz en merdûd insanız. Şu çocuğu nasıl bir sevgiyle öpüyorsak, büyüdüğü zaman da aynı sevgiyle, fakat içimizden öperiz.

Kadın serbest yetişmeli. Peçe ve çarşaf arkasında kalmamalı. Tehlikeyi görmeli, tanımalı ki kendini koruyabilmeli.

(Kadının serbest olması lâzım) dediğimizi doğru bulmayan birisi mektupla, (kadınlar erkekten kaçmasın mı?) diyordu, kovalayan varsa kaçsın… Kadın, kalbini örttükten sonra, heryeri örtük demektir.

Tasavuffun ilk basamağı ahlâk, son basamağı yine ahlâktır. İnsan, kendi ahlâkını unutmayınca Allah’ın ahlâkını idrâk edemez. İnsanın gözünün perdesi ana ahlâkıdır. Kur’ân’daki (Uktülû enfüsekûm!) sözü (Ahlâkınızı öldürün.) manasınadır. O perde, nefsimiz, eski ahlâkımız öldükten sonra açılır. (Tahallakuu biahlâkullah.) yâni (Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanın!) sözünün sırrı o zaman meydana çıkar.

Dört kitaba ve kanuna uymayan ahlâk, ahlâk değildir. Kanuna uyan ahlâk hak; kendi ahlâkını beğenen ise ahmaktır.

(Münasebeti dolayısıyla, muhterem okuyucularımıza şu doğuşu takdim ediyoruz.):

DOĞUŞ

Ahmed’e sordular; (Sen niçin geldin?)
(Ahu efgân ile sîneler deldin?)
Der ki: Kerîm ahlâk, arkasından din…
Bu ilmin rehberi: ahlâk ve edep.

Edeple olunur, Mevlâya vasıl,
Tahsil eylediysen, sen deme, nasıl?
İkmâl eylemeden; olur ne hâsıl?
Bu ilmin rehberi, ahlâk ve edep.

Eğer uyanırsa, sendeki vicdân,
Gelir de oturur, içine Rahman;
O vakit bilinir, dîn ile İmân,
Bu ilmin rehberi; ahlâk ve edep.

İlmullah meyvadır; şeriat dışı;
Tanrıya varanın, bunlar yoldaşı;
Mevlâ kervanının, bu (Aşk)tır başı;
Bu ilmin rehberi: ahlâk ve edep.

Bir yolcuyuz, yoktur, kilometresi;
O şehir görünmez, duyulmaz sesi;
Attığımız adım: insan nefesi;
Bu ilmin rehberi: ahlâk ve edep.

Gelip gittiğini, bilmeyen insan,
Tariflere göre, sanki bir hayvan;
Emânet verilmiş, (bilinmedik can);
Bu ilmin rehberi: ahlâk ve edep.

Uyan gönül! eyle, durma, tefekkür:
(Bu dünyada âmâ âhirette kör);
Hayat elde iken, gözünü aç, gör!
Bu ilmin rehberi: ahlâk ve edep.

(Maşrık)ın güneşi, (Mağrip)ten doğmuş;
Arkaya seyretmek, neden gelir hoş?
(Emre)! geri kalma, yönünü dön, koş!
Bu ilmin rehberi: ahlâk ve edep.

Zamaneye göre değişir ahkâm:
Seyret, tebdil olur, durmadan, âlem:
Evvel (kamış) iken, (altun)dur kalem;
(Emre)! bu ilmin başı: ahlâk ve edep.

20. 5. 1952
Zapteden: Fuzûle Emre Saat:08.45


EMRE’nin Konuşmaları: 8

(Muhtelif târihlerde yapılmış konuşmalardan kaydedilebilmiş notlar):

S.- Zil zurna sarhoş olmamak şartıyla az az rakı içmekte bir mahzur var mıdır?

Emre – Bir kere tattın mı, gerisi gelir.

İki Türk Arabistan’a gitmişler. Bir şehirde garip garip gezerlerken birisi açık bir kapı bulmuş. Bakmış ki içerde yemek yiyorlar, zaten de acıkmış, (Selâmünaleyküm!…) deyip içeri dalmış. (Buyur!) demeğe kalmadan, sofraya çökmüş. Arapça bilmediği için, ev sahiplerinin dediklerine aldırmadan atıştırmağa başlamış. Ev sahibi tamahcaymış. Kaşığa ekmeğe sarılmış olan yabancıya: (Kalk! Onları bırak,) mânâsına (kum, halli!) deyince bizim dil bilmez zannetmiş ki arkadaşını çağırıyorlar, hemen dışarıdaki arkadaşına: (Halil Emmi! Sen de gel, seni de çağırıyorlar,) demiş. Çünkü arkadaşının ismi Halil’miş; ev sahibi (halli!) deyince, o zannetmiş ki arkadaşı Halil’i de çağırıyorlar, (Halil Emmi sen de gel!) demiş.

Bu iş böyledir, bir başladın mı, gerisi gelir.


(Ankara’da güzide zevâtın huzûriyle yapılan konuşmalardan birini naklederken, Emre, şunları söylemişti):

Emre – Particilik meselesinden konuşulurken, benim ne düşündüğümü sormuşlardı; dedim ki: Vallâhi, Beyefendi, ben (Partici) değil, (Cumhûriyetçiyim). Bâki olan millettir. Cemiyeti, milleti idare edecek olanları zaman doğurur. Her cemiyetin, zamana göre idarecileri olur. Bugün Gazi gelse, bu cemiyeti idare edemez, şartlar değişmiştir.

Her ilim, kemâlâta doğru gidiyor. Biz, bildiklerimizi gençlere öğretmeli, ondan sonra geri çekilmeliyiz. O, bizden öğrendiklerine kendinden doğan şeyleri de ilâve eder, bizden daha mükemmel olur.

(Biz gençlerden daha iyiyiz ) dedik mi, bu, geriliktir. Halbuki gençlik ne kadar iyi olursa, o tekâmül, bizim tekâmülümüzdür.

Tasavvuf ve İslâmiyet de böyledir. Eğer biz de Hz.Muhammed’i 1372 sene geride zannediyorsak, İslâmiyetten haberimiz yok demektir. Mâdemki o mürebbimizdir, o halde önümüzdedir. Onun bizimle beraber olduğunu hem bilmeli, hem görmeliyiz, hem de onda fâni olmalıyız ki Müslümanlık tamam olsun. Müslümanlık, şeyhlik, müritlikle, tarîkatla bitecek iş değildir. Lâzım olan, (tefekkürdür), (zikir) değil. Kur’ân’da (…Ve lezikrullahi ekber) âyetindeki (zikir)de (Allah! Allah!) deyip tesbih çekmek değildir. Böyle olsaydı, Kur’ân baştan sona kadar (Allah! Allah!)la dolardı. Halbuki Kur’ân’ın bize öğretmek istediği başka şeyler vardır. Asıl zikir tefekkürdür. Tefekkür öğrenilen ilmi hazmetmektir. Allah, zâten (Biz Kur’ân’ı size, tefekkür edesiniz diye gönderdik) diyor. Öğrendiğimiz ilmi tefekkür etmek, havsalamızı genişletir.

İlmi, başkalarına satmak, bilgiçlik taslamak için öğrenenler hiçbir şey öğrenemezler. Gerçek ilim, o ilmi öğreten hocaya âşık olmaktır. O ilim, âşık olanların gönlüne geçer, böyle öğrenilir.

(Bana büyük desinler, âlim desinler) arzusu, nefsin oyunudur, şirki hafîdir, bunu ancak aşk öldürür.

S.- Hakikaten zor.

Emre – Zor ama hidayet Allah’tan. Kapısına kim gitmiş de eli boş dönmüş? Yeter ki riyâ olmasın. Hiçbir emek boşa gitmez, bu yolda. Çekilen emekler, memurların tekaüd maaşına benzer. Kesilir, kesilir, sonra verilir.

Vallâhi, riyâ bile olsa, yine kabul eder.

Aşktan başka neye güveniyorsak, o, başımızın belâsıdır, ibadete mi güveniyorsun, belâ, takvâya mı güveniyorsun, belâ.

Fakat, (Hakikat)in kapısı (takvâ)dır. Ama kapı açıldığı halde içeri girmezsek, neye yaradı? Bekçi gibi bir şey oluruz o kapıda.

Birinci adımdan vazgeçmeyen, ikinci adımı atamaz. Velhâsıl bir (yokluk) lâzım. Bir yokluk lâzım, ama nerede yokluk? Ya Şeytan’da ya, Allah denilen Mâşuk’da. Allah, kudretini hem fücûrata, hem de takvâya taksim etmiştir. Bunun da askeri var, onun da. Kuvvetleri müsâvi. (Âmak-ı Hayal) bu Hürmüz-Ehrimân savaşını güzel anlatır. Fakat iş, hikâyeynen bitmez. Bağdat’ın içine girmeyince Bağdat bilinmez. İsmini, yolunu, kilometresini bildik, ne faydası var… Ama niyet hayırsa, akibet de hayırdır. O Kudret, bizi bu varlığımızdan o yokluğa götürür. Allah’a varmanın tek yolu bu yokluktur. Mûsa kendini odun yerine koyup hiçe çıkarmış ki o Kudret ağaçtan parlamış.

Kur’ân ne kadar büyük bir kitaptır… Onda her şey vardır, herkes onda aradığını bulur, onu anlar. Bizden doğan bu (doğuş)lar, Kur’ân’ın kıvılcımlarıdır. Bu doğuşlar Kur’ân’a dayanmıyorsa, ona uymuyorsa, yalandır. Belediye kanunu (Kanunu Esâsî)ye dayanmaz mı? Bu doğuşlar da Kur’ân denilen ana kanuna bağlıdır.

14.11.1956


S.- Bâzı sözler var ki, insan onları kolay kolay hazmedemiyor. Bu sözler, inanışlarımıza ve bilgilerimize zıt gibi görünüyor. Fakat mutlaka bizim anlayamadığımız bir mânâları var ki büyük adamlar bu sözleri söylemişler.

Emre – Evet. Meselâ, Abdülbâki Gölpınarlı Bey, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesinde bir şey anlatmıştı. Bir kitapta okumuş bunu; şimdi ismini hatırlayamadığım büyük mutasavvıflardan biri; (Önüm kalabalık, benim de boyum kısa olduğu için (Sevgili)mi göremiyorsam, birkaç tane Kur’ân’ı üst üste kor, üstüne çıkar, (Sevgili)ye bakarım) demiş. Hadi bakalım, bu sözü hazmetmek kolay mı? Bu gibi sözler şerhedilmezse, küfür gibi görülür. O mutasavvıfın sevgilisi Allah’tır. Anlatmak istediği şey de şudur: (Akıl, Kur’ân’daki mânâ merdivenlerine basa, basa çıkmazsa Allah’a ulaşamaz.) demek istiyor.

O mutasavvıf, bu sözü, sohbet meclisinde yabancı olmadığı bir zamanda söylemiş. Abdülbâki Bey de ben fakiri yabancı görmediği için o sözü nakletmiştir.

Akıl, hazmettiği mânâlara basa basa Allah’a kadar gidip onda yok olabilir. Yeter ki yürüsün. Hz. Muhammed için de (Bir giydiği gömleği bir daha giymezmiş) derler.

20–25 sene kadar oluyor. Galiba 1931 idi; İstanbul’dan geliyorduk. Bizim kompartımanda iki Konya’lı hoca, Konya’ya yaklaşıncaya kadar bu söz üzerinde münakaşa ettiler. Birisi diyor ki; (Hz.Muhammed zenginmiş ki bir giydiği gömleği bir daha giymezmiş.)  Öteki de: (Peki, zenginmiş de neden –Elfakru fahrî- fakirlik benim iftihar ettiğim şeydir, demiş) diyordu. Münakaşa uzadı durdu. Nihayet bana; (Sen bu işe ne diyonğ?) dediler. Bende; (ikiniz de haklısınız) dedim. (Nasıl olur?) dediler. (Dinlerseniz, bildiğim kadar anlatayım), dedim. (Hz. Muhammed’in dediği fukaralık, dış fukaralık değil. O sözle Allah’ta fâni olduğunu, yani irâdesini, aklını Allah’a feda ettiğini, bilgisini, görgüsünü hep Allah’tan bilerek, kendisinin bir hiç olduğunu bütün vicdânıyla anladığını anlatmak istiyor ve bununla iftihar ediyor.) Bu tefsir, (Hz.Muhammed zengin) diyenin hoşuna gitti.

Çünkü o Hz. Muhammed’in gömleklerinin çok olduğunu zannediyordu. Öbürününse canı sıkıldı. Sonra dedim ki: (O gömlekler de vücudun değil, aklın gömlekleridir. Hz.Muhammed, Allah yolunda aklının kabul ettiği inançları, hâlleri birer birer hazmettikten sonra yeni hâllere adım atmıştır, bulunduğu yere saplanmamış, mâneviyatı anlamak için aklen hiç durmadan yürümüştür. Değiştirdiği gömlekler hâl gömlekleridir. O söz bunu anlatmak istiyor.)

Bu tefsir çok hoşlarına gitti.

Eskiden, hakikati anlatmak için ne hikâyeler uydururlarmış… Hakikati açmak için örterlermiş. Meselâ (Sevdiğini bulmak için ayağına demir çarık giydi, eline demir asa aldı, senelerce gezdi). Halbuki bu sözle beşer aklı ile Allah mefhûmu arasındaki mesafeyi anlatmak isterlermiş.

Şimdi, (Hakîkat)in en güzel ve serbest devri. Her şeyi açık açık söylüyorlar.

17.11.1957
Zapteden: Şevket Kutkan


Aşağıdaki fıkra, Sayın Dr. Rıza Murad Gören tarafından gönderilmiştir. Fıkra, Hak sevgililerinden (Veysel Karâni)ye aittir.

Mübareğin pek has, müstesnâ bir haremi vardır. Pek afîf ve emanete sâdıktır. Amma nefsine mağlûp şerir ruhlular, bu iffete de sokulmak istemektedirler. Bir cadı kadın bulunur ve bu nur yuvasına sokulur.

Cadı:

—Kızım, sen hiç komşularla görüşmez, hava almak istemez misin? Kendini böyle     hapsetmek, sana yazık değil mi?

—Hayır, ben hâlimden memnunum. Evimde böyle hizmetimi görüp erimi beklemekten daha tatlı ne var ki…

—Kızım, erkeğinin canı nelere sıkılır, hiç tecrübe ettin mi?

—Etmedim. Onun canı bir şeye sıkılmaz ki…

—Sen yarın yemeğe hiç tuz koma, bakalım ne der?

Yüce Hakk’ın sevgilisi, akşam evine döner, eşinin getirdiği tuzsuz yemeği
yer, Hakka şükrederek köşesine çekilir, o kadar.

Ertesi gün kadın gelir, olanı öğrenince: (Yarın yemeğe iki günlük tuzu birden koy) der. Hâtûn bunu da yapar, fakat netice, dünkünün aynıdır.

Kadın, durumu öğrenir, bu sefer (Kızım, kocanın sevdiği bir şey var mı?) diye sorar? (Bu evde kocamın sevdiği tek şey, her sabah koyuna giderken elinde götürüp, akşam getirdiği ibrikli bir testisidir.) (Kızım, farkında olmamış gibi o testiye dokun ve onu kır).

Hâtûn bu şeytan tertibini yaptıktan sonra bir de ne baksın, koca Sultan sessiz sessiz iki sıra gözyaşı dökerek için için ağlamakta. Kadın: (Canım bu kadarcık şeye neden ağlarsın? Kaza bu… Bilerek yapmadım. Yarın bir yenisini alırsın) deyince Hak sevgilisi: (Ah! Ona ağlamıyorum. Benim mahrem yerlerimi bir başka ibrik de görecek diye hâlime ağlıyorum) deyince Hâtûn ruhen uyanır ve ertesi gün neticeyi öğrenmek için gelen kara şeytanı kovar. Cadı, Hakk’ın sevgilisine sokulmanın cezasını görür.

Ah yüce islâm ahlâkı…


EMRE’den Nükteler, Vecizeler, Enstantane Cevaplar:

*Bir musîbeti, bir felâketi tatlı ve hoş görürsek, o musîbet ve felâket ruhun gıdası olur.

*İnsan, insanlaştıkça insanları sever. Hayvânların akrabası, çoluğu çocuğu olur mu? İnsan ağaca benzer. Dallarını ayrı görmez.

*S.- Herhangi bir parti ile alâkanız var mı?

*Emre – Hayır, biz (parti) değil, (küll)üz.

*Gülmek kolay, ağlamak zordur. İki şeker parçası kuru kuruya birbirine yapışmaz, fakat ıslatılırsa yapışabilirler. Mâneviyatta da insanları birbirine gözyaşı birleştirir.

*Hacca gidecek olanlar, küsmüş oldukları kimselerle barışıyorlar. Ne güzel şey…

 Biz kimseye küsmeyelim, kırılmayalım. Kırık bir kâsede su durur mu? Kırık bir kalbde de Allah durmaz.


Nasreddin Hoca Fıkralarının Tasavvufî İzahı

Aklın Varsa Göle Yat!

Hoca’nın evinde odun tükeniyor. Hanımı diyor ki: (Hoca! Odun bitti, git biraz odun kes, getir dağdan, ama kuru olsun!)

Hoca ormana gidiyor. Odunları merkebe yükletiyor. Eve gelirken, (Acabâ bu odunlar yanar mı?) diye, eşeğin üstündeki odunlara bir kibrit değdiriyor, odun yanıyor. Merkebin sağrısına ateş düşünce hayvân kaçmağa başlıyor. Hoca, hayvânın arkasından bağırıyor: (Aklın varsa göle yat!)

EMRE’nin Tefsiri:

İnsanlarda bütün hayvânların ahlâkı vardır. Merkebin huyu inatlıktır. İnsanda da vardır inatlık. İşte Nasreddin Hoca’nın (merkep) temsiliyle kasdettiği şey, insanlardaki bu inatlık ahlâkıdır.

Hoca (Hakîkat) ilmini, bir arkadaşına öğretmeğe çalışmış ama adam, medrese bilgisinden vazgeçemezmiş. Odun dediği, medrese ilmi, yani cansız ilim. Odun, yaprak açar, meyva verir mi?

Hoca bakıyor ki, arkadaşı ilmini (Hâl)e inkilap ettiremiyor, yani aklının sırtındaki ilim odunlarını kaldırıp atamıyor, hattâ atmak istemiyor, o zaman o odunları (aşk) ateşiyle tutuşturuyor. Aşkın ateşine tahammül edemiyen adam, Hoca’dan ikrâh edip kaçıyor. Hoca gine de şefkatten vazgeçemiyor, ona kurtuluş yolunu göstermek için arkasından bağırıyor: Aklın varsa (Tevhîd) deryâsına dal!… Yâni kâmil insan gölüne.