02 Haziran 1952 | Sayı: 48

16 Haziran 1952 | Sayı: 49
19 Mayıs 1952 | Sayı: 47

– Boyuna öl, öl diyorsun; nedir bu ölüm?

Emre bu suale şu cevabı verdi:

– Tasavvufî hakikatleri anlaması da, anlatması da cidden zordur. İlâhî hakikat çok basittir. Basit olduğu için inanılması ve kabul edilmesi güçtür. Bunun içindir ki, bu hakikati, arayanlara bir hayli emek çektirdikten sonra söylemişlerdir. Emeksiz elde edilen şey kıymetsiz olur, ortalığa atılır, ayaklar altında kalır. Sonra bu hakikati herkes hazmedemez de… Herkese, anlayabileceği tarzda anlatmalıdır. Aksi takdirde ham meyve mideyi bozduğu gibi, ham kelâm da aklı bozar. Ham meyve yersek, mide onu oldurmaya çalışır. Meselâ ham erik, ağaçtan alacağı kuvveti mideden alır. Çünkü kana karışabilmesi için olgunlaşması lâzımdır. Mide onu bu hâle getirebilmek için, yani onun ağaç üzerinde üç ayda alacağı kuvveti üç saatte verebilmek için çok çalışır ve yorulur. Tasavvufî hakikatler de böyledir. Anlamayanlar için bu kelâmlar hamdır; olgunlaştırmak için onları tefsîr etmek lâzımdır. Aksi takdirde akıl bu kelâmı hazmedemez, çıkarır. İşte bu hazımsızlık olmasın diye tasavvufî hakikati açıkça söylemezler, rumuzlu sözlerle (Kerem ile Aslı), (Tâhir ile Zühre)  hikâyeleriyle anlatmağa çalışırlarmış. Kerem Allah âşığıdır ve aslını arıyor. Aslı kim? Aslımız Allah. Birisi öldüğü zaman (İnnalillah ve inna ileyhi raciun) demiyorlar mı? Mânâsı: (Biz Allah’tan geldik, Allah’a gidiyoruz) demektir. (Tâhir) de temiz demektir; yani vicdanı tertemiz olan bir Allah âşığı. (Zühre) de parlak çiçek demekmiş. Yani temiz bir Allah âşığı parlak ve güzel bir çiçeğe benzeyen (Hakikat)ı arıyor. İşte eski Mutasavvıflar (Hakikat)ı böyle rumuzlu sözlerle anlatmaya çalışmışlardır. İrfâniyyet meclislerinde sohbet dinleyenler, söyleyenin kendisi olmadıkça “İlâhi esrâr” onların kulaklarına söylenmemiştir. Söyleyenle dinleyen aynı olunca tasavvufî hakikat yabancı kulağa gitmemiş oluyor. İnsan kendi vicdanına bir sır söylerse, onu başkası duyar mı? Gerçi sırrullah için yabancı hiçbir fert yoktur. Kur’ân bütün insanlara hitap etmektedir. Yabancı, sırrı hazmedemeyen kimsedir ve yabancılığı da sırrı hazmedinceye kadar devam eder. Hazmettikten sonra ne yabancılık kalır, ne de bir şey…

Fakat esrâr-ı ilâhiye’yi hazmetmek kolay bir şey değildir; hele yaş ilerledikten sonra… İnsanın akıl hazmı kırk yaşına kadar iyidir. Kırk’tan sonra hazımsızlık başlar. Lâkin mânevî (Kudret)e bağlanmış olanların hazmı ilânihaye devam eder. Onlar için bunamak yoktur. İnsan ilâhi sözleri ne kadar çok dinler ve hazmederse beyninde o kadar kıvrımlar meydana gelir. Bu kıvrımlar, denizin dalgalarına benzer. Denize veya bir göle bir taş atılırsa, taşın düştüğü noktadan daireler halinde dalgalar meydana gelir. Kelâm da aklımızın gölüne düşünce, beyin dalgalarının birinden öbürüne geçerek yine beyinde hazmedilir ve vücuda verilir. Bu hazmedilen kelâm bu sefer bizim gözümüzden ve ağzımızdan çıkmaya başlar, dalga dalga bütün dünyayı doldurur. Bu mezâhir âleminin ilimleri hep insan varlığında mevcuttur. Mevcut olmasa, insandan çıkar mıydı? Meselâ radyo aynen insan beynine benzer. Alıcı lâmbası, ziyâ vasıtasıyla kulak gibi alıyor; verici lâmbası da ağız gibi veriyor. Fakat radyo, zapt edemeden verir; yani onun hazmı yoktur; kalbinde tutamaz. Söyleneni bir sefer alır, bir sefer verir. İnsan ise bir (Deryâ-yı Ahâdiyyet)tir; kulağından giren şey, ağzından istediği kadar çıkar ve istediği tarzda çıkar.

Hazmın zor olduğunu İncil’deki şu âyet çok iyi anlatır. İncil şöyle başlıyormuş: (Kelâm ibtidâ’da mevcûd idi ve kelâm, Allah’ın nezdinde idi ve kelâm Allah idi.) Hâlbuki, hâşa, kelâm Hâlik değildir, mahlûktur. Bir insan kelâmı halk etmese, o kelâm çıkabilir mi? Vücut olmayan yerde kelâm olur mu? Öyleyse bu nasıl Hâlik? Kelâm, hatta mahlûkun mahlûkudur. (Kelâm Allah’tır) diyeceklerine (Kelâmullah) deselerdi doğru olurdu. Çünkü Allah’ın kelâmı olduğu gibi, şeytan’ın da kelâmı var; ona da (Kelâmuşşeytan) diyoruz. Bundan başka, insandan çıkan kelâmlar hem iyi, hem de kötü sıfatlara bürünebilir; yani insana mahkûmdur. Ayrıca hayvanların da kelâmı var; hayvan kelâmı da Allah mı? Âlimle cahilin kelâmı bir mi? İyi söz kelâm da kötü söz kelâm değil mi? Bakıyorsun bir adam küfür ediyor; küfür de Allah mı? İnsan ancak kendi fiilinin hâllakıdır; amma küll olarak değil, cüz olarak. Bazı insanlar (Küll)e karışır, onların ağzından (Küll) kelâmı çıkar; bazı insanlar da cüziyyata karışır, ağzından cüziyyat kelâmı çıkar. Neyi seviyorsak, hangi sıfatla haşrolmuşsak, ağzımızdan o şeye ait sözler çıkar. (Söz)ü anlatan bir doğuş vardı: 

Birinci kitap: Doğuş – 135

Çıkan söze edin dikkat,
Acı sözde olmaz kıymat;
Tatlı sözde vardır hayat,
Bak bu sözler ne ediyor…

Bir söz yıkıyor cihanı,
Yok ediyor hânümânı,
Öldürüyor nice canı…
Bak bu sözler ne ediyor…

Nice kapılar kapıyor,
Dünyayı viran yapıyor…
Birçok canları kapıyor;
Bak bu sözler ne ediyor.

Yıkıp çevirir örene,
Seyret nice can verene…
Zarar edemez görene.
Bak bu sözler ne ediyor…

Kimisini eder ihya,
Kimisinde koymaz hayâ;
Bizi yetiştirdi Hû’ya…
Bak bu sözler ne ediyor…

Sözünüze olun sahip,
Acı sözler, bize ayıp,
Devre (1) diyen, olur tâyip (2),
Bak bu sözler ne ediyor…

Sözümüzü edelim pâk,
Tatlı sözler olmaz helâk;
Pişkin söze âşık eflâk.
Bak bu sözler ne ediyor…

Acı söz yırttırır yaka,
Tatlı söz götürür Hakka;
(Emre) gider baka baka…
Bak bu sözler ne ediyor…

2.11.1942

  1. Devre: Yanlış, ters. (2) Tâyibolmak: Ayıplanmak.

 

İşte ilâhi esrârın vaktinden evvel söylenmesi, onların sokaklara ve
ayak altına düşmesine sebep olur. O esrâr küfür zannolunur, bu suretle birçok insanların (Hakikat)e giden yolları kesilmiş olur; yazık değil mi?

Gelelim ölme meselesine: Vaktiyle adamın biri talebelerine (ölmekten başka çare yok; illâ öleceksiniz) dermiş. Talebeleri yanlış anlarlar, kendilerini öldürmek lâzım geldiğini zannederlermiş. Bir gün talebenin biri kendini öldürmeyi tasarlıyor. Hiçbir kurtulma ve kurtarılma ihtimali kalmasın diye, yüz kişiyi bile öldürecek kadar zehir alıyor. Boğazına bir ip geçiriyor ve zehri içip kendini nehir kenarındaki bir ağaca asıyor. Belki asıldığı dal kırılır diye elindeki bıçağı boğazına çalıyor. Allah öldürmezse öldürmez, bıçak boğazındaki ipi kesiyor; adam nehre düşüyor, dibine gidiyor. Ağzına kumlar, sular doluyor. Onları yutunca kusuyor; böylece midesindeki zehirler dışarı çıkmış oluyor. Tesadüfen bir adam da orada bir ağaç altında yatarmış. Bunun asılır asılmaz, bıçakla boğazını kestiğini ve nehre düştüğünü görünce hemen nehre atılıp onu kurtarıyor. İntihar eden adam, kurtarıldığını görünce müteesir oluyor amma bu işte bir hikmet olduğunu da anlıyor. Nihayet üstâdının yanına gidiyor. Üstâdı sorunca, başından geçenleri anlatıyor. O vakit hocası: (Benim söylediğim ölüm böyle maddî bir ölüm değil, eski aklımızın ölmesidir. O ölüm, irâdemizi Allah’a teslim etmektir.) diyor.

İşte Hz. Muhammed’in (ölmeden evvel ölünüz.) dediği ölüm budur. Mesele aczimizi anlamaktır. Bunu da ancak (Aşk) yapabilir. Yoksa, bu vücudun ölmesi veya öldürülmesi bizi felâha kavuşturamaz. İşte her ölen, kendi hâliyle haşrolup duruyor.

Peki, aczimizi nasıl bilelim? Aczimizi anlamanın en kolay yolu, kendi vücudumuzu ele almaktır. Vücudumuz bizim midir ve bizim emrimizde midir?

Bakalım; Şimdiki ilim kanımızın içinde birçok hayatlar olduğunu görüyor, biliyor. Bunların kimi kör, kimi topal; yiyorlar, tenâsül ediyorlar. Bunlardan haberimiz var mı? Yok. Gözümüz nasıl görüyor? Kulağımız nasıl işitiyor? Beynimiz, kalbimiz nasıl çalışıyor? Bunların hiçbirini bilemiyoruz. Hiçbirine hâkim olamıyoruz. Şu halde vücudumuzda “bizim” diyecek neyimiz var? Hiçbir şey. Madem ki hiçbir şey bilmiyoruz ve hiçbir şeyden haberimiz yok, öyleyse biz bir hiçiz, biz ölüyüz ve mademki bu vücut bizim arzu ve emrimizle çalışmıyor, öyleyse bu vücudu kendi ârzû ve irâdesine göre çalıştıran bir (Kudret) var. Asıl diri O’ dur, biz ölüyüz ve aciz bir zavallıdan başka bir şey değiliz. İşte böyle bir tefekkürle aczimizi ve ölülüğümüzü anlayınca bir tek yol kalır. O da o (Diri Kudret)i arayıp, bulup ona teslim olmak. İşte Hz. Muhammed’in (Men arefe nefsehu fekat arefe Rabbehu) yani (Nefsini bilen Rabbini de bilmiş olur.) sözü bu hâli anlatmaktadır. Bazıları bu sözü (Ben nefsimi biliyorum, o halde Rabbimi de biliyorum yani Allah benim, benim nefsimdir.) deyip iblîsiyet yoluna sapıyorlar. Hâlbuki hâşa, nefsi bilmek, nefsin ne yaman bir şeytan olduğunu bilerek, onu öldürmeğe çalışmaktır. O öldükten sonra (Rab) bilinir. (Şem’î)nin güzel bir sözü var: Sil, süpür ayârı dilden, ta tecelli ede Hak: Padişah konmaz saraya, hâne mamur olmadan.

İşte biz ölülüğümüzü bilip (bu diri nedir, kimdir?) diye aramaya başlayınca o (Diri) zuhûr eder, karşımıza çıkar, çünkü, arayanla beraber kendi kendini arıyor. Fakat bu iş kolay olmaz. Bu yolculuk, biz vücudumuzun ölü olduğuna tamamıyla inandıktan sonra başlar. Yediğimiz yemeği yer yemez hazmetmek nasıl mümkün değilse, bu sözleri de kolay kolay hazmedemeyiz; azar azar. Bir kelâmı hazmederiz, tekrar isteriz. Bir daha, bir daha derken aklımız, havsalamız büyümeye genişlemeğe başlar. Menbaından destur aldık ya, artık her okuduğumuzu anlarız. Biz bu mânevîyyâtın çocuklarıyız. Çocukların gıdası, nasıl gittikçe artar ve mürekkepleşirse, biz de mâneviyette büyüdükçe daha iyi gıda alır, daha iyi hazmederiz. Neticede anlarız ki, bir insan neyi sever, neyle meşgul olarsa ölürken ona can verir ve artık ebedîyyen onunla haşrolur. Şu halde ev sevsek, yıkılır; para sevsek beraber götüremeyiz. Babamızdan veya evlâdımızdan da fayda olamaz; çünkü onlar da bizim gibi aciz birer ölüdür. Demek ki Allah’tan başka sığınacak bir yer yoktur. Ve onun mekânı, her iki âlemi de terk etmiş olan bir insanın harap gönlüdür. Allah (Beni ne yerler, ne gökler alabilir; beni ancak mü’min bir kulumun kalbi alır) demiyor mu? Allah diridir, fakat tecellî ettiği vücut ölüdür.

Bu mânevî ilimin usulü, öbür ilimlerin usulünden başkadır. Bu ilmi öğrenmek için, öğrendiklerimizi unutmak lâzımdır. Yani “Ledün ilmi” bildiğini unutmak ilmidir. Bu ilim işte böyle acayip bir ilimdir. Bildiklerimizi unuta unuta ilimsiz bir ilim zuhur eder. Amma bildikten sonra unutacağız; çünkü unutmak için bilmek lâzım. Böylece bilip unutacağız. Sonra, sıra kendimize gelecek. Kendimizi de önce bileceğiz sonra unutacağız. Öğrenmiş olduğumuz şeyler ister iyi olsun, ister fena olsun, Allah’la aramızda birer perdedir. Fücûrat faslından olan bildiklerimizi unutmak kolaydır. Çünkü onların fena olduklarını biliriz. Fakat ilim gibi, hicâb gibi nûranî perdeleri yırtmak zordur. Kalbimiz, bu bilgiler unutulduktan sonra (Kalb-i Selîm) olur. İşte o zaman Allah görülür. (Allah’ı kul gözü görmez; Allah kendi, kendini görür, yani Allah’ı kul gözü değil, Allah gözü görür) diyorlar. Peki, bizim gözümüz kul gözü mü? Bu gözümüzü kul mu yaptı? Hangi fabrikadan çıktı? Allah yapmadı mı bunu? Mamafih, bu sözü söyleyenlerin de hakkı var. Bizim gözümüz kul gözüdür; onu ne zaman Allah’a teslim edersek, o zaman Allah gözü olur. O vakit kendi, kendini görür. Fakat, gözü Allah’a teslim etmek zor.

– Ümidimizi kesmeyiz.

– Ümit denilen şeyi de unutmalı. Zerre kadar ümit kalsa yine olmaz. Biz irademizi Allah’a, ölünün ölü yıkayıcıya teslim olduğu gibi teslim edeceğiz. Ölü bir şey ümit eder mi?

Bu ilim söznen olmaz öznen olur. Bu ilim sözden öze geçmezse, sonu iblisiyettir. Dilimizde olan ahlâk kalbimize, gönlümüze, vicdanımıza geçmelidir. Hz. Muhammed’le alay ediyorlar, (Sen nerden geldin be?) diyorlar, o da (Kerîm olan ahlâkı tamamlamak için gönderildim) diyor. Ahlâk tamam olmadan, bu yolda bir adım bile atılamaz. Büyük adamların etrafına toplananlardan kimisi kapı tıkırdısı öğrenir, kimisi güzel nağmeler.

Süleyman Peygamberi bir gün gam basmış can sıkıntısını gidermek için bütün hayvanların reislerini çağırmış. Kurtlar kuşlar padişahı olan Süleyman’ı eğlendirmek için her biri bir şey söylemiş; fakat söylediklerinin hiçbir faydası olmamış. Nihayet meclise “Zümrüdüanka” kuşu da gelmiş. Süleyman ona: (olsa olsa, benim gönlümü ancak sen şenlendirirsin) diyor. O da (Evet yâ Süleyman, yedi kat “göğde” bir cennet var. O cennette bulunanlar, güzel sesleriyle şarkı söyler ve ellerindeki âletlerle çok güzel şeyler çalarlar. Size o şarkıları, o nağmeleri öğrenip tekrarlayacak birini bulmalı) diyor ve dışarı çıkıyor. Emrini bekleyen kuşlara soruyor: (Kim yedi kat göğdeki cennete çıkıp, o nağmeleri öğrenip gelebilir? Bu şerefli vazifeye bütün kuşlar can atıyor amma, oraya çıkabilmek için kuvvetli kanatlar lâzım. Nihayet bu işe leylek münasip görülüyor. Fakat bülbül hem gitmek için ısrar ediyor, hem de ağlıyor. (Sen gidemezsin, küçüksün; kanatların yorulur, düşer, ölürsün) diyorlar. (Evet, ben küçüğüm; küçük olduğum için de çok hafifim, ağırlığım yok. Leylek beni taşısın; ben de gideyim) diyor. Bülbülün ısrarlarına dayanamıyorlar; leylek de razı oluyor. Zümrüdüanka bunlara diyor ki: (Cennetin kapısı kırk günde bir kere ve şafakta açılır, güneş batarken kapanır. Kapı açılınca içeri girersiniz. Oradaki nağmeleri, makamları öğrenir, kapı kapanacağı zaman çıkarsınız.) Bülbül leyleğin sırtına biniyor; yolculuğa başlıyorlar. Bütün gece uçuyorlar. Şafağa yakın Cennete varıyorlar. Leylek yorgunluktan derin bir uykuya daldığı sırada cennetin kapısı açılıyor. Bülbül hoplayıp içeri giriyor. Akşama kadar öğrenebildiği kadar makam ve nağme öğreniyor. Kapı kapanacağı zaman dışarı çıkıyor. Cennetin kilidi eski zaman kilitlerindenmiş. Melekler kapı demirlerini vurup mandalını taktıkları sırada leylek uyanmış ve uyku sersemliğiyle cennet nağmesi zannederek kol demirinin, kilidin ve mandalların takırtısını öğrenmiş. Cennetin kapısı kapanınca bülbül leyleğin sırtına atlıyor, yeryüzüne iniyorlar. Süleyman (Hadi bakalım, ne öğrendiyseniz ötün de dinliyelim) diyor. Leylek başlıyor ötmeğe: tak tak tak. Süleyman (Öf  bu ne biçim makam… Başımızı ağrıttı. Bu mu cennet nağmesi?) deyince bülbül: (Hayır efendim, bu ses cennet nağmesi değil. Leylek yorgunluktan uyudu, cennete giremedi. Cennetin kapısı kapanırken uyandı. Kapının kapanma takırtısını cennet nağmesi zannederek onu öğrenmiş olmalı. Asıl cennet nağmelerini size ben dinleteyim) diyerek ötmeğe başlıyor. Dinleyenler hep mest oluyorlar.

İşte asıl mesele “fücurat takırtısı” değil, büyük bir insanın “Gönül Cenneti”ndeki nağmeleri öğrenmektir.

 
DOĞUŞ

Bu hayat bir güle benzer,
Coşkun akan sele benzer;
Güvenilmez: bir ân gibi…
Küser, gider, ele benzer.

Bir sarılmış yumak gibi,
Tozup giden toprak gibi;
Biz, bilmeden aldanırız,
Dünya seven, ahmak gibi.

Gafil olan, almaz ibret,
Hiç durmadan eder izzet;
Benim! deyip gezdirdiğin
Bu vücut, dopdolu illet.

Uyan! İçinde var cevher,
Onunla beraber gezer;
Kendi, kendine görünür;
Öyle bir Esrarlı Dilber.

Bu dünyada yoktur eşi,
O doğdurur bu güneşi;
Ziyasına bırakırsan,
Nûra çevirir bu leşi.

Ruhlara O verir gıda,
İçten içe eder edâ;
Lezzet tarif edilir mi…
Görenlerden çıkmaz sadâ.

Bâdisabah, Ondan eser,
Görenlerden kalmaz eser;
Bu (Emre) gayriyi sevse,
Çok hasettir, döner, küser.

15.5.1952 Saat: 15.30
Zapteden: Fuzûle Emre