İÇ KAYNAK DERGİSİ | Sayı: 6
(Geçen sayıdan devam)
S.- Ben Allah’ı seviyorum ama derecesini bilmiyorum.
Emre – Sevgi daha tekâmül etmemiş de ondan.
S.- Sevginin tekâmül etmesi için ne yapayım?
Emre – Düşün, tefekkür et.
S.- Ne düşüneyim?
Emre – Bu konuşmalarımızı. Bu sözler kulağından girdi. Yavaş yavaş kalbinde kök atar.
S.- Ben sevdiğim kişide her türlü iyiliği buluyorum.
Emre – Acabâ iyiliği mi, yoksa aradığını mı buluyorsun?
S.- Nasıldır o iyilik?
Emre – Seni selâmete, ölümsüz bir selâmete çıkaracak olan şeydir. Bunu anlatmağa ne kelâm kâfi gelir, ne kalem.
Tasavvuf işte insanı buralara kadar götürür.
S.- Hiç siz bir cinsi lâtif sevdiniz mi?
Emre – Hepsini birden seviyorum.
S.- Yani kadın sevdiniz mi?
Emre – Çoluğum çocuğum var yâhu!
S.- Evlenmeden evvel?
Emre – Hayır. Aklıma bile gelmedi. Hattâ evlenmek bile istemiyordum; zorla evlendirdiler.
S.- Mâdemki insanları seviyorsunuz, bir kadını sevmeğe ne mâni vardı?
Emre – O zaman insanları bile bilmiyordum. Sonradan öğrendim insanları ve insanlığı. Öğrendim de ondan sonra sevdim.
S.- Bu sözler niçin nazımladır?
Emre – Aşk kelâmları nazımla çıkar. Siz şiir diyorsunuz. Ben şiirden filân anlamam. (Aşk)a temas edince bu doğuşlar zuhûr ediyor.
S.- Mevlidi sever misiniz?
Emre – (Muhammediye), (Mevlid)den çok yüksektir.
S.- Biz Mevlid’i daha fazla beğeniyoruz.
Emre – İkisi de iyi ama hakikat bakımından Muhammediye daha üstündür. Farz edelim ki her iki eser de bir (Sevgili)yi methediyor, böyle bir mukayese yapınca diyebiliriz ki Mevlîd, Sevgili’nin ayağından göğsüne kadar olan kısmını övmüş yâhut resmini yapmış. Bu öğmeden veya resimden (Sevgili)nin kim olduğunu bilmek mümkün değildir. Halbuki Yazıcıoğlu, (Sevgili)nin gözünü, kaşını da methetmiş, onun bir nevi resmini yapmıştır. Bize sevgilinin kim olduğunu söylemiştir.
S.- Mevlid de dişlerini öğüyor ya?
Emre – (Gülerek) dişini övüyor ama dışını, içini söylemiyor.
S.- Sizinle konuşup görüştükten sonra, aleyhinizde bulunan oldu mu?
Emre – Bilmiyorum. Ama anlamadan, dinlemeden arkamızdan söyleyenler var.
S.- Adana halkından hakaret gördünüz mü?
Emre – Evet.
S.- Yalnız sözle mi?
Emre – Evet.
S.- Eskiden mutasavvıfları taşlarlarmış.
Emre – Bizi de taşlıyorlar.
(Muhterem okuyucularımıza bu mevzu ile alakalı doğuşlardan bir ikisini takdim ediyoruz.)
Bir Kâmil eder zuhûr,
Olur, her yana meşhur;
Ezelî bir âdettir;
Birçokları görür hor.
Bu, bir yerden göz açar,
Görenler eder ikrar;
Bu hâli bilmeyenler,
Neylesin, eder inkâr.
Ezelden budur âdet:
Bilmeyenler görür bed;
Ahmed, inkâr edildi
Okuyor iken ayet.
Okundu, oldu Kur’ân,
Okunuyor her zaman;
Dinledi (Ebûcehil),
Bildi etmedi iman.
Nefsi eyledi iğvâ,
Dedi: (Bu sözdür hava!)
Fedâkârlık lâzımdır,
Değil bu hâl bedava.
Seyreyleyin Ali’ye,
Gördü “Hak!” diye diye
Dostu seyretmek için
Lâzımdır çok baş eğe.
Lâzım Secde-i Rahman,
Etmeli canı kurban;
O (Gönül sarayı)na
Giremiyor hiç her can.
Nasibeyle Yaradan!
Kim akıtır gözden kan;
(Emre) rica ediyor:
O, orda kursun mekân.
1945
Doğuş*
Aşk bize yazdırdı kitap,*
Bizi dışına etti kap;
Bu hâle aldanmayalım,
Resmimizi ettirdi tab.
Allah’ın için okuyan,
Hâlimizi ettik ilân;
Dilerim biz gibi olsun
Okunan sözleri tutan,
Okurken etsinler dikkat
Hep tefsir olmuştur âyât
‘Nefahtü min rûhi’ demiş,
Hep duyanlar bulsun hayat.
Buradan söylemiş Mevlâm;
Duyanı diriltir kelâm;
Bu, benim sözüm değildir,
Hak sözüdür, alın ilham.
Kimi duyar, olur Sultan,
Kimi duyar, bulur Rahman
Kim bu sözü duymaz ise,
Onları azdırır Şeytan.
Kimi Allah için okur,
Bu yollara başını kor,
*Bu doğuş, 1944’te çıkarılan ilk “Doğuş” kitabı için doğmuştur.
Hâlimizi hâsed eden,
Dinler, eder sokur sokur.
Anlayanlar hep tutar yas,
Kalaylanır gönülde tas,
Bu kelâm nurdan kalaydır,
Kalay tutmaz, var ise pas.
Kimi okur, eder alay;
Hazmeylemek değil kolay;
(Emre) Hakk’a rica eder;
Doğrulara hep doğsun ay.
1945
Doğuş
Bu aşk bizi etti rezil,
Bizi taşlar her yandan dil,
Dilber! Seni seyreylemek,
Taşlanmadan, olmaz kaabil.
O taşlar gelmeli hoşa,
Göğüs germek lâzım taşa,
(Dilber)in gamını çekmek,
Hâşâ lillâh, gitmez boşa.
Aşk bulunmaz, taşlanmadan,
Bütün arzu boşlanmadan,
Bu ilmi vicdan duyar mı?
Taş atandan hoşlanmadan…
Olmak için taş atarlar,
O taşlarda çok hikmet var
Çok taşlananı seviyor
Aşıkın aradığı (Yâr)
Bu yolda çok ezilmeli,
Nefsini toprak bilmeli;
Kim ki bu yolda zelîldir,
Onu tutar (Dost)un eli.
Zelilden eyler tecelli;
Böyle gelir aşk, ezelî,
Lâyık olmalı bu hâle,
Daima gamı sevmeli.
Budur âşıklara ricam:
Yedikleri, olmalı gam;
Eğer gıdâ gam olursa
Gam ilinden gelir ilham.
Yürüyelim biz gam ile,
Olalım aşk ile bile,*
(Emre)ye aşk gelmez ise,
Bu esrarı nasıl bile?
18.1. 1944
*Bile: Beraber
S.- Hayret, Adana sizin gibi bir insanı nasıl olur da sevmez? Ben sizin şiirlerinizi ilâhî olarak okuyanları gördüm. Belki sizi tanısalar, okumazlar.
Emre – Çok doğru. Biz bu âlemden gitmeyince rağbet etmezler. Bu sözlerin zuhûr ettiği yerin, bizim gibi âciz, kıtıpiyoz bir kimse olduğunu görünce, söze de kıymet vermez oluyorlar.
S.- Annem sizin kitabınızı okuyor. Bâzı doğuşları okudukça: (Â…Ben bu şiiri filân mecliste ilâhî olarak okuyorlardı, işittim) diyor.
Emre – Bâzı kimseler, bu sözleri söyleyen yâhut söyleten (Kudret)i göremeyip bizim fâni vücûdumuzu görüyorlar da onun için ikrah ediyorlar. Musluğun, lülenin su ile ne alâkası olabilir? Yaptığı şey, sâdece bir vazife, bir vâsıtalık.
S.- Şiirlerinizin mûsikî ile okunmasını sever misiniz?
Emre – Severim; hattâ her tarafta.
S.- Yâni besteleyen olursa, müsaade edeceksiniz? Ama ben yapacak değilim, pek yapamam.
S.- Paris’te bir müzik mûnekkidi (Yunus Emre Oratoryosu’nu dinlerken tavanın yarılıp, Allah’ın içimize indiğini hissettik), diyor.
Emre – Yunus Emre, kalem şâiri değildi; ümmî idi. Onun gibi olanlar Allah’a bitiştikleri zaman başlarlar bağırmaya, söylenmeye, Allah’a bitiştikleri için, onların sözleri diridir, ölmez, hakîkatten, dinliyen de ölmez.
S.- Şöyle bir rivayet var: Yunus’u büyütmek için ona ümmîdir diyorlar. Ümmî ise, kim derlemiş o (Risâletûnnushiyye)leri? Nasıl söylemiş?
Emre – O risale misale dedikleri şeyler uydurmadır. Ölmeyen, divânıdır. (Yunus tamamen de ümmî değil. Az buçuk yazısı varmış. İlkönce yazdıkları kendisinin. Fakat sonra Allah’a tamamen karışınca unutmuş kendini.
S.- Siz unuttunuz mu?
Emre – Çok.
S.- Neleri unuttunuz?
Emre – Diyemem, çünkü unuttuğumu unuttum. Aklımdan çıktı gitti.
S.- Yunus, eserlerini kendisi mi yazdı?
Emre – Yazısı pek iyi değildi, az bir şeydi.
S.- Şiirlerinizde bâzı âyetler hadiseler var ki, siz onları duymuş olmalısınız?
Emre – Doğru ama hiç duymadıklarım da var. Bilen biz değiliz. Bilen biliyor ve söylüyor. (Biz biliyoruz) dersek, kendimize pâye vermiş oluruz. Halbuki burası, pâyenin bittiği yerdir.
S.- Kadın mı güzel, erkek mi?
Emre – Erkek.
S.- Erkek mi kültürlü olursa daha iyidir, kadın mı?
Emre – Erkek.
S.- Neden?
Emre – Çünkü…
S.- Kadınlar hakkında doğuşunuz var mı?
Emre – Ben (Hakikat)te kadınla erkeği ayıramadım
.
S.- Kadında Allah’ın güzelliğini görsem, olmaz mı?
Emre – Bu muvakkattir. Siz buradan daha ileriye gidebilirsiniz. Ben buralarda kalmadım. Bunda da ailenin, ana-babanın çok tesiri var.
S.- Biz fâni bir varlığa bağlanmışız. Yolumuzu değiştirmek lâzım. Bize yol gösterin. Nasıl gidilir bu yola?
Emre – İşte gitmeğe başladın. Bu konuştuklarımız, aklına, vicdânına hep ekildi. Zâman gelir, bunları hazmetmeğe başlarsın, işte yolun değişti.
S.- Mâdem siz beni benden iyi tanıyorsunuz, pekâlâ…
EMRE’nin Konuşmaları: 5
(7.2.1957’de yapılan bir konuşmadan zaptedilen notlar):
S.- Bütün insanlar anlasa şu tasavvufî (Hakîkat)i.
Emre – Bak, bizim kız, bütün insanların birden ihyâsını istiyor. İstediği de olacak. Sırf kendi nefsinin ihyâsını isteyen bir kimsenin görüş kabiliyeti kendinden öteye gidemiyor.
S.- Birisi evliyâlara inanmıyormuş, (Allah’la insan arasında vâsıtaya ne lüzum var?) diyormuş.
Emre – (Elâ enne evliyââllahe) diye bir âyet yok mu? Evliyâ olmaz olur mu? Bilmediğimiz bir âleme onların rehberliği olmadan nasıl gidebiliriz?
(Evliyâ), (Allah’ın dostları) demekmiş. Allahın dostları çok. Onlara doğru dönmek lâzım; aklımızın dönmesi lâzım. Bir (Dön Namazı)ndan bahsederler. (Çocukların, başlarını yere koyup takla atmalarını, tombalak dönmelerini kasdederek ve gülerek), Dön Namazı bu olmasın? Yani Allah’a gurûrumuzu, vakarımızı, her şeyimizi feda etme manâsına tombalak.
S.- Dön Namazı, Kıbleyi değiştirmek değil mi? Çünkü (Dön Namaz)ını kılarken vücut sallana sallana, yavaş yavaş dönüyor, diyorlar.
Emre – Kıble değişmez de, aklı döndürmek, değiştirmek lâzım.
Duran Emmi – Bir doğuşta şöyle bir yer var:
Eğer olursa razı,
Kılarsa Dön Namazı
Mühürü biz çözeriz;
Dinler, alır murâzı.
Emre – Aklı Kıble’ye dönmeyenin namazı kabul değil.
Hz. Muhammed bunu anlatmak için (Lâ salâte illâ bilhuzûr) demiyor mu?
(Bir ara Beytullah’dan bahsedildi. Bu münâsebetle Emre şunları söyledi):
Emre – Hoca’nın annesi bir zamanlar Mekke’de kalmış da, anlatırdı: (Hac zamanı hacılar Kâbe’yi tavaf ederler. Bir uğultudur gider. Fakat Kâbe’nin içine girmeğe kimse cesaret edemez.) derdi. Beytullah’ın içine giren, sesini duyan insan başka sözden zevk almaz olur. Asıl Beytullah, müminîn kalbidir. Orada konuşur, sesini duyar, yüzünü görürsek, acâip bir âleme düşeriz, artık dışarıdan zevk alamayız. Bu hâli kelâm târif edemez. Orası zâhir ilmin kâfi gelemeyeceği yerdir.
Ama böyle deyip de ümidimizi kesmemeliyiz. Allah insana öyle bir kabiliyet vermiş ki bunların hepsini idrâk edebilir, bilebilir, fakat kendi bilgisinin bittiği yerde, aczini anladığı zaman bilebilir. İşte buna diyorlar (aşk).
S.- Tasavvuf bilinmezse, âyetlerin, Kur’ân’ın mânâsı hakkıyla anlaşılmıyor.
Emre – Kur’ân’ı herkes kendi aklına göre anlayabilir. Ama Kur’ân’ın mânâsı, aklın bittiği yerde başlar. Onun için (Kur’ân Arapça değil, Rabcadır) diyoruz ya. Kendi cüz aklının damlasını Rabb’in Küll deryâsına atmayan kimse Kur’ân’ı anlayamaz. Onu, ancak Hz. Muhammed ve onda fâni olanlar anlayabilir.
Allah’ı bize kimler târif ettiler? Peygamberler. Öyle değil mi? O halde o peygamberlerde fâni olmazsak Allah’ı bilemeyiz, anlayamayız. Fâni olanların birinde fâni olursak, yine Allah’ta fâni olduk demektir.
Allah bir (Deryâ-yı Ahadiyyet)tir, ne ucu var ne sonu. Kendinden başka bir varlık kabul etmez. O, bizimle beraberdir ama, biz ondan ayrıyız. Onunla beraber olmamız için onda yok olmamız lâzım. Bunu da ancak aşk yapar. Bir doğuş vardı; Evveli aşk, ahirî aşk vesselâm…
Doğuş
Bilmiyorum, düşmüşüm bir sevdâya,
Gönlüm ister atılmayı sahraya,
Bu hâl beni götürür mü Mevlâ’ya?
Aşkın beni üryan eyledi Mevlâm.
Âşık ettin, sen dağıttın fikrimi,
Sen ben oldun, acep ararım kimi?
Ben lâl iken, bülbül ettin dilimi,
Aşkını ver, kabul olsun bu ricam.
Senin aşkın ebedî etti diri,
Diri olan, hiç aşktan kalmaz geri,
Aşk getirir sen Mevlâ’dan haberi,
Aşka uydum, o bana oldu imam.
Aşk götürdü beni o Beytullâh’a,
Bu gönlümü ev eyledi Allah’a,
Bedenimi (Kürsü) etti sen (Şâh)a,
Daha dersem, mutlak bozulur nizam.
Her gördükçe kavuşurum ihsana,
Ben severim Dostumu kana kana,
Ey Cânânım her yerim benzer sana,
Görenlerin aşkına olmaz hitam.
Seni gören, hiç aşkından doyamaz,
Dâim ağlar, göz kanını yuyamaz.*
Kalbi taşlar aşktan lezzet duyamaz,
Seni bilmez, kendine tutar makam.
Ben yanayım aşkından etme ayrı,
Aşka düşen, bilir mi şerri, hayrı?
Âşık olan, olmak ister mi Tanrı?
Sen Tanrısın, benden söylersin kelâm.
Söyler iken, senin olur her varlık,
Bir noktada hiç olur mu aralık?
Hiç güneşte görülür mü karanlık?
Ateş yanan gönülde, olmaz akşam.
Dosta eren, (ilim) değil, (hâl) değil.
Bunu bilmek, sen (Dost)a visal değil,
Bu, bir lezzet, zahirdeki bal değil,
Evveli aşk, ahiri aşk vesselâm…
Âşık isen, sen bu cana ateş ver,
Hazreti Hak, âşıkına böyle der,
(Emre!) sen yan, o (Cânân)a çabuk er,
Seni bekler dâima Rabbül’enâm.
23.10.1943
*Yuyamaz: Yıkayamaz.
Emre – Kasem ederim ki bu sözler benim değildir. Benim varlığım, o (Kudret)in yanında bir zerre bile değildir. O Deryâ, benim gibi âciz bir damlayı kendine çekince beni söyletiyor ama hakikatte söyleyen odur.
Bana birisi (ille bir doğuş söyleyeceksin!) diye tazyikte bulunsa, hattâ işkence etse, söyleyemem. (Dünyanın bütün servetini verelim, söyle!) deseler, yine söyleyemem; çünkü bu (hâl) hem benim değil, hem de elimde değil. Aklım oraya karışınca, hadi bakalım, bir şeyler zuhûr ediyor.
Birçok kimseler: (Bu adam ümmîdir, bunları nasıl söylüyebilir?) diyorlar. Haklıdırlar ama Allah’ın kudretine tam mânâsıyla inananlar, yâni Allah’ın her şeyi yapmağa kaadir olduğuna îmân edenler bilirler ki, Allah, istese, bir taş parçasına bile söz söyletebilir, değil ki bir insana…
İş, dinlemekte. Dinlemek için de kulağımızı ona teslim etmeliyiz. Kulak onun olmalı ki söylediği sözleri anlayabilsin. Bizim kulağımız onun sözünü anlıyamaz.
Gören göz de onun gözüdür. Hocalar: (Allah’ı kul gözü göremez) derler; çok haklıdırlar. Çünkü kendini kendi görür, kendinin lezzetini ancak kendi alır. Bak meselâ, siz bunları dinliyorsunuz, çünkü bu sözlerden zevk alıyorsunuz. Halbuki birçok kimseler bu sözleri dinlemekten ikrah ediyor. Onun için eski bir darbımeselimizin dediği gibi. Yol gidenin; kılıç kuşananın; at da binenindir.
S.- (Her şey Allah’tan) diyor bâzı kimseler?
Emre – Allah onların şerrinden emin etsin. Çünkü böyle diyenler, nefislerinin kötü fiillerini Allah’a isnâd ederler. Hazreti Muhammed’de (Her şey Allah’tan) demiştir ama her fiili, her hareketi Allah’ın dediğine uygun olduğu için demiştir. Allah’ın yasak ettiği kötü fiilleri işleyip, (bu fiilleri bana Allah işletti, ben bunlardan mesul değilim) dememiştir, bunları Allah’a isnâd etmemiştir.
Bu sözü söyleyenler ya evliyâdır, ya zındıktır. Hareketleri Kur’ân’a uyanlar evliyâ, uymayanlar zındıktır. Kur’ân birçok fiilleri yasak ediyor, (O fiiller nefsinizdendir.) diyor.
S.- Demek insan bunları seçip, ayırıp, tefekkür edecek?
Emre – Aşk geldikten sonra ne seçme kalır, ne tefekkür.
Duran Emmi – Kurtuluş, âşık olmak
Başka hâlleri bırak.
S.- (Âşık olmak lâzım) deyince, bazı kimseler, meselâ o filmde olduğu gibi, Mevlânâ, (Şems)e âşık olmuş zannediyorlar.
Emre – (Şems), Allah’a âşık. Mevlânâ da Şems’e âşık; dolayısıyla Mevlânâ da Allah’a âşık demektir. Hz.Muhammed (Lev lelmürebbî, mâ areftü Rabbî = Mürebbîm olmasaydı Rabbimi bilemezdim) demiyor mu? Yâni bir vâsıta lâzım.
Allah’la aramızda bir mesafe var ki bize: (Bana bir karış gelene doğru ben bir arşın giderim) diyor.
S.- Evet… Bu sözün mânâsını şimdi anladım.
Emre – Peki; Allah nerede ki, biz ona doğru yürüyelim, bir karış gidelim de o bize doğru bir arşın gelsin?
İşte Allah’a giden yol, (Mürebbî)den geçer; onun için (Mürebbîm olmasaydı, Rabbimi bilemezdim.) demiş Hz. Muhammed.
S.- Biz de bu hakikati anlamasak, size âşık olabilir miydik? Niçin başkasının karşısında durmuyoruz?
Emre – Benim çürüyecek olan vücûdumun nesine âşık olacaksın? Yarın, öbür gün o (Kudret) bu vücûdun içinden çıkınca, (İsmail) bir leş olup kokacak.
S.- Peki (İsmail)i görmenin hikmeti ne?
Emre – Sen İsmail’i görmüyorsun, o (Kudret) kendi kendini görüyor.
S.- İsmail’i görmek lâzım değil mi?
Emre – Şefkat eden (Kudret)i görmek istiyorsan mutlaka lâzım.
(Münasebeti dolayısıyla, okuyucularımıza 1944’de doğmuş doğuşu takdim ediyoruz):
İçimi kan eyledin,
Yaktın, büryân eyledin;
Bu aşkın vatanına,
Sen Süleyman eyledin.
Kurd, kuş istiyor ferman,
Benden alırlar derman,
Bütün varlık yok olur,
Ben diriyim her zaman.
Beden beden gezerim,
Her dillerden ben derim;
Gıdâ alan ağızdan,
Kimse bilmez; ben yerim.
Gezerim her bedeni,
Gelip, geri gideni;
Aşkıma gark ederim,
(Yokluk)tan seyredeni.
Yağmur benim, kar benim!
Yokluk benim, var benim!
(Bağdat)taki (Mânsur)a
Hazır olmuş “dâr” benim!
Benim! Görülen Mevcûd,
Görenler olur mesud;
Her gözlerden görülen,
-Benimdir!- cümle vücûd.
Sema benim yer benim!
Hızır benim Pîr benim!
Cihâna hâkim Ali
Sırlarını der, benim *
(Yokluk)tur benim varım,
Aşk için âhü zârım
Dilimden (Ben) diyenden
Ben de şefkat umarım.
Dost kapısına geldim
Secdesine eğildim,
Bu (Emre)nin dilinden,
Haktır söyleyen, bildim.
15.10.1944
*“Cihana hâkim olan Ali’nin sırlarını diyen de benim!” denilmektedir.
S.- Mevlânâ: (Benim toprağıma buğday ekseniz ve o buğdaydan ekmek yapıp yeseniz âşık olursunuz.) diyor.
Emre – Çok güzel söylemiş.
S.- Hicaz için de; (Hicaz’a gitmeğe ne lüzum var. Evinin bitişiğindeki dama çık, yeter.) diyor.
Emre – Mevlânâ ne diyordu hani? Sen Farsça bir şiir okuyordun?
Ş.K. – Ey kavm-i be-hac refte! Kücâyîd, Kücâyîd?
(Maşuka) derin – câst, biyâyîd, biyâyîd!
Emre – Ne diyor yâni?
Ş.K. – Ey hacca gitmiş olan kavim! Neredesiniz, neredesiniz?
Aradığınız Mâşûka buradadır; geliniz! geliniz! diyor.
Emre – Bu sözler Mevlânâ zamanında gizli idi, zamanı gelince, açan açıyor.
S.- Mevlânâ: (Desti, suyunu, dışına mutlaka vurur) diyor.
Emre – Desti tenekeden olursa, suyunu dışarı vurabilir mi?
S.- Toprak destiyi kastediyor zaten.
Emre – Hayır, toprak destiyi değil, kendini kastediyor. İnsan vücûdu da topraktan değil mi? İnsan, ellerini kalçalarına korsa, kolları, destinin kulplarına benzemez mi?
Dışına vuran destinin suyu soğuk olur. Yüreği yananlar, gider, oradan kulaklarıyla, gözleriyle içerler.
S.- Allah’ın 99 (Esmâi Hüsnâ)sı var. Nedir bunlar? Bunları çekmek mi lâzım?
Emre – Bunlar birer ilâhi ahlâktır. İnsan bu ahlâklara sâhip olup Allah’ta fâni olunca (esma)nın, tesbîhin lüzumu kalır mı?
(Bir aralık söz, rüyaya intikal etti. Bunun üzerine Emre şunları söyledi):
Emre – Rüya, (rü’yet)ten gelmiyor mu? Yani (görülüp geçilen şeyler). Heyhat ki insanlar geçici şeylere sâhib oluyorlar. Asıl (Sahip) olana sâhip olamıyorlar da… İnsanları avlıyor bu dünya…
Vaktiyle avcının biri büyük bir tuzak, bir kapan kurmuş. Kapanın ağzına da büyük bir dilim peynir koymuş. Tilkinin biri peynirin kokusunu almış, gelmiş. Fakat bunun bir tuzak olduğunu da anlamış. Kendi kendine: (Ne yapsam acabâ, Yâ Rabbül’âlemîn?) deyip dolaşırken, bir ayı çıkageliyor. Tilkinin yüzü gülüyor. Ayıya: (Gel ayı kardeş, sana çok güzel bir yiyecek göstereyim) diyor. Aç ve ahmak ayı tilkinin peşine düşüyor, kapanın yanına geliyor. Bakıyor ki güzel bir peynir. Fakat biraz şüpheleniyor. Tilkiye soruyor: (Sen niye yemedin?) Tilki hemen cevap veriyor: (Ben orucum). Ayı: (Eh öyleyse, ben oruç değilim) deyip elini nasıl uzatırsa, kapan tırak! diye ayının koluna yapışıyor, peynir de tilkinin önüne sıçrıyor. Ayı can derdindeyken, tilki peyniri yemeğe başlıyor. Ayı tilkiye, (Hani sen oruçtun?) diyor. (Oruçtum ama şimdi hesabettim ki Ramazan bitmiş, bugün bayrammış?!)
İşte fânî şeyler de bizi böyle avlıyor. Avlanırsak, tilki bayramı eder. Bayramı da herkes bir türlü anlar. Hayvânların bile bayramı vardır. Onların bayramı, arzûlarının yerine geldiği zamandır. İnsanların ki mevsim mevsim. Âriflerin bayramı ise her gündür, ebedîdir. Çünkü onlar (arefe)yi akıllarıyla yapıp gözleri; ve gönülleriyle bayram etmişlerdir. Bak, bayramın mânâsı ne kadar değişti. (Şarap) anlayışı da böyledir. (Şarâb)ın Türkçe’si, (içilecek herhangi bir şey, meşrubat kabilinden içilecek bir şey)dir. Üzüm suyundan yapılan sarhoş edici içkiye Kur’ân’da (Şarab) değil, (hamr) ismi veriliyor.
Mânevî şarâbı bulamayan insanlar öteki şarabı, (şer-âb)ı içiyorlar. Bunu kınayarak söylemiyorum. Hakiki şarap, âşığın yüreğinin cız! cız! etmesidir. Bu, insanı diriltir, öteki öldürür.
Mısrî Niyâzi bu şarabı şöyle anlatıyor:
Gir bu dert meyhanesine koma elden kâseyi,
Hiç yürek kanından özge âşıka olmaz şarâb.
Şem’i de şöyle diyor:
Mest olup mestâne geldim tâ ezelden tâ ebed,
İçmişim âşkın şarabın âbı engûr olmadan.
Aşkın aklî olmayanı iyi. Aşk, hesabı, kitabı, aklı yemeli. Allah hepimize bu aşkından versin.
Zapteden: Şevket Kutkan
Nasreddin Hoca Fıkralarının Tasavvufî İzahı
Nasreddin Hoca’nın Kabak Hikâyesi
Nasreddin hoca, Allah’ta fânî olduğu devrede uzun bir zaman evden çıkmıyor; halvete çekilmiş çünkü. Karısı da Hoca’nın bu hâlinden usanmış. Ona: “Çoktan beri dışarıya çıkmıyorsun. Evde tuz kalmadı. Bakkala git de biraz tuz al.” diyor.
Hoca: “Kadın, diyor, ben kendimde değilim. Dalıp, dalıp gidiyorum. Gidersem hem tuzu alamam, hem de evin yolunu çıkaramam.” Kadın ısrar ediyor ve Hoca’ya şu aklı öğretiyor: “Merak etme, kaybolmazsın beline su kabağını bağlarım. Kendini kaybetmemen, kendine gelmen için şu taşla kabağa vurursun. Tık! tık! diye ses çıkınca kendine gelirsin.” Hoca itiraz etmiyor. Kadın kabağı bir iple kocasının beline bağlıyor. Hoca evden çıkıyor. Yolda dalar gidermiş. Sonra âlemi farka gelince önündeki kabağa taşla tık! tık! diye vururmuş; o zaman kendi varlığını idrâk edermiş.
Nasreddin Hoca’yı çoktan beri göremeyen mahalle çocukları, sevgili Hocalarının peşine takılırlar. Fakat bakarlar ki Hocada başka bir hâl var. Hoca zaman zaman belindeki kabağa tık! tık! diye vuruyor. (Gel) diyorlar, (şu Hoca’ya bir oyun oynayalım) Hoca zorla bakkalı bulup, orada kendinden geçtiği bir sırada, çocuğun biri kabağı Hoca’nın belinden söküp kendi beline bağlıyor. Hoca’nın karşısına geçiyor. Hoca etrafındaki seslerden âlemi farka gelip (Acabâ hakikatten ben kendim miyim?) diye, kendinin kendi olup olmadığını anlamak için elindeki taşı belindeki kabağa vurmak istiyor. Kabaktan ses çıkmayınca şaşırıyor. Bir de bakıyor ki kabak karşısında duran bir çocuğun belinde; hemen gidip kabağa tık! tık! diye vuruyor. Sesi duyunca rahatlıyor. Fakat halledemediği bir mesele çıkıyor meydana. O çocuk kendisi olmaya kendisi… Peki, öyleyse kendi kim? Bunu anlamak için çocuğa soruyor; (Oğlum! Sen ben olmıya bensin yâ… Acabâ ben kimim?)
EMRE’nin Tefsiri:
Nasreddin Hoca o devrede bir sevgi ve şefkat güneşi olmuş; o dereceyi bulmuş. Kendini bütün insanlarda görüyor. Fakat kendinden haberi yok.
Güneş de öyle değil mi? Bütün yıldızlara ışığı veren kendisi olduğu halde, onları (bunlar ne kadar güzel!) diye seyreder, sever.