Emre, insan varlığına dair şunları söylemişti:
İnsan, hakikatte çok tatlı bir şeydir. Nasıl tatlı olmasın ki, Allah onu “Ve lekad kerremnâ beni âdeme” sözü ile taltif etmiştir; “Eşref-i Mahlûkat” yapmıştır. Fakat “insan” insan olmadan evvel “beşer”dir. “Beşer” kelimesinin son hecesi ise “şer”dir. “İnsan” adını alabilmek için içimizdeki “şer”leri atmak lâzımdır. Birçok kelimelerde böyle bir “lisân-ı hâl” ifadesi vardır. “Şerîat” kelimesi de böyle değil mi? Şerîat demek (“şer”i at) demektir. Hakikaten, Şerîat, içimizdeki şerleri atmaktan başka bir şey değildir. Şerîat deyince, bizim aklımıza abdest, namaz geliyor. Şerîat sadece el, yüz yıkama, veyahut eğilip kalkmak gibi hareketler demek değildir. Asıl şerîat “ahlâk”tır, nefsi ıslâhtır. Kur’ân’da da (Namaz, insanları fuhşiyâttan ve fenalıklardan kurtarır) deniliyor. Demek ki şerîatın gayesi, ahlâk tasfiyesiymiş. İşte böyle, ahlâkımızı tasfiye edip “beşer”liğin şerrînden kurtulmadıkça “insan” olamayız. İnsanlık, hakikaten çok tatlı bir şeydir. O halde insanlığı şekere, beşerliği de ekşi koruğa benzetelim. Şeker o kadar muhit bir maddedir ki demirlerde, tahtalarda bile vardır; yani her şeyde vardır. Fakat öyle tuhaf bir şey ki, tatlılık nerede mevcutsa ekşilik de mevcut. Ekşi şekerin anasıdır; her tatlının evveli ekşidir. Üzümün başlangıcı koruktur. Koruğun en ekşi devresi de tatlanmadan hemen evvelki devresidir. Şafak atmadan evvel karanlığın çok şiddetli oluşu gibi. İşte üzümün tatlılığı, bu şiddetli ekşiliğin içinde saklıdır. Bir de bakarsın ki birdenbire tatlı oluvermiş. Artık tatlılık ekşiliğe hâkimdir. Fakat bu tatlılığı bir ateşten geçirmezsek ekşir, sirke olur. Ekşimeye meydan vermeden üzümleri sıkar, suyunu ateşte kaynatırsak pekmez olur. Lâkin pekmezin içinde yine ekşilik vardır. Ekşiliği tamamen almadıkça muhatara mevcuttur. Çünkü pekmez sirke olabilir; fakat sirke, artık bir daha tatlı olamaz. Cenâbet, o kadar da sarîdir ki… Daima da tatlıya galiptir. Hatta sirke, tebahhur yoluyla yani kokusu ile dahi tatlıyı ekşitir. Bizim hanım bir sene bağda reçel, meçel yapmıştı. Bunları küplere koydu, ağızlarını çamurla sıvadı, hava alıp de bozulmasın diye. Bir gün baktık ki reçeller ekşimiş. Hadi, yeni baştan hepsini kaynattı. Fakat birkaç gün sonra reçeller yine ekşimeğe yüz tuttu. Hayret ettik; sebebini araştırdık. Meğerse reçel çömleklerinin bulunduğu yerde sirke de varmış. Var tasavvur et, sirke buharları çömleğin ağzındaki çamurdan bile geçip pekmezleri ve reçelleri ekşitebiliyor. Çünkü sirkede de hayat var. Her ne ki kokuyor, canlıdır. Kokmak demek, kokan şeyden gözlerimizin göremeyeceği ufak zerrelerin kanatlanıp uçarak burnumuzun iç derisine konması ve orayı kendine göre tahriş etmesi, gıdıklaması demektir. Bu tahrişi sinirlerimiz beynimize götürünce biz o kokuyu alırız. Sirkenin aslı pekmezdir. Sirkeden uçan zerreler de kendi asıllarına, yani pekmeze âşıktırlar. Onun için ona doğru uçarlar; çünkü orada çoğalacaklardır. Sirke şarabı bile sirkeleştirir. Şarapçı dükkânına tecrübe için biraz sirke dök; hapı yuttu; bütün şaraplar sirke olur.
İşte insan da ilâhi bir şeker, ilâhi bir tatlıdır. İnsanın şekeri çok fazladır; fakat ekşiliği de o nisbettedir. Bir hususiyeti daha vardır ki, insanoğlu, ne kadar ekşi ise o kadar tatlı olabilir. “Beşer”lik devremiz, üzümün korukluk devresine benzer. Koruğumuzu, pekmez yapmasını bilen bir bağcıya teslim edersek, o, biz tatlanır tatlanmaz, bizi kütükten koparır, salkımlarımızı “şirehane”de iyice ezer, suyumuzu çıkarır. Sonra bu suyu “aşk” ateşinin yandığı “Gönül” kazanının içine kor ve kaynatmağa başlar. Kaynata, kaynata bizi pekmez yapar. Fakat pekmezin içinde yine ekşilik vardır. O ekşiliği tamamıyla almadıkça, hakiki ve bir daha sirke olmaz tatlılığa kavuşamayız. Binaenaleyh pekmez her vakit sirke olabilir. İşte biz bu sirkelikten korkarız. Mânevî yolun sirkeliği yani ahlâk sirkeliği çok fenadır. Hani bir “doğuş” vardı:
(Gören ağız sulanır, nasıl caziptir ekşi) diye; onu okuyalım orda güzel anlatır:
Birinci kitap: Doğuş – 949
Akla gelirse vuslat,
Takip eder fücurât
Acep kabul olur mu?
Yarabbi, nasıl murad?..
Nasıl geçsek yılanı?
Onlar bırakmaz canı;
Biz bunları geçersek
Seyrederiz Cânânı.
Âdem yutmaktır işi,
Zor bırakır dervişi;
Gören ağız sulanır,
Nasıl caziptir ekşi…
Hâlbuki hiç yaramaz;
Yarar ise, gayet az…
Bu hâlden kurtulmayan,
Dost iline varamaz.
Ağız sulandırmaz bal,
Buna benzer bütün hâl;
Muhabbet bulunmadan
Nasibolur mu visal?..
Denilmez öte taraf.
Birçoğu der: “Kûh-i Kaf”…
Bu ekşilik hâlini
Anca Gaffar eder af.
Bu hâli bilir giden,
Fücûrâtı terk eden;
Eyleyen Hakka vuslat,
Akıldır, değil beden.
Gider, bakar zevkına,
Akıl takmaz her yana;
Ulaşır, Dostu ile
Sevişir kana kana.
Varır da gelir, tekrar,
Götürmeğe er arar;
Eğer kirli görürse,
Orda ederler zarar.
Söyledin (Emre), yıkan,
Yıkandığın sudur kan;
Oradan ötesine
Neyleyim, dönmez lisan.
Söylendi, bilen için,
Bu yolda ölen için.
Fedainin ardına
Soyunup gelen için.
11.3.1947
İşte fücûrat, ekşi gibi ağız sulandırır. Bazı kimseler, tasavvufun “irfâniyyet” tarafını öğrenir öğrenmez (madem Allah hiçbir şeyden ayrı değilmiş ve her şeyi ancak Allah’ın irâdesiyle yapıyormuşuz, o halde bizden zuhûr eden fiilleri isteyen ve yapan da Allah’tır. Allah benden, ben de ondan ayrı olmadıktan sonra öyleyse ben de Allah’ım. Hiç Allah kendi kendini mes’ûl edebilir mi?) diyerek Allah’ın yasak ettiği her fiili yapmağa başlarlar. İşte bu gibiler; tatlı iken ekşimeğe başlamışlardır. Bunlar ( Her şey Hak’tır. Ben de Hakkım. Eşyayı ve ef’âli Hak’tan ayrı mı görüyorsun?) Derler. Bu onların sakat akıllarının tesellisidir; Yalancı bir teselli.
Şu doğuş meseleyi ne güzel izah ediyor:
Haktan ayrı mı insan…
“Ben!” dese olur şeytan;
Bu söz (Kur’an)dan gelir,
Sâde demez bu lisan.
Yokluk istiyor Rahman,
Tasdik ediyor dehân;
Kulağını iyi ver,
Kurtulur sözü duyan.
Duy da benlikten kurtul,
Allah Hâlik, biziz kul;
Bu nizam hiç bozulmaz:
Doğruyadır bu usul.
Dilde ve sözde kalan, öze geçmeyen bir (irfâniyyet) insanı iblisiyete götürür. Hâlbuki insan varlığının bütün kıymeti ahlâkındadır. İnsan demek, ahlâk demektir. Yoksa bu vücut, dört unsurdan mürekkep muvakkat bir gölgedir. Eğer ebedî bir hayata kavuşmak istiyorsak, ahlâkımızı düzeltmeliyiz. Ahlâkını temizlememiş olan bir insanın zararı, kendinden başka, muhîtine de dokunur. Bir kötünün, yedi mahalleye zararı dokunur derler. Ne kadar doğru… Nefis temizliğini gençlikte yapmaya çalışmalı. Yaşlandıkça iş zorlaşır. İnsanda bu temizliği yapacak irâde kuvveti de kalmaz. Baksana, kırkından, kırkbeşinden sonra insanı askere bile almıyorlar; nerde kaldı (Cihâd-ı Ekber) denilen nefis muharebesi… Nefis, bizim düşmanımızdır. Biz onu öldürmezsek, o bizi öldürür. Nefis, Hz. Ali’nin dediği gibi, bir köpektir. Bizi düşünmez. Kendisi ne isterse onu arar. Göze görünmeyen bu nefis bizim dağ gibi olan varlığımızı kaldırdığı gibi yere vurur. Yunus Emre bunu anlatmak için:
Bir küt ile güreştim,
Elsiz, ayağım aldı;
Onu da basamadım,
Göğündürdü özümü.
diyor. Şeytan dedikleri şey, işte bu nefistir. Yoksa, öyle kuyruklu, kulaklı bir şeytan mevcut değildir. Tuhaf değil mi? Şeytan da Hicazdadır. Bak, şeytanı gidip orada taşlıyorlar.
İşte böyle, “Hakikat” meyvesinin kabuğu fücûurattır. Onu soyup atmadıkça meyvenin lezzeti alınamaz.
Fücûrata müptelâ olmuş insanlara acımalı; onları kurtarmaya çalışmalı; fakat kurtaralım derken onların düştüğü girdaba düşmemelidir. Boğulmak üzere olan bir insan, kendini kurtarmaya gelene sımsıkı sarılarak, onu da kendisiyle birlikte suların dibine götürür. Fücûrat girdabına düşmüş olan insanı, eğer selâmet sahilinde bulunan kuvvetli bir ele yapışmışsan, kurtarmağa çalış; yoksa o seni çeker düşürür; düşürdükten sonra da, kendisi gibi yaptığı için zevk duyar. Bazı azâplar, işte bu kadar tatlıdır; uyuzların kaşınması gibi. Zaten azâp kelimesi “tatlı” mânâsına geliyormuş. Eğer içimizdeki ekşilik hâlini tamamıyla atar da halis bir şeker olursak, artık sirke bize tesir edemez. Bir insanda dünyada bulunan her şey ve her hâl mevcuttur. Dışarıdaki, yalancılık hâli, içimizdeki yalancılık hâliyle izdivaç eder; onlardan doğan çocuk “yalan” halinde ağzımızdan çıkar. Hamile bir kadın, doğacak olan çocuğu nasıl zapt edemezse biz de o yalanı zapt edemeyiz.