İç Kaynak Dergisi – Sayı: 4

İç Kaynak Dergisi – Sayı: 5
İç Kaynak Dergisi – Sayı: 3

İÇ KAYNAK DERGİSİ | Sayı: 4

EMRE’nin Konuşmaları: 4

(25.1.957 de yapılmış bir konuşmadan zaptedilebilinen notlar):

S.- İnsanları gaye değil, gaye yolunda olmak da mes’ud eder, diyorlar. Biz onu da hissedemiyoruz.

Emre – Derdini bilen, dermanını bulmuş demektir. Biz, bulunduğu yeri beğenenlerden olmayalım. Aczi bilmek kadar büyük ilim yoktur. İlmin en yükseği, aczini ve özrünü bilmektir.

S.- Bildikten sonra, yenmeğe çalışmak da lâzım; değil mi?

Emre – Bildikten sonra, yendi demektir.

S.- Bu çalışmanın istikameti, hedefi, her şeyi, eliyle koymuş gibi irâdesini râm edecek hâle getirebilmektir.

Emre – Evet, irâde mutlaka lâzım. Fakat irâdeyi kullanıp bitirmek, bırakmak da lâzım. Çünkü irâdeyi (Küll)e teslim ettikten sonra irâde kalmaz. O devreye kadar, yâni tükenene kadar irâde lâzım.

S.- İyilikler diyarına erebildikten sonra, elimizden zaten kötü bir iş çıkamaz değil mi? İradeyi bırakmakta, o zaman mahzur olmaz.

Emre – Kalmaz ki zâten… İnsan kılıcı, düşmanı öldürmek için kullanır. Düşman öldükten sonra onu kaldırıp duvara asmalı. Ne lüzumu kaldı?..

Bâzı ârif adamlar: (Bizim için haram, helâl kalmadı) derler. Bu sözü herkes kendi aklına göre anlar. Bâzı kimseler bunu yanlış anlayarak haramı, helâli birbirine karıştırırlar. Halbuki onlar, haram olan fiilleri terk ettikleri için her şeyin helâl olduğunu söylemek isterler! Yâni (İrâdeye lüzum kalmadı) sözünü de yanlış anlamamak lâzımdır. İrâde Allah’a teslim edilinceye kadar irâdemizi kullanmazsak, bu yola gidemeyiz. İrâdeyi yiyen şeyler, haram olan şeylerdir. Cehil, benlik, gurur gibi şeylerin hepsi haram. Asıl iş, bu haramları helâl yapabilmede.

Bu insanların birinden (üstünüm) desen, zevk kalmaz. Zevk, yokluktadır. Azabın yokluğu; zevkin varlığı. Azap yok olacak, bitecek ki zevk meydana çıksın.

(Bu arada başka bir vesileyle Emre şunları söyledi):

Emre – Bâzı kimseler hüküm kılıcını ellerine almışlardır, onlara karşı gelenler kesilirler. Onları yenmek istiyorsak -yenmek de değil ya, söz temsili böyle söylüyoruz- bu işi tatlılıkla yapacağız. Asıl mahâret insanın, başkasını değil, kendini yenmesidir. Asıl babayiğitlik, hakkı sâde kendinde değil, düşmanda bile görürse, tanımaktır, bilerek tanımaktır. (Ben haklıyım) diyen, haksızdır. Evet, olabilir, bugün, birkaç gün sen haklı olabilirsin, her vakit haklı olamazsın. Haksız olduğumuz zamanları da bilmeliyiz.

S.- Haklı bile olsak, bizim düşündüğümüzden başka bir düşünüşte haklı olan bir kimse de bulunabilir, değil mi?

Emre – Dinlemesini bilmeyen, anlamasını bilemez. Arapların bir sözü var; hadis midir, nedir, (Essabrü miftâhulfarac) derler. Sabır her kapıyı açar. Sabır iyi şeydir. Sabır kılıcının kesmediği hiçbir şey yoktur. Allah’ın (Esma-i Hüsna)sından biri de (Sabûr) dur.

S.- Necip Fâzıl’ın bir eserinde şöyle bir pasaj var: Bir adam, yalısında yaşarmış. Esircilerden bir kız satın almış. Fakat adam bir zaman sonra ölüyor. Kız, ölünün dirilmesi için Allah’a yalvarıyor. Bir gün o kız da yanına can yoldaşı olsun diye bir kız satın alıyor. Birinci kızcağız 39 gün dua ediyor. Kırkıncı gün, bir aralık dışarıya çıkıyor, ölünün başına yeni gelen esiri bırakıyor. Ölünün başında bu kız beklerken ölü diriliyor. Kız ölüye yalan söylüyor. (Ben seni kırk gün bekledim) diyor. Adam, kendisi için çekilen bu emeği öğrenince, kızı seviyor, onu hanım yapıyor; öbürünü de hizmetçi. Asıl kız hiç sesini çıkarmamış, o kızı yalan çıkarıp mahcup etmemek için. Uzun zaman sabırla hizmet ediyor, hiç şikâyet etmiyor. Yeni hanım, kızın bu sabrı karşısında adetâ çıldırıyor, ona (Bir kusur yap da seni kovayım) diyor, fakat kız ne kusur işliyor, ne de şikâyette bulunuyor, sabrında devâm ediyor. Sahte hanım da, kötü kalbli olmasına rağmen, kızın bu âsil sabrı karşısında ona kötülük yapamıyor. Bakınız sabrın, kuvvetine, hakîkatten…

Emre – Hakikati anlatmak için, dinletebilmek için hikâyeler tertip etmişler. (Halkadan Pırıltılar) onun değil mi?

S.- Evet.

Emre – Sevmese, onları bir araya getirir miydi? Onun çok hizmetleri var.

M.B – Dış âleminde kirli gibi görünür, fakat öyle değil. Bir gün, (Sizi bir yere götüreceğim) dedi; bir köye gittik. Bir çocuğa bir lira verdi. (Kurtarıcım Esseyid Abdülhakim’i seyredeceğim) dedi. Boynunu büktü; gözlerinden şıpır şıpır yaş damlıyordu. Sonra anlattı: (Ben bu adama rastlamadan evvel sefîl ve serseriydim. Ona teslim olduktan sonra rahatladım. Onu dâima ziyaret ederim.)

Sıkıntıya düşünce, onu hatırlar, bâdirelerden kurtulurmuş. (Sonsuzluk Kervanı) adlı şiir kitabını da ona ithaf etmiş. (Mehmed Bayazıd gür sesiyle o şiiri okuyor): (Gidiyor, gidiyor Nurdan Heykeller…)

Aşk adamlarını nurdan heykellere, kendini de onların ardında seken topal bir köpeğe benzetiyor.

Emre – Hep nurdan heykellersiniz.

M.B – Necip Fâzıl’ın (Topal köpeğim) diyecek kabiliyeti varmış. Ondan sonra sevdim onu. Demek öyle insanlar varmış ki Necip Fâzıl gibi bir adam, onların köpeği olmak istiyor.

S.- Necip Fâzıl, halk, kendi kendine, çabucak yetişsin istiyormuş.

Emre – Emeksiz olmaz. Her şey sa’y ile olur. Bâzı insanlar medeniyete doymuyor, çabuk olsun istiyor ama zaman ister.

S.- (Sabır Taşı)nı yazmakla beraber, sabrı kıt galiba…

Emre – Kim bilir artık…

S.- Dayanamıyor birçok sanatkârlar, hassas oldukları için.

Emre – Dayanmak lâzım. Her şeyi Allah’tan bildikten sonra, hem olduğu gibi kabul ederiz; hem de zaman, mekân kaydı kalmaz. Zaten Allah’a bitişik olmayan zekâlar tükenir giderler. Allah’a bitişik zekâlar ise Allah’a geçerler, işte onlar sabredebilirler.

S.- Hakikaten çok güzel bir şey.

Emre – Onlar boş durmazlar. Vücutları fiilen çalışırken kalbleri de çalışır. Olanı da, olacağı da hoş görürler.

S.- Tabiî yaşarlar değil mi? Yaşadıkları hayâta, lök gibi otururlar, değil mi efendim?

Emre – Evet. Hakikati öğrenme kabiliyeti, bu cevher, herkesin mayasına, daha yaratılırken konmuştur. İsteyen herkes bu yola gidebilir. Bu işte iltimas yoktur.

Vücudumuzun muvakkat diriliğinin arkasında, ötesinde bir ebedî dirilik daha var ki, ona sabırla gidilir. Azim de beraber ama ikisi de arkadaş olunca birçok haller tecelli eder, kızmayı terk eder, herkesi sever.

Hakikat sırrına agâh olan bir adamdan, birisi soruyor, (Nasıl yapacağız bu işi? Sana teslim oldum. Bana bunu öğret). (İşe elifba’dan başlayalım, olmaz mı?), (Olur efendim), (Birinci ders; Her şeyi halktan değil, Allah’tan bileceksin), (Peki), (Kimseye karışmayacaksın), (Peki).

Adam dersini aldıktan sonra oradan çıkıyor. Bakıyor, bir kalabalık; bir davulcu ile bir zurnacı çalıyorlar. O da onları seyre başlıyor, içinden: (Mübarek, sen davul çalıyorsun, sana oyun oynamak yakışır mı? Bırak da göbeği başkaları atsın) demeğe kalmıyor, davulcu bunun yanına yaklaşıp, kulağına: (Daha demin sana sabır tavsiye etmiştik, ne çabuk unuttun?) diyor.

S.- Kuru sabır, kuru şükür insanı tembelliğe götürmez mi?

Emre – Evet. Bu ahmaklıktır, Allah’a isyan gibi bir şeydir. Çalış, kazan, ondan sonra şükret.

S.- Şükrü böyle anlamak bir meseledir, hakikaten…

Emre – Tembel adamın şükrü âciz şükrüdür.

S.- Eyyup sabrı herkeste olamaz.

Emre – Herkeste olur. Eyyup, Muhammed’den evveldi. Biz, Muhammed’in ümmetiyiz. Biz, istesek, Eyyub’unkinden daha büyük sabır köşklerine çıkabiliriz.

S.- Bu, yâni sabır, Allah’ın bir lûtfu değil midir?

Emre – Allah’ın lûtfu ama herkese verilmiş. Herkese ait değil, dersek, bu, o tembelin şükrüne benzer. (Filân şeye ulaşamayacağım) demek de bir tembelliktir.

S.- Tatmini (şükür)de bulmalı.

Emre – Hiç tatmin olmamalı; daima yürümeli.

S.- İnsanlar gayelerine tamâmıyla ulaşamamışlar, ama…

Emre – Hedefler çoğalırsa ulaşamazlar. Bir tüfekle beş on hedef vurulamaz. Beklersek vururuz.
Bir gayeye doğru yürürken, önümüze birçok gayeler, hedefler çıkar. Adımların sonunda, yâni yürürsek, meselâ Mersin’e varırız. Derken, içine gireriz.

S.- Gayeden maksat, bütün meçhulleri bilmektir. Bizim için, bilinmeyen hiçbir şey kalmasın.

Emre – Onu bilemezsin; bu mümkün değildir.

S.- Şahsım için söylemiyorum. Topyekûn insanoğlu bakımından diyorum.

Emre – Ben de şahsınız için değil, bütün insanoğlu bakımından, bütün meçhullerin halline imkân olmadığını söyledim. Çünkü insanların her biri ayrı bir gayeye yönelmiştir. Saatçi saat yapmak ister, sepetçi sepet. Bunların hepsini bir gayeye çevirmenin imkânı yoktur.

S.- Nereye gidiyoruz?

Emre – Mâneviyata doğru. Bu gaye umumîdir. Halbuki dünyadaki insanların her birinin bir arzusu vardır. Hiç kimse diğer bir kimse gibi ne bilebilir, ne düşünebilir. Bu çeşitli akıllar ancak (Makaamı Fenâ)da birleşir. O zaman zâten akıllar Allah’a geçer. Hz. Muhammed gibi (Kul Küllün Min indillah)* deyinceye kadar gayeler ayrıdır.

İnsan, bir yola çıkmadan evvel, nelerle karşılaşacağını bilebilir mi? İş, önümüze çıkan engelleri yenmektedir. Biz buna niyet edince, Allah da bize yardım eder. Bak, şu ev sahibi bize ne kadar ikram ediyor… Allah yardım etmez olur mu hiç… Allah yardım edince, gayeler mahvolur, tek bir gaye kalır. O zamanki bilgiyi ve görgüyü kelâm ifade edemez.

S.- Bütün meçhuller bilinirse, Allah fikri mevcud olabilir miydi?

Emre – Dünya meçhûliyeti mi, manevî meçhûliyet mi? Bankacılık meçhûliyeti ise bu dediğiniz, neme lâzım benim… Terzinin meçhûliyeti ise, bana ne ondan… Ne kasdediyorsunuz bu sözle?

S.- İnsanlık bir Allah’a doğru gidiyor; ister bilsin, ister bilmesin, bir nura doğru gidiyor.

“ Her şey Allah’tandır” manasına geliyor.

Bütün bu gidişin sonu, Allah’ı bulabilmektir, içimizde, bulmak veya meçhûlatı hallede ede bulmaktır. Bir gün Allah’a erebilirsek, insanın Allah’tan farkı kalmayacak. Öyle bir âlemde Allah fikri kalır mı?

Emre – Kalır mı? İnsan öldükten sonra gayesi kalır mı? Ölünün gayesi, fikri olur mu? Gaye Allah’a geçer. Allah için de gaye yoktur. Ama bu iş, yâni Allah’ta fâni olma, kolay değildir, öyle sözle, iddia ile olmaz. Allah’ın sıfatlarından biri de (Kaadir)dir. Biz neye kaadiriz? İki dakika sonra ne olacağımızı biliyor muyuz?

S.- İki dakika sonra değil de, 102.000 dakika sonra ne olacağımızı bilsek yine faydasız. İki cami arasında kalmış beynamaza döneriz.                       

Emre – (Şakayla) Şuna bak, yönünü bana dönmüş de (beynamaza döneriz) diyor.

S.- Yok, sizin şahsınızı kasdetmedim, estağfurullah.

Emre – Şaka ediyorum.

M.B – Aklın yapamayacağını aşk yapar.

Emre – Evet, aşk insanı uyutmaz. Bâzı insanlar vardır ki, bu konuştuklarımızı beş dakika bile dinleyemez, düşünemezler. Bazı insanlar da vardır ki hayat mücadelesindeyken bile Allah’ı akıllarından çıkarmazlar. Elleri kârda, gönülleri (Yâr)dadır.

İstersek, biz de onlar gibi olabiliriz.

Çeşitli mezhepler, meşrepler, çeşitli dinler bu müşkülü halledemiyor. Fakat (Acabâ ben nereden geldim? Nereye gidiyorum? Ne olacağım?) diye tefekküre başlayınca, bir gün geliyor, müşkül halloluyor. İşte Hz. Muhammed’in (Bir saatlik tefekkür, 60 yıllık ibâdetten hayırlıdır) dediği tefekkür, bu tefekkürdür. İnsanla hayvân arasındaki fark, yine bu tefekkürdür.

İnsan, hayvânâtın camiidir. Yâni kendisinde her hayvânî ahlâk vardır. Bir insan, isterse, bütün bu ahlâkların üstüne çıkar, onlara hükmeder, aklın ötesini düşünebilir.

S.- Allah fikri insanın aczinden doğma değil midir?

Emre – Hayır, kabiliyetinden. Hayvân Allah’ı düşünebilir mi? Yiyecek, içecek, izdivaç edecek. Hayvan bundan başka bir şey bilir mi? İnsana, Allah’ı bulduran şey, kabiliyetidir. Eğer Allah’ı düşünmüyorsak, bizim de gayemiz, nihâyet yiyip, içmek ve evlenmek değil midir? Çalışmamız, çabalamamız, tahsilimiz hep bu maddi gaye için olmuş olmuyor mu? O halde bu maddî gayenin ötesine aklın tefekkür adımlarıyla yürüyen insan, insandır ancak.

S.- Allah bizi yaratıyor; kabiliyetle yaratıyor hakîkaten. Bize kudretleri vermiş; meçhul karanlığı delmek arzusu ve aşkı vermiş. Bütün bunlarla yaratmış ve bir tarafa çekilmiş, elimizden tutmamış, insanoğlu, yeni doğan bir çocuk gibi, karanlık bir âlem içinde. Gözünün gördüğünü biliyor, aklının erebildiğini de kavrıyor. Sonra objelerle temasa geliyor, havsalası genişlemeğe başlıyor, içindeki aşk o kadar büyük şeyler arzu ediyor ki elindeki imkân, arzu ettiği şeye nispetle cılız kalıyor. Bu, onda nevmîdî doğmasına sebep oluyor. Belki de Allah fikrine bağlanış, böyle bir acizdendir gibi geliyor bana.

Emre – Ulaştığımız Allah fikri, dünyâ esbabı içinse, yani (aç mı kalırım acabâ? Aman bol rızık versin, şu işim şöyle olsun) gibi endişelerden doğmuşsa, evet, acizdendir. Zavallı beşer, ebediyet âleminden getirdiği cevherleri mâneviyat gıdâsıyla besleyeceği yerde, böyle hasis menfaatler ve düşüncelerle yıpratır, eskitir. Bu, namertliktir.

Bâzı kimseler Allah’tan rızık istemez, çalışır çabalar, kazanır ve (Nereden geldim, nereye gidiyorum?) diye tefekkür tahsiline başlar. Okuduğunu hazmettikçe havsalası genişler. Allah’ı düşünür, arar. Fakat insan, görmediği bir şeye âşık olabilir mi?

S.- Bu adamına bağlı.

Emre – Hayır, adama göre değil, akla göredir bu iş. Hepimiz de akılla mukayyediz.

S.- Veysel Karâni nasıl âşık oldu?

Emre – Veysel Karâni, Hz. Muhammed’i kalb gözüyle gördü, mânevî gözüyle gördü. Bâzı insanlar, gözlerini yumunca, hatta yummadan öyle bir mânevî görüşe sahip olurlar ki, aklımızın bu etten ve sinirden ibaret göz vâsıtasıyla olan görüşü, o mânevî görüşün yanında gölge gibi kalır. Veysel Karâni, göreceğini o görüşle, (müşâhede)yle görmüştür. Veysel’in bir mürebbîsi vardı. O mürebbî Veysel’in anasıdır, derler ama değil. Mânevî anasıydı o ana. O adam, yani Veysel’in mürebbîsi, Hz.Muhammed’i biliyordu. Onun mânevî ve ahlâki büyüklüğünü anlattıkça, Veysel Hz. Muhammed’e âşık olmaya başladı. Sonra onu mânen gördü. Bu iç görüşü dış görüşle de tamamlamak için koşa koşa Medine’ye geldi. Fakat onu göremeden geri döndü.

Veysel Karâni, Hz. Muhammed’i Ebûbekir’e, Ömer’e, Osman’a soruyor. Onlar târîf ediyorlar. Veysel (Hayır, siz Muhammed’i görememişsiniz) diyor. Ali’ye sorunca, Ali Veysel’in yüzüne bakıyor, Veysel, Ali’nin gözünde görüyor Muhammed’i. Ve dönüp gidiyor.

İşte demin dediğimiz (kalb gözü), Ali’nin gözü gibi olan gözlerdir.

Muhterem okuyucularımıza bu mevzu ile ilgili olan şu doğuşu takdim ediyoruz:

Neyleyim, (Yâr fitne) imiş…
Kur’ân dahî böyle demiş,
O (Fitne)yi görmek için
Nice âşıklar can vermiş…

Her göz bakamaz, kamaşır,
Kim ki zülfüne dolaşır,
Çok koşma ile varılmaz,
Canını veren ulaşır.

Kim ki bu canına kıyar,
O, (Dost)un sesini duyar;
Bu (cemi gafîr) içinde
Yüzbin de bir âşıkı var.

Candan çağırmalı Bilal;
Öylece olunur visal;
Sâdık âşıkın gözüne,
-Lâyık- doğar (Çifte Hilâl).

Buna derler (Kasabe Kavi);
Nur iken, görünüyor is;
Mânâsında seyredince
Medine’ye geldi Üveys.

Canını attı bir kerre…
Rasgeldi Ebâbekir’e;
Yana yana suâl etti,
Âşık idi, onu göre.

Seyran etti, göremedi,
(Sen dahî görmedin) dedi;
O (Dilber)in yanık aşkı
Nice âşık canı yedi…

Sonra rasgeldi Omar’a*
Bir zaman durdu huzûra;
Yüreğine kan işledi;
Görmüşlerden sora sora.

Ciğeri boyandı kana,
Gözü rasgeldi Osman’a;
Medheylediği Mâşûk’u
Yana yana sordu ona.

Yandı, baktı döne döne,
Âşık canı yandı yine;
Baktı gelir (Hablülmetîn),
Sarıldı (Dostun ipi)ne;

Gözü rasgeldi Ali’ye,
Arkadaşlık etti bile;*
Gördü ki kapı açılmış,
Canı attı nurdan göle.

(Emre)! Sen dâhi canı at,
Atan, bulur ölmez hayat.
Eğer aşkı bırakmazsan,
Ebedî kalırsın rahat. 

11.4.945

————————————
*Adana’da Ömer’e Omar denir.
*Bile: Beraber


S.- İnsan, görmeden âşık olamaz mı?

Emre – Olursa, ahmak…

S.- Allah’ı görmeden âşık olmuyorlar mı?

Emre – Hayır, onlar zannî âşık. Zan ile hakikat bir olur mu? Belki onlar da görürler ama tanıyamazlar. Allah’ı kalb gözüyle göremeyen kimse bu gözüyle göremez, âşık da olamaz.

Evvelce birbirimizi görmüştük belki… Fakat tanımıyorduk. O görüşümüz gerçek bir görgü müydü? Birbirimizi kalb gözlerimizle gördükten sonra tanımağa başladık.

S.- Efendim, tarihlerde okuduğumuza göre, dinler tekâmül ede ede İslâmiyet’e kadar gelmiş. İslâmiyet doğmuş, gelişmiş. Fakat bu tekâmül seliyle akan beşeriyet artık İslâmiyet’le mi kanaat edecek? Tekâmüle devâm etmeyecek mi?

Emre – Her şey kemâlata doğru gidiyor. Dünkü insanla bugünkü insan bir değil. Dış gelişme durmadan büyüyor, iç de aynen böyledir. İslâmiyet’e son din diyoruz. Hakikaten son dîndir ama donmuş kalıplar hâlinde değildir. Baksana Hz. Muhammed (Zamanla ahkâm değişir) demiş. Bu değişmeyi, yâni tekâmülü, nesiller, münevverleştikçe görüyor, idrâk ediyorlar. Bu tekâmül karşısında bizim din anlayışımız geri kalıyor, yerinde sayıyor. Bâzı Avrupalılar bu tekâmül kervanına katılarak Müslüman oluyorlar.

Bu İslâmiyet’te, Kur’ân’da öyle şeyler, öyle ileri görüş ve anlayışlar vardır ki (din zannı)mız, o anlayış yanında geri kalır.

S.- İnsanlar Kur’ân’ın mertebesini geçebilecek mi?

Emre – Kur’ân’ı geçemezler. Kur’ân için tekâmül bahis mevzuu olamaz. Kur’ân son mertebedir. Biz -yâni beşeriyet- ona doğru tekâmül ediyoruz. Din bizim küçük aklımızın içine girip onunla berâber büyüyor, tekâmül ediyor. Siz Kur’ândan ne anlıyorsunuz?

S.- Son tekâmül mertebesini.

Emre – Siz bu son tekâmül mertebesi olan Kur’ân’ı anlayıp, ondan istifâde ettiniz mi?

S.- Hayır.

Emre – Demek ki biz ondan uzakta ve gerideyiz. Ona doğru biz tekâmül ediyoruz; o hakîkatin zirvesinde duruyor.

Hz. Muhammed bu dinîn mürebbîsi değil miydi? Mürebbî önde mi olur, arkada mı?

S.- Önde.

Emre – Öyleyse Muhammed bizim gözümüzün içindedir. Böyle olunca bugün de (Muhammed’in Devri)dir. Tekâmül etmeyen biziz.

M.B – (Babı içtihad)ı kapamışlarda ondan.

Emre – Öyleyse Kur’ân’ı da ortadan kaldırsınlar. Çünkü Kur’ân insanlara (Düşününüz.) diyor, işte onların anlayışı bu kadardır.

M.B – Ben (Yeni Yunus Emre)nin ve (İç Kaynak)ın neşriyatını yeni bir Rönesans gibi kabul ediyorum.

Emre – Allah Kur’ân’da : (Allemel’insâne mâ lemya’lem) diyor. E, hani ya? Ben bilemiyorum? Ne anladık öyleyse? Kur’ân’ı okuyup üfürüceğimize, yutsak olmaz mı? Ama kulağımızla, aklımızla yutsak.

Biz Kur’ân-ı elimize almağa korkuyoruz (Aman şöyle dersek çarpılırız, böyle yaparsak bilmem ne olur) Hainiz ki korkuyoruz. Öyle değil mi? (Elhâin hâif) demiyorlar mı?

Korku cehilden gelir. Tasavvuf, işte insanı bu cehilden ve korkudan kurtarır. İnsan bunları düşüne düşüne, konuşa konuşa, müşkülü hallolur, rahatı külliye kavuşur. Fakat rahatı külliye kavuşan insanı tanımayız ki… Hamamda neferle kumandan birdir, rütbeleri yoktur ki tanıyalım. Kâmil bir insanı tanımak için, onun gönlüne girmekten başka çare yoktur.

İşte buyurduğunuz gibi, bize bu meseleleri anlatacakları yerde, düşünce, içtihad kapılarını kapamışlar. Öyleyse Kur’ân’ı (kaldırıp suya mı atalım)…

M.B – Mevlânâ filminde Şems, kitapları suya atmıştı…

Emre – Onun attığı kitaplar medrese ilmiydi. Onları atmadan kurtulabildi mi Mevlânâ?

M.B – Her yerde bu aşk-medrese münakaşası var. Medreseliler işin şekil tarafına bağlı. Âşıkları sevmezler.

Emre – Tasavvufçular herkesi severler. Hiçbir tasavvufçu kimseyi öldürmemiştir. Fakat şeriatçılar onlara neler yaptılar… Artık onların hüküm devresi bitti. Şimdi münevverlerin devresi.

M.B – Chorchiil’in de buna benzer bir sözü var.

Emre – Ben siyasete karışmam, çünkü anlamam, ama şunu söyleyebilirim ki, bugünkü siyasetçiler 50 sene evvelkilerden daha münevver değiller mi?

Pâdişâhlar müneccim kullanırlarmış. Hazreti Muhammed’e inansalar, müneccimlere inanırlar mıydı? Çünkü Hz.Muhammed (Küllü müneccimin kezzâb) demiştir.

S.- Peygamberlerin ekserisi (Orta Şark)da çıkmış. Acâba hikmeti ne? Neden Avrupa’dan filân çıkmıyor?

Emre – Adını bildiğimiz bu peygamberlerden başka, sayısız peygamberler gelip geçmiştir.

Bir zaman gelecek, kutuplardaki buzlar eriyecek; oralarda hayat başlayacak, buralar kutup olacak. Oralardaki buzlar eriyince, altından nice medeniyet eserleri çıkacak… Târihin ömrü bunları görecek, bilecek kadar uzun değil. Halbuki dünya ebedî ve ezelîdir; ne yaşı var ne başı…

M.B.- Herkesin kafasında kendine göre bir peygamber, bir Allah anlayışı var.

Emre – Tecellî Mûsa’ya bir ağaçta ve ateş hâlinde oldu. Yeter ki insanın gönlünde bu ateş yansın… Yeter ki insan manevî feyze dayansın. Zamanla havsala da genişler.

50 sene evvel bunlar konuşulabilir miydi?

S.- (Yobazlık, mübarek fikirler üzerinde baskı yapmaktır. Medenî olmak da, doğan her fikrin iyi taraflarını keşfe ve yaşatmağa çalışmak, ancak zararlı taraflarını fikrî mücadeleyle yenebilmektir) diyor bir alman mütefekkiri.

M.B – Tarîkatçılar taasuba kaçıyorlar.

Emre – Biz taassup diye bir şey tanımıyoruz.

S.- Taassup, ölü bir şekil demektir.

Emre – Gerilik, gerilik.

S.- İnsan zekâsının bunu kabul etmesi imkânsız gibi…

Emre – Ama hep kabul ediyorlar. Ancak, çok münevver kafalar kurtuluyor bundan.

S.- İnsan, (acabâ taassupta mıyım?) diye kendini ölçüye vurmalı.

Emre – Aklın ölçüsünde, yâni aklın hapishânesinde mahbûs olanlar için ölçü var mı ki?… Bir insan bir hâli, meselâ taassubu beğenmişse, onun dışına çıkıp da onu nasıl ölçecek? Ölçüyü, insan, o hâlden çıktıktan, kurtulduktan sonra görebilir.

Şekerden, insanlar, ihtiyaçlarına göre ayrı ayrı tad alırlar. İnanışları da ayrı ayrıdır. İnsanlar kendi inanışlarını kendi hâllerini ölçemezler. Tasavvufçular bunu da olduğu gibi, hoş görürler.

S.- Bir risâle okudum; onda (Kadınlar, çıplak bacakla gezdikleri için, cehennemde evvelâ bacaklarından yanmağa başlayacaklardır) deniliyor.

Emre – (Kadın cehennemde evvelâ bacağından yanacak) diyen bir adam, cehennemin ne olduğunu bilmiyor demektir.

Bana kalırsa kadınları çok iyi terbiye edip, çok serbest bırakmalı. Kadın, düşmanını görmeli, tanımalı ki ondan korunmalı. Bir memleketin kadınları ne kadar münevver olursa o memleketin erkekleri o kadar iyi yetişir ve memleket o kadar ilerler.

-(Devâmı Var)-
Zapteden:Şevket Kutkan


Nasreddin Hoca Fıkralarının Tasavvufi İzahı

S.- Öteden beri Nasreddin Hoca’yı resimlerde merkebe ters bindirirler. Herhalde böyle bir şey olmuş ki öyle yapıyorlar. Nasreddin Hoca’nın bu pozu pek hoş bir şey değil ama acabâ bunda da bir hikmet var mıdır?

Emre – Vardır ya: (Merkep), binilecek şey demek değil mi? Bu vücut da bir merkep, bir binittir. Aklımız ve ahlâkımız bu merkebe binmiştir. Fakat gideceğimiz yeri bilmediğimiz için, aklımızın yönü mâziye dönüktür. Geçtiğimiz yerleri biliriz de, gideceğimiz yeri bilemeyiz. Nasreddin Hoca, güldürerek bunu anlatmağa çalışıyor. İşte Nasreddin Hoca gibi bir (Kâmil) lâzım ki aklımızı merkebe düz bindirsin ve ona gideceği yeri ve mürebbîsini göstersin. Zâten dönmeyince mürebbîsini göremez. Çünkü mürebbî, yol gösterici olduğu için daima öndedir. İşte (Dön Namazı) gibi sözlerle anlatmak istedikleri şey budur, yâni aklın, eski bildiklerini terk edip (Cemâlullah)a dönmesidir.

Dünya işlerinde de böyle değil mi? Mâzîsiyle iftihar eden milletlere bak, mutlaka geri kalmışlardır. Amerika ne mâzîyle uğraşıyor, ne bir şey. Onun ilerlemekten, çalışmaktan vakti kalmıyor ki mâzîye baksın… Arkaya bakan, mutlaka yolunu şaşırmıştır, gideceği yeri bulamıyor demektir.

Bunu bir konuşmamızda bir vesileyle rahmetli Remzi Oğuz Arık’a da söylemiştim de hoşuna gitmişti. Halbuki rahmetlinin işi, hep eski eserlerle uğraşmakmış, ne bileyim…
(Rahmetli Remzi Oğuz Arık, Arkeolog ve tarihçi idi.)