12 Mayıs 1952 | Sayı: 46

19 Mayıs 1952 | Sayı: 47
05 Mayıs 1952 | Sayı: 45

Bay Nikola, Emre’ye şöyle bir sual sormuştu:

N. –    Domuz eti niçin haramdır?

E. – Domuz etinde bir kurt vardır. Bu kurdun yumurtaları hararete dayanıyor, kolay kolay ölmüyor. Kana çiğ, yani canlı olarak karışınca hastalık yapıyor. Bir de, domuz dişisini kıskanmaz. İşte o hastalıknan bu pis huy bizlere geçmesin diye domuz eti harâm edilmiştir. Harâm edilen şeyler, mutlaka bizim iyiliğimiz içindir. Yoksa bunların Allah’a ne zararı, ne de faydası vardır. Domuz eti diğer etlerden kuvvetli olduğu halde, bu maddî ve mânevî zararlarından dolayı yasak edilmiştir. Peygamberimiz, hangi hayvanların eti zararlı, hangilerinin zararsız olduğunu mânevî bilgisiyle bilmiştir. Allah’ta fânî olan bazı insanlar kâinatta, Küre’de ve insan vücudunda olan her şeyi görürler. Onların maksadı, gayesi bunları görmek değildir. Mânevî yolları tesadüfen “iç görgü” âleminden geçmiştir. (Velî’nin maksadı ancak Cemâlullah imiş bildim). Bunları görmeden de gidilir. “ Devir” le gitmek çok zor. Bizden evvel gidenler var. Atılırız onun kucağına; bitti gitti. Şuraya birisi bir kuyu kazıp su çıkarmış. Biz de susamışız. Buna rağmen “hayır, ben bu kuyudan su içmem; kendim bir kuyu kazıp su çıkaracağım, öyle içeceğim” dersek, suyu içemeden ölüp gideriz. Öyleyse, “o kuyuyu kazan da benim, onunla beraberim.” deyip, çıkmış suyu içmeli. Ayrılıkta ve ayrı görmekte azâp vardır.

N.– Bu yolda zikir, tesbih ve riyâzât lâzım değil mi?

E. – Hayır. Zikir; elimize tespih alıp boyuna “Allah, Allah.” demek değildir. “Zikir” konuşmaktır. Zikir, eskiden, hakikati anlamayıp da tarîkatta kalanların yaptıkları bir şeydi. Her şeyin şekil ve hâli zamanla değişir. Peygamberimiz “Zamanın tebeddülü ile ahkâm da tagayyür eder” dememiş midir? Eğer iş zikirle bitseydi, Kur’ân’ı o sûreler ve âyetler yerine baştan  başa  “Allah, Allah” kelimeleriyle doldururlardı. Allah, kendi adını  bilmiyor da, biz ona adını mı öğreteceğiz? Biz asıl, onun Kur’ân’daki sözlerini anlamağa ve konuşmağa çalışmalıyız. Bu da sohbetle, yani konuşmakla olur. Sohbet mânevî bir ışıktır. Bizi birbirimize yakınlaştırır ve birleştirir. Karanlık bir yerde olanlar birbirlerine yanaşamazlar, ayrı dururlar. Karanlıkta hiçbir sevgi tecellî etmez. Bu yola sohbetsiz gidilmez. Yeni arkadaşımız Bay Eriko, Türkçe bilmediği için konuşulanları anlamıyor; ben de azâp duyuyorum. Sohbet mutlaka lâzımdır. Bir gün çivi fabrikasına gitmiştim. Baktım: çiviler simsiyah. “Bunlar nasıl beyazlarlar acaba?” diye sordum. Koza çeviricisine benzer bir âlet gösterdiler. Çiviler bu âletin içinde dönüp birbirlerine sürtüldükçe bembeyaz oluyordu. İşte biz de mânevî bir fabrikaya dolduk. Kafamız ve gönlümüz birbirine sürtüldükçe beyazlanacağız. Zikir dedikleri şey işte bu sohbetlerdir. “Allah, Allah.” demek ve def, dümbelek çalıp “Hay, Hû” diye bağırmaktan bir şey çıkmaz. Bir “doğuş” ta:

Hak bulunmaz “kudüm” ile “def” ile;
Eskidiler, sen aklından def’ eyle,
Sen canını Hak için hedef eyle,
Zevk ile bul, boşuna çekme azap.

Kimisi der: lâzım bize tarikat,
Bulmak ister o, karanlıktan necat;
Meydandadır, bunların aklı sakat;
Dünya gibi, bunlar da bütün serap…

Bu doğuştan da anlıyoruz ki, tespih, zikir, def, dümbelek ve tarîkat gibi şeyler; “Hakikat yolu”nda çok geride kalmış birer çocuk oyuncağıdır ve sıkıcı şeylerdir. Allah sayı ile, hesapla bulunmaz. Hesap: Azâp. Allah, ancak “Zevk-i derûnî” ile bulunabilir. İnsan azâp içinde kıvranırken ne Allah’ı, ne başka bir kimseyi düşünemez. Hâkikat yolu, eskiden yorucu ve zahmetli imiş. Her şey devre göre tekâmül eder. Şimdi azâbın yerini zevk aldı. Mevlütte: (Ümmetim için ben çekeyim zahmeti) deniliyor. Bizim yerimize zahmeti çeken çekmiş. Biz de zevkimize bakalım. Bu yolun gayesi, insanın içinde, “Riyâ”nın kalmamasıdır. Tasavvuf, ahlâktan başka bir şey değildir. İçimizdeki kötü huyları çıkarıp atalım da, ne suretle olursa olsun.

Riyâzâta gelince: Riyâzat, şakî olan nefsi ıslah etmek içindir. Nefis azgın olmadıktan sonra riyâzâta ne lüzum var… Bu yolu bazıları riyâzâtla, bazıları da riyâzâtsız yürütürler. Bu, bir meşrep meselesidir. Muhtelif sanat sahiplerine meselâ maşa yaptıracak olsak, tesfiyeci demiri eğeleyerek maşa yapmaya çalışır; demirci ocağa sokup örs üzerinde döğerek; Tenekeci bilmem ne şekilde yapmaya uğraşır. Yani her sanatkâr, alıştığı usulle iş yapar. Riyâzât devri geçti artık… Bu devir medeniyet ve çalışma devridir. Hint fakirlerinin uyuşukluğu içinde geçirecek zamanımız yoktur. Bu vücut, iki yokluk arasındaki yolculuğumuzda bizi taşıyan bir binit, bir hayvandır. Altımızdaki hayvan ne kadar kuvvetli olursa, bizi hedefimize o kadar kolaylıkla ve emniyetle götürür. Şayet gemi azıya alırsa yemini kesmeli. Azmadığı müddetçe yesin, içsin, gülsün, eğlensin. Bu dünyada içleri temiz, vicdanlı nice insanlar var… Bunlar gazı konmuş fitili kesilmiş ve camı silinmiş lâmbalara benzerler. Yanmak ve ışık vermek için bir kibrit bekliyorlar, Aşk kibritini. Lâkin ne fayda ki, hakikati anlamak için temiz olmak lâzım amma kâfi değil. İlle “irfâniyyet” lâzım. Son doğuşlardan biri bunu şöyle anlatıyor:

Uykudan uyanmak, gözünen değil,
Kuş dili  öğrenmek sözünen değil;
Secde-i Rahmânı, nerde buyurmuş,
Bilip görmek lâzım, dizinen değil.

Diğer bir doğuşta da şöyle deniliyor:
Birinci kitap: Doğuş 1128

DOĞUŞ
Dost bilinmez, bu zevka dalmayınca,
Bir bilenden izini almayınca;
Aynelyakîn o yüz seyredilir mi,
Tefekkür deryasına dalmayınca…

Bu yollarda dersin başı: tefekkür…
Bu söz şeriatta oluyor küfür;
Üç yerinden çözülmeden duyulmaz,
Tâ ezelden Hakkın bastığı mühür.

Çözülür mü acıya dayanmadan..
Bu benlikler ateşlere yanmadan,
Bu âlemi nasıl seyretsin gafil,
Âşık olup uykudan uyanmadan…

Neyliyelim, böyle edilmiş karar…
Gösteririz, o, devre (1) yerden arar;
Biz yanınca, Dosta döndü yüzümüz,
Tarif etsek, duyana olur zarar.

Hiç göremez, varıp öldürmeyince,
Tekrar diriltip de güldürmeyince;
Kuş  dilini öğretmek kabil değil,
Kalbinden yazıyı sildirmeyince.

Satır üstüne yazı yazılır mı?
Buzun üstüne mühür kazılır mı?
(Emre)! eriyip de su olmayınca,
Terkibolan unsur hiç bozulur mu?

(1) Devre: Ters, yanlış.
1.3.1950