İÇ KAYNAK DERGİSİ | Sayı: 5
EMRE’nin Konuşmaları: 5
(Geçen sayıdan devam)
M.B.- Bir tarîkat şeyhi; (Benim talebelerim, benim kitaplarımdan başka bir şey okumamalı) diyormuş.
Emre – İlim, Allah’ın ilmidir, Allah nasıl muhitse, ilmi de muhittir. Yâni herkesin hakkıdır. Olur mu öyle şey… İşte taassup.
Kadının bacağına ne bakıyorsun? O bacak bir avuç topraktan ibarettir.
S.- Duyduğumuza göre diğer peygamberler Allah’ın eserlerini görmüştür de, Hz. Muhammed, Allah’ın ta kendisini görmüştür, diyorlar.
Emre – Evet, çok doğrudur. Allah’ın ta kendisiyle beraber olmuştur. Mûsa, Allah’la konuşmuş, fakat O’nu görememiştir. Allah’a (Erini!) yâni (bana görün) diyor. Böyle diyen bir kimsenin alacağı cevap (lenterâni)dir. Yâni (Sen beni göremezsin!)
Kabiliyeti olsa, görecekti. Muhammed’in kabiliyeti o kadar büyüktü ki; Allah’ta fâni oldu.
S.- Son peygamberliği de bu bakımdan mı?
Emre – Müşkül bırakmamıştır. Kur’ân dâima yenidir, onda her şey mevcudtur. Bunu görmemiz için agâh olmak lâzımdır. İncil, Küre’nin döndüğünden bahsediyor mu? Kur’ân da her ilim vardır, fakat çok kısa, birkaç kelimeyle bahsedilmiştir. İzâha vakit bulamamıştır.
S.- Kur’ân, Hz.Muhammed’in eseri midir?,
Emre – Hayır, Tevrat’a, İncil’e bile (Allah’ın kelâmı değildir) demiş mi Hz. Muhammed? Kur’ânı bir İngiliz okusa buna İngiliz kelâmı denir mi?
S.- Güzel de, Hz. Muhammed: (Bu sözleri Allah’tan alıyorum) demeden Kur’ân’ı söyleseydi olmaz mıydı?
Emre – Olur mu? Nefisten çıkan sözler Allah kelâmına benzer mi? Nefsin ve bu dünya ilminin kelâmı biter, Allah’ınki bitmez. Kul ölür, kelâmı da ölüdür. İlmini, sözlerini Allah’tan alan insanın kelâmı da bitmez. Çünkü kendi sözü değildir. Öyle bir insan Allah’tan gelen bu sözler için (benim sözümdür) demeye hayâ eder, halktan ve Hak’tan hayâ eder.
S.- Keşifler yapan bir âlimle Allah’a eren adam arasında bir fark var mı?
Emre – Turgut Akkaş Bey söylüyordu: Einstein ölmeden evvel: (Ben zannederdim ki yaptıklarımı ben yapıyorum; halbuki hep Allah yapıyormuş, Allah’ı düşünmediğim için büyük hatâ işlemişim.) demiş.
S.- Aklına da mı gelmemiş?
Emre – Akla gelmeynen biter mi bu iş? Einstein hayıfla ölmüş, yani aczini itiraf etmiş. Çok hoşuma gitti.
S.- Birçok âlimler, sonunda böyle bir acze düşüyorlar. İmâna, kulağı uzaktan gösterir gibi varmışlar.
Emre – Einstein: (Keşke düşüncelerimin yüzde biri Allah düşüncesi olaydı…) demiş. Boşa gitmez onun bu yaptığı. Hiç olmazsa, kimseye kötülük etmemiş.
S.- İnsanı Allah yaratıyor ama insanoğlu da çalışıyor çabalıyor, nefsini öldürüyor, böylece insan da Allah’ı yaratmış olmuyor mu?
Emre – Küfür de imân da Allah’ın eseri. Karanlık ve ışık da Allah’ın eseri. Karanlıktan ışığa çıktı diye, ışığı insan mı yaratmış olur?
S.- Allah’ın emrinde ve istikametinde olmak kâfi değil midir? Allah’a varmak için herhangi bir insana bağlanmağa lüzum yok gibi geliyor bana.
Emre – Olmaz olur mu? Çocuklar okuma, yazma, ilim öğrenmek için neden mektebe gidiyorlar, öyleyse? O iş için nasıl hocaya lüzum varsa, bu iş için de bir hocaya ihtiyaç var.
S.- Ama herkes bu mânevî âlem faaliyetini takip edemez.
Emre – İsterse, eder.
S.- Bunu takip etmek için dünya işlerini bırakmak icab etmez mi?
Emre – Hayır, bilâkis. Bu hâli idrâk edenler, dünya işlerini daha şuurlu olarak yaparlar. Hiç ölmeyecekmiş gibi çalışmalı, şimdi ölecekmiş gibi hazırlık yapmalıyız.
Ben şimdi çalışmıyorum ama rahatsızlığımdan. Evvelce çok çalıştım. Benim bu yolda yürümeme çalışmak mâni olmadı.
Bir zamanlar onların evinde kaynak yapardım. Kaynak yaparken (doğuş) olurmuş. Hem çalışır, hem doğuş söylermişim. Nene kalemi, kâğıdı alır, gelir, doğuşu kaydedermiş.
(Muhterem okuyucularımıza böyle bir münasebetle doğmuş iki doğuşu takdim ediyoruz):
Nene der ki; (Söylesen de, ben yazsam…)*
Ben neyleyim, yine geldi, bastı gam;
İhtiyaç mı olur âşık olana?
Vasıtaya lüzum yok, geldi ilham.
Ayrı olanlara lâzım Cebrail;
Vasıtaya lüzum yok, ayrı değil;
Tâ ezelden zâtında gaiboldum,
Birleşmiştir, ayrılmak, olmaz kabil.
Zatında mahvolan hiç bilmez sıfat
Sıfat bilenlere olur mu necat
Çok şükür ki diyen, duyan bir oldu,
İki dersek, o ilden ederler tard.
Halkı Hak’tan, Hakkı halktan ayırmak; *
Tecelli eyledi her sıfattan Hak;
Târif için bir söz diyecek (Emre):
Cevheri yetiştirmiyor mu toprak?
1.3 1950
Zapteden: Celâl Çalım
————————————-
*Nene: Bayan Vasfiye Değirmenci
*Ayırmak: Ayırmayız.
Doğuş
Defterini aldı yürüdü Nene;
Fakat bu aşk beni bürüdü gene;
Bakın bu (Emre) bir hâle tutulmuş
Defter yazmak, bozmak onun nesine…
Aşka düşen insan, canı unutur,
Çırpınırken, ona denilir mi: (dur!)?
Dünyayı fark etmez, son nefesteki,
Sözleri dinlemek ona gelir zor.
Ona yeter (Maşuka) sının hâli,
Gözlerinden gitmez onun hayâli
Eğer gitse, dili tutulur, kalır,
Daim dinler onu bülbül misali.
Dünyayı unutmuş, ona aşk yeter,
Hasretin kokusu burnunda tüter.
Deliye akıllı nasihat etse,
Hâlleri artar da, olur beter.
Siz bu hâli sorun pervanelerden
(Emre) ateş olmuş, görünür beden;
Göz, kulak, hissiyet olur mu közde?
Yangına misaldir, canı terk eden.
13.6.1948
Zapteden: Vasfiye Değirmenci
S.- Doğuş doğarken haberiniz olmuyor mu?
Emre – Hayır, ancak sonunda haberim oluyor.
S.- Bir film seyrettik, bir mûsikişinâsın hayatını gösteriyordu. Arabaların arkasına notalar yazıyor. Araba yürüyor, o da beraber, çukurlardan geçiyor, haberi yok; çocuklar peşine düşüyor, haberi yok.
M.B.- Bir kere tramvayda Yahya Kemal’i gördüm, kendi kendine ıslık çalıyordu. Bizim gibi küçük idrâkler, onlardaki bu hâli noksanlık görür.
Emre – Ben ümmî bir insanım. Bu hâli tahsil edeyim derken, ben tahsil olundum. Toplayım derken, toplandım.
S.- Bu hâl, Allah’ın sevdiği kullarda tecelli ediyor.
Emre – Allah herkesi sever.
S.- Bende niçin tecelli etmiyor?
Emre – Sen de dinliyorsun işte. Ben, (doğuş) doğsun diye bir şey istemedim. Ben, sadece Develioğlu’nun içindeki mânevî yüzüne âşıktım; başka bir şey istemezdim. Bu hâlin zuhûrunu hep başka arkadaşlardan bekler ve isterdim. Bu âlemde ne sen var, ne de ben. Birinden söylüyor, birinden dinliyor. Maksat, senden veya benden söylemesi değildir. Gaye, istifade etmektir. Sen de istifade et, ben de. Suyun damlası karada sayılır. Denize düştükten sonra, deniz bizi ayırır, atar mı?
S.- Düşünce, denizin kudretini kazanmış oluruz, değil mi?
Emre – Kazanmış mı oluruz, kaybetmiş mi oluruz, artık… Burada kazanç, kaybetmektir, kendini kaybetmektir.
(Bu sırada Mevlânâ doğuşu okundu. O doğuşun:
Sen bilgine ne eyledi Şemseddîni Tebrîzi:
Dalgaladı tâ ezelden bâki duran denizi;
Dalga bâki, insan bâki, gaibolmaz hiç izi,
Batıp batıp çıkan sensin Yâ Hazreti Mevlânâ
Dörtlüğündeki mânâyı kasdederek):
Emre – Hani Mevlânâ? Kaldı mı? Fakat bu hâl dâima bâki.
Onun için doğuşta: (Şemseddîni Tebrîzi, tâ ezelden beri bâki duran Deniz’i dalgalandırdı) diyor.
İnsan aklı da bir suya benzer. Durgunsa, insan onda yüzünü görebilir. Arzu ve fücûrat dalgalarıyla dalgalanmışsa, yüzümüzü göremeyiz. İnsan, aklını irfan suyu ve aşk ateşiyle temizlemezse Allah’ı göremez.
S.- Aklı niçin aşktan ayırıyorsunuz?
Emre – Annemizin karnındayken gıdâmız neydi?
S.- Kan.
Emre – Sonra?
S.- Süt.
Emre – Şimdi bir kadının sütünü emebilir misiniz?
S.- Hayır.
Emre – Ana karnındayken insan değil miydiniz? İnsandınız, fakat annenize bağlıydınız her bakımdan. Dünyaya geldikten sonra bebek, çocuk, delikanlı, nihayet insan oldunuz. İşte akıl, bu tekâmül yolunun bebeklik merhalesidir.
S.- Hâ… Demek akıldan sonra (aşk) devri var?
Emre – Ama yanlış anlaşılmasın, aklı terk edip atacak değiliz.
S.- Aşk mertebesine erdikten sonra aklın rolü kalmaz mı?
Emre – Nasıl kalmaz? Büyüyüp aşk olan, akıldır. Onu nasıl atarız?
S.- Güzeldir bu izâh.
Emre – Siz ilk mektebin ikinci sınıfındayken bankada çalışabilir miydiniz? Şimdi, o ikinci sınıftaki aklınız banka hesaplarını yapabiliyor. Neden? Çünkü büyüdü.
S.- Eskimek lâzım.
Emre – Eskimek mi, yenilenmek mi? Herhalde eskimek değil, yenilenmek lâzım.
S.- Buyurduklarınız güzel bir izâh çerçevesi, güzel. Fakat her insanı kendi hâline bırakırsak sıfırdan tekrar başlaması lâzım. Şu hâlde bu yolda yazılmış, söylenmiş olan kitapları, ilimleri o kimseye öğretmeli, kavratmalı.
Emre – Şimdiye kadar söylenmiş, yazılmış dediğiniz bilgiler, ilimler geride kalmıştır. Biz yönümüzü önümüzde giden Mürebbî’ye çevirmeliyiz. O, gelmiş, gelecek bütün ilimlerin menbaıdır.
S.- Dünü ve bugünü bilmeyen, yarını bilebilir mi?
Emre – Bu hâlin dünü yoktur. (Elmâzi lâyüzker) diyorlar. Dünü unutmalı. Biz İsâ, Mûsa ümmeti değil, Muhammed ümmetiyiz. Kur’ân’da, kendinden evvel gelen üç kitabın özü, hulâsası cem olunmuştur.
S.- Şöyle bir misalle arz etsem: Bir kanun çıkıyor. Bu kanunun esbabı mûcibesini bilmesek, ne gibi münakaşalardan sonra billurlaştığını bilmesek, o kanunu hakkıyla bilebilir miyiz?
Emre – Biliriz. Çünkü vicdanlı bir insan için kanuna hiç lüzum yok. Sonra, biz kanunu yapan (Kudret)le beraber olursak, bütün müşküllerimizi ondan sorup halledebiliriz. Ama sizin dediğiniz gibi yalnız ilimde kalırsak, müşkülümüzü kitaptan halledemeyiz. Kur’ân’da anlayamadığımız bir yer olursa, bu müşkülümüzü Kur’ân’dan sorsak cevap alabilir miyiz?
S.- Muhammed’e gelinceye kadar olan din târihini bilmesek, Muhammed’in seviyesini idrâk edebilir miyiz?
Emre – Ederiz ya. Muhammed’in gönül deryâsına atılırız, oldu bitti!
Hz. Muhammed’e gelinceye kadar olan din târihni, bu yolda yürümüş olanların hayatlarını, eserlerini öğrenmeğe insan ömrü kâfi değildir. Halbuki biz, ne vakit biteceğini bilmediğimiz şu kısa ömrümüz içinde bu meseleyi halletmeğe mecbûruz.
Anlamak istediklerinizin hepsi sizde mevcudtur, dışarıdan, kitaplardan aramayınız.
S.- Siz mutasavvıflardan istifade etmeden mi bu hâle geldiniz?
Emre – Ben diri bir insandan istifâde ettim, ölüden istifâde edemezsin, dirisini bulmak şarttır. Hz. Muhammed’den büyük mürşit olabilir mi? Fakat Kur’ân’da anlayamadığımız şeyleri şimdi ondan sorabilir miyiz?
S.- Kur’ân sualimize cevap veremez ama Develioğlu’nun Kur’ân ruhunu tam ve canlı olarak aksettirdiğini ne bilelim? Metni bilmeden, Develi’ye nasıl bel bağlamalı.
Emre – Şüpheye düşen ferdi his, hayvânî histir. Tâbir mâzur görülsün, yâni sâdece bir canlının hissidir. Bu hayvânî his Kur’ân’ı zâten kendi kendine idrâk edemez. Onun elinden tutacak, müşküllerini halledecek bir (Kudret) lâzımdır.
İçimize aşkı ilâhi düştüyse mutlaka aradığımızı buluruz. Çünkü O, bizim aklımızla kendini arıyor. Mâdemki Allah’ın mevcudiyetini öğrendik, boşa gitmez gayretlerimiz.
S.- Biz yok desek, yine var.
Emre – Biz (yok) diyorsak, bize göre, bizim için yok demektir.
S.- Biz (yok) desek bile, sonunda yine (Allah!) deriz.
Emre – Gök gürleyince Allah! Allah! deriz. Bunun kıymeti yoktur.
S.- Bu âmân değil mi?
Emre – Herkes camide (Yarabbi! Sen bize dünyada Kur’ân, ahrette îmân ver.) diye dua ederken, Bektâşî Allah’tan rakı istiyor! İşitenler; (Vay kâfir vay! Görüyor musun neler söylüyor!) deyince, Bektâşî: (Erenler, niye kızıyorsunuz? Herkes Allah’tan kendinde olmayanı istiyor. Benim dînim, îmânım var, rakım yok, rakı istiyorum; bunda ne var) diyor. Îmân, dörtbaşı mâmûr olmalı. İnsan, görmeden, bilmeden îmân edebilir mi?
(Burada, okuyucularımıza bir doğuşun, bu mevzu ile ilgili son birkaç dörtlüğünü veriyoruz.)
Zamanı geçmeden, yakanı kurtar,
Sana bildirmiştir Hazreti Gaffar;
Cahiller zâlimdir, sen ilim öğren,
Gözün ile seyret, kurtarsın ikrar.
Görmeden, bilmeden, olur mu iman?
Kulaktan duyanın, her hâli güman,
Nefsini öldür de, canın dirilsin,
Acele eyle sen, geçmeden zaman.
Çokları istiyor dünyada Kur’ân’,
Boşuna istiyor ahrette iman;
Kütüphane dolu kitaplar ile
Ne faydası var, olmazsa irfan?
Ne faide eder imana ahret?
Böyle mi söyledi bizlere Ahmed?
Doğrusunu derse bîçâre (Emre),
Anlamayan, dönüp, ediyor hiddet.
23.7.948
S.- Peygamberin hâli insanlarda tecelli ettiğine göre, onu bulup istifade etmek lâzım, değil mi?
Emre – Çalıştıktan sonra Allah bile seninle beraberdir.
S.- Onu içimizde bulmak için bir vâsıtaya ihtiyaç var, değil mi?
Emre – A…Elbette. Hz.Muhammed bile (Lev lelmûrebbî, mâ areftü Rabbî = Mürebbîm olmasaydı Râbbîmi bilemezdim) diyor.
EMRE’nin Konuşmaları: 4
(Aşağıdaki konuşma, Emre ile Bay Hüdâverdi Gaffaroğlu arasında olmuştur. Bay Gaffaroğlu, Devlet Konservatuarı Müzik bölümü talebelerindendir. Gözlerini maalesef kaybetmiş bulunan Gaffaroğlu’nun, bu zeki, olgun, kültürlü gencin soruları, Emre’nin bâzı hususiyetlerini ilgilendirdiği için muhterem okuyucularımızın alâkalarını çekecektir ümidindeyiz.)
S.- Atom devrine girdiğimiz muhakkak. Fikir adamları bu eserler karşısında ya Allah’ı unutmak, ya da Allah’ın büyüklüğünü kabul etmek zorundadırlar.
Emre – İkisi berâber gider.
S.- Ayrılmaz mı?
Emre – Ayrılmaz. Geceyle gündüz ayrılır mı? Ayrı gibi duruyor ama bitişik.
S.- Birçok münevverler (Allah, insanların uydurmasıdır ) diyor.
Emre – Ben (uydurma) diyemem. Tabiatın fevkinde bir Allah vardır. Tabiat hâdiseleri muayyen kanunlara tabidir, göz önündedir. Bunların akıl ile kavranması, bilinmesi mümkündür. Halbuki Allah’ın işlerine ve ilmine beşer aklı eremez.
S.- Ben size birçok şeyler soracaktım ama artık suallerimi Ankara’dan göndereceğim.
Emre – Burada sor.
S.- Burada kafamı bulamıyorum.
(Bir müddet sonra)
S.- Hayatta canınızın sıkıldığı oldu mu?
Emre – Lâzım.
S.- Neden?
Emre – Zevkin kıymetini bilmek için.
S.- Sanatkârlar eserlerini ekseriya sıkıntıda oldukları zaman yaratıyorlar, diyorlar.
Emre – Doğrudur, bâzan sıkıntıdan, bâzan zevkten.
S.- Herhangi bir doğuşunuzun doğuşunu anlatın bakalım.
Emre – Doğuşlar, vesilelerle doğar. Meselâ, bir gün bir yerde bâzı kimseler arasındaydık. Onlar rakı içiyorlardı. Bana da teklif ettiler. Ben rakı içmediğim için teşekkür ettim. Israr ettiler, içmedim, kızdılar. İçlerinden biri:(Yiyemezsin demedim mi?) diye bir şiir okudu. Aradan birkaç gün geçtikten sonra böyle bir doğuş doğdu. Ama olabilir ki bugünkü sebep ve vesile altı ay sonra doğuş olarak çıkabilir.
(Bu doğuşu okuyucularımıza takdim ediyoruz.)
Bu bir ağılı yemiştir,
Hak, âşıkına vermiştir
Âşıka (yesin) demiştir,
Yiyemezsin demedim mi?
İşte bu doğru demektir,
Kana boyanmış gömlektir,
Mârifet bunu giymektir,
Giyemezsin demedim mi?
Bu bir dikenlenmiş yoldur,
Yürüyenler nâdir kuldur,
Tenezzül et, ehline sor,
Soramazsın demedim mi?
Sen dikkat et, uy sözüne
Doğru ol, görün gözüne,
İbretle bak Hak yüzüne,
Bakamazsın demedim mi?
Bu yola çok sabır gerek,
Sabır eyle, emekler çek,
Beraber köprüden geçek,
Geçemezsin demedim mi?
Bu bir tılısımlı yolmuş
Nice nice (âdem) dolmuş,
Bir yüzük var, âşık bulmuş
Bulamazsın demedim mi?
Âşık ol, sen gez bu (Arş)ı:
Görünür o (Şâh)ın (baş)ı,
Aranılan yüzük: (kaş)ı,
Bulamazsın demedim mi?
Bu hâl, ateştir, yakıyor
Çoğu dayanmaz, kalkıyor,
Âşıkın kanı akıyor.
Dayanmazsın demedim mi?
Sen uykuda uyuyorsun,
Sözü devre duyuyorsun,
Gûya söze uyuyorsun,
Uyamazsın demedim mi?
Sana nefsin etmiş nüzul,
Bile bile ettin kabûl,
Edemezsin sen tenezzül,
Gayetle zor demedim mi?
Sana çok ettim nasihat,
Aklın bulsun diye sıhhat,
Biraz çekmelidir zahmet
Çekemezsin demedim mi?
Doğru sözü duydun devre
Sen düşersin göre göre,
Allah sana sabır vere…
Edemezsin demedim mi?
Bu huy sana eder neler…
Nedamet tozuna beler,
Bu huya etsen tövbeler,
Nur olursun demedim mi?
(Emre)! Sen var yürüyerek,
Bu yollarda çektin emek,
Tekrar tekrar sen çekerek
Geri kalma demedim mi?
28. 10. 1943
S.- Hiçbir sebep olmadan söylemek ihtiyacını duyar mısınız?
Emre – Hayır.
S.- Ezbere bilir misiniz bunları?
Emre – Hayır.
S.- Doğuşu zapteden, tamam zaptedemese, siz o boş yerleri tamamlayabilir misiniz?
Emre – Aklımla tamamlayamam. Doğuşun sıcaklık hissiyeti geçmeden, yâni o kudrete bağlı iken yine oraya müracaat ederek tamamlarım. Fakat ikinci söylediği söz, kelime bakımından ilk söylediğinin ayni değildir; lâkin mânâ aynıdır.
Doğuşun eksik kalan yerlerini birkaç gün veya birkaç ay sonra tamamlamak icap ederse, o kudrete bitişmek için bir hayli zaman geçmesi lâzım geliyor.
S.- Bâzı şiirlerinizde (ilim) dediğiniz bir şey var ve bu ilme hûcum var.
Emre – İlmi severiz. O hücum dediğiniz şey, ilmin (Hakikat)i idrak etmek için kifayetsiz olduğunu anlatmak içindir; yoksa her ilim faydalıdır, lâzımdır.
S.- Bize sevmeyi târif edebilir misiniz?
Emre – Lezzetin târifi olur mu? Zanneder misin ki herkes şekerden aynı tadı alır?
S.- Şiirin târifi olabilir mi?
Emre – Onun da yok. Meydana çıktığında görülür.
S.- Yâni eserler konuşur değil mi ya?
Emre – Şu kadar söylenebilir ki, şiirin tadını alabilmek için yazanın veya söyleyenin kalbinde kaybolmak lâzım. Doğru mu?
S.- Bu sizin fikriniz. Ben düşünmedim, daha düşüneceğim. Hiç Avrupalı şâirleri okudunuz mu?
Emre – Hiç okumadım. Şiirden maksat, herkesin, sevdiğini öğmesidir. O sevgi lezzetini tatmak istediği zaman ağzından bir söz çıkar.
S.- Ama bâzıları sevdiğini kötüler.
Emre – O da kızmayı seviyor demektir. Menfî, ters bir sevgi bu.
S.- Nesîmî’nin bir beyti geldi aklıma: (Gönlümüz Nûr-u Tecellî, cismimizdir Kûh-i Tûr, Canımız (Dîdâr)a karşı, oldu Mûsa vâr mest)
Siz de böyle bir haleti ruhiye içinde misiniz?
Emre – Evet, aynen. Zâten onnan kafamız bir.
S.- Yâni Nesîmî’yi beğeniyorsunuz?
Emre – Evet.
S.- Fûzûli’de tasavvuf var mı?
Emre – Hepsi tasavvuf.
S.- Okutup dinlediniz mi?
Emre – Çok dinledim.
S.- Siyâsetle alakanız var mı?
Emre – Hayır, karışmam. Neme lâzım… Bakıyorum ki (Yapan) güzel yapıyor.
S.- Neden Hanefilerle Alevîler arasında geçimsizlik olmuştu?
Emre – Anlaşamamışlar da ondan.
S.- Neden anlaşamamışlar?
Emre – Hanefiler Alevîlere, Hz.Ali’ye Allah diyorlar diye kızıyorlar.
S.- Diyorlar mı hakikaten?
Emre – Allah, kuldan ayrı değildir, çünkü muhîttir. Hoca olmak için ne lâzım?
S.- Bir hoca.
Emre – Onlar Hz. Ali’nin bâzı sırlarını biliyorlar.
S.- Ya bu sırlar hurâfe ise? Doğru mu acabâ onların bildikleri?
Emre – Eğer insanın dimağı bozuk değilse, lezzetin zevkini alır. Demin onlardan hoşlandığını söylüyordun ya…
S.- Ben Bektâşîlerin sadece sözlerini seviyorum.
Emre – İşte tarikat dedikleri budur. Sözlerini sevmektir. Yoksa öyle yol filân diye bir şey yoktur.
S.- İnsanların bu inanışlarında bir mübalâğa yok mu?
Emre – Yok canım, bu inanış yalnız İran’da değil, her yerde var.
S.- Derler ki Hacı Bektaşi Veli duvarı yürütmüş?
Emre – Kendi vücudunu yürütmüş de onun için böyle söylüyorlar.
S.- Duvar yürümemiş mi?
Emre – Hayır, bunlar rumuzlu sözlerdir. Duvar dedikleri vücuddur. Yunus da vücudun toprak kısmına (kerpiç) diyor.
Kerpiç koydum kazana,
Poyraz ile kaynattım.
(Kerpiç), (ânâsırı erbaa)dan toprak, kazanda zâten su var demektir. Vücudun dörtte üçü sudur…Suyu kaynatmak için de (ateş) lâzım olduğuna işaret ediyor. Poyraz da (hava)dır. Zâten altında söylüyor:
Nedir diye sorana,
Bandım verdim özümü.
Özünü, yâni kendi vücudunu gösteriyor.
Okuyucularımıza bu türlü rumuzlarla söylenmiş bir doğuş veriyoruz:
Gönül arzuyu bırak,
Seni davet eder Hak;
Gözünü aç, yola bak,
Uyan, atmıştır şafak.
Elçisi yapmış izi,
Ordan çağırır bizi;
Sen (Hızır)a yoldaş ol,
O geçirsin (Deniz)i.
Onunla geçti Musa,
Geçti, verildi (Âsa);
Kapalı göz göremez
Her yanlara nur yağsa.
Açmadan görmüştür kim?
Açılan okur ilim;
Sen derdini bilirsen,
(Hızır), olmaz mı hekim?
Yürü, ulaş (Duvar)a,
Yık da ulaş sen (Vâr)a;
(Oğlan)ı var da katlet,
Hail olmasın (Yâr)a.
(Can)dır binen (Gemi)ye,
Yürür Hak! diye diye;
Bu cihada yürüyen,
Zırhı ateşten giye,
Ateş tutar mı siper?
Böyle emretmiş Dilber;
Yanarsan, (Defîne)den
(Emre) alırsın haber.
8.3.1946
S.- Mûsa’nın (asâ)sı da rumuz mu?
Emre – Evet.
S.- Asâ diye bir şey yok mu?
Emre – Bunlar rumuzdur.
S.- Şiirlerinizde (Nun vel-Kalem) gibi rumuzlar var. Niçin böyle rumuzlara lüzum gördünüz?
Emre – Bu hâlde henüz olgunlaşmamış kimseleri incitmemek için.
S.- Siz realiteyi söyleyin; ne zararı var?
Emre – Olmaz, zamansız olmaz. Birden söylenirse olmaz, kıymeti kalmaz çünkü. Yeni doğan çocuk, hemen pirzola, yer mi? Başka ilimlerde ne kadar ileri olursa olsun, bâzı kimselerin bu ilimde akılları çocuk gibidir. Onları incitmek istemeyiz.
Emeği çekilmeden elde edilen şeyin kıymetini bilemeyiz. İnsanın kendini, ahlâkını tasfiye edebilmesi için emek çekmesi lâzımdır.
S.- Mecâzî ve hakîkî aşklar arasında fark var mı?
Emre – Tabiî var. Siz söylüyorsunuz ya: Biri mecâzî imiş, biri hakîkî.
S.- Mâdem tasavvufa göre insanlar Allah’ın parçasıymış fark olmaması lâzım.
Emre – Fark yoksa o mecâzen âşık olduğun kimseye sor bakalım, tasavvuftan bir şey anlatabiliyor mu? Onlar ölüdür. Ölüyü sevenler de ölürler, ölmeyen bir varlığı sevmeli ki ölmemeli.
S.- Öyle; biz ölüyüz.
Emre – Ama ölme! Çünkü ölmemenin çâresi var. Biz senin öldüğünü istemeyiz.
S.- Ben Allah’ı seviyorum ama derecesini bilmiyorum.
(Devamı var)
Emre’den Nükteler, Vecizeler ve Enstantane Cevaplar:
*Mâzîyi unutmayan istikbâli göremez.
*Hayvânın gübresi ardından, insanın gübresi ağzından çıkar; kötü söz.
*İlimsiz şefkat bile bir zulümdür.
*S.- Mâdem Mûsa Allah’ı görememiş, peki, Tevrat’ın Allah kelâmı olduğunu nasıl bildi?
Emre – Bu konuştuğumuz sözler Allah kelâmı mı Şeytan kelâmı mı?
S.- Allah kelâmı.
Emre – Sen bilirsin de Mûsa bilmez mi?
*Atatürk’e dinsiz diyenler, onun yıktığı taassup binasının kerpiçleridir.
*Allah bir eve benzetilecek olursa, (Rab) bunun kapısıdır.
*Hacerûl’esved, bütün insanların gözleri bir araya getirilerek tevhîd edilmiş tek bir gözdür.
*Şu tasavvufa aklım bir türlü yatmıyor.
Emre – İyi ki yatmıyor. Yatsa, mutlaka uyuyacak.
Nasreddin Hoca Fıkralarının Tasavvufî İzahı
Hoca’nın Tek Telden Saz Çalması
Hoca bir gün eline saz almış, mızrabı hep aynı tele vurarak dın! dın! diye monoton bir ses çıkarırken, sormuşlar:
—Ne yapıyorsun Hocam?
—Saz çalıyorum.
—Ama bu nasıl saz çalma? Herkes sazın öbür tellerine de vuruyor, ne güzel sesler çıkarıyor…
Nasreddin Hoca şu cevabı veriyor:
—Onlar, benim bulduğum makamı arayıp bulmağa çalışıyorlar da, onun için öbür tellere vuruyorlar.
EMRE’nin Tefsiri
Bu fıkrayı şerh ederken biraz Nasreddin Hoca’yı tenkid etmiş gibi olacağız ama ne yapalım. Hakikat hiçbir şeye fedâ edilemez.
Nasreddin Hoca (Tevhid) teline vuruyor ama bu âlemin tadı, kesretinde, Nasreddin Hoca’nın o hali bugün için tavsiye olunamaz. Bu zaman, o zaman değil. Eğer, Hoca gibi sırf (Tevhid)le uğraşılsaydı, bu terakkî olur muydu? Asıl mahâret (Tek Makam)ı bildikten sonra, dönüp bütün makamları hem çalmasını, hem de dinlemesini öğrenebilmektir.
Her makamdan sonra (Tevhid) makamını da öğrenir, bu ömrümüzün nihayetinde vücûdumuzun evi ecel zelzelesiyle yıkılırken, içine kaçıp sığınabileceğimiz bir (Ev), yâni bir (Kalbi Selim) bulursak, bundan büyük devlet olur mu?