İÇ KAYNAK DERGİSİ | Sayı: 26
EMRE’nin Konuşmaları: 26
Emre – Hangi dine mensup olursa olsun, insanların ibadet ettiklerini gördükçe içime bir ferahlık gelir. Filân haça tapıyor, filân ateşe tapıyor diye, insanların ibadetlerini hor görmek doğru mudur? İster ateşe tapsınlar, ister haça tapsınlar, Allah, onların kendisine taptıklarını bilmiyor mu? O bunu hor görmedikten sonra, biz nasıl görebiliriz?
Hayatımda iki defâ, iki Hristiyan’ın kilisede ibadet ettiklerini gördüm ki hiç içimden çıkmaz.
Adana’dan Mardin’e kadar olan demiryolu, 933 senesine kadar Fransızlardaydı. Beni çok severlerdi. Direktörü, Depo Müdürü, Mühendisi, beni boş buldular mı, götürür, konuştururlardı. Ölüleri oldu mu, kiliseye de götürürlerdi beni. (Pres) isminde bir Depo Müdürü vardı; 65 yaşındaydı. Çocuğu yoktu. Üç sene papaz mektebinde okumuş; fakat papazlığı beğenmemiş; sonra mühendis olmuş. Şimendiferde Depo Müdürü idi. Bir anası vardı, belki 85 yaşında. Paydostan sonra beni evlerine çağırır, konuşurdu. Madam, Pres ve anası, beni evlâtları gibi severlerdi. Konuşulan şeyleri can kulağıyla dinlerlerdi; âdeta mâneviyâta âşık olmuşlardı. Bir akşam, anası ne hasta, ne bir şeyken, oğluna:
-Oğlum ben öleceğim, diyor.
-Yok Ana; korkma.
-Korkmuyorum; ama sen İsmail’i al gel.
Biz şehirde oturduğumuz için beni bulamıyor. Gece yarısı olunca:
-Oğlum…Ben gideceğim; ama İsmail gelmeden beni kabristana götürmeyin; onu mutlaka bekleyin, diyor.
Sabahlayın ben vazifeye gidince -Kerimlerin Mustafa isminde bir revizör vardı; ona tenbih etmişler- beni Pres’lerin evine götürdü. Pres boynuma sarıldı. Anasının vasiyetini söyledi. Ölünün başucuna oturdum. Ben gelinceye kadar hiç ellememişler. Ben gidince, kadını soydular, yeni elbise giydirdiler, kundura da giydirdiler, bir sandığa koydular. (931’deydi). Kabristanları uzak olduğu için, bir kamyon getirdiler, etrafını çiçeklerle süslediler. Ben de başucuna oturdum. Ölüyü, Bebekli Kilise’ye getirdiler. Sandığın bir ucundan da ben tuttum, tabutları koydukları yere sandığı koyduk. Beyazlar giyinmiş bir papaz, sandığın kapağını açtı, etrafını dolanarak okumaya başladı. Sonra, kadının üzerine ufak bir şişedeki suyu serpti. Bu işi o kadar çok yapmış ki, kadının ayağından başına kadar serptiği suyun bir damlası bile yere, düşmedi. Sonra yüksek bir yere çıktı, bir şeyler okumaya başladı; fakat, okuduğu Türkçe değildi. Onun okumasını dinleyenler, hep yüzüne bakıyorlar; kendilerinden geçmiş gibi. Güzel bir mahviyet hâli. Bir aralık, 15-16 yaşlarında bir kız meydana çıktı; sağ dizini dikti, oturdu. Öyle bir ağlıyordu ki, Allah seni inandırsın, döşü ıslandı. Ben onu öyle görünce, vücudumda hiçbir hissiyet kalmadı. Onun ilâhî muhabbeti, papazın yüzünde parlayıp yine kendine görününce, ben de aynen onun gibi oldum. Bu sevgi, bu ağlayış, Allah için değil mi? Bu bitişiklik, bu muhabbet boşa mı gider? Biz Müslümanlar, Hristiyanları hor görüyoruz ama, Allah, Kur’ân’da Kitaplarına, peygamberlerine inananlar, yâni Hristiyanlar, Musevîler, hatta (Sâbii)ler korkmasınlar diyor. (Bakara sûresi, 62.âyet).
Kur’ân’ın en başında, ilk âyet (Elhamdü lillâhi Rabbil’âlemin) diyor. Allah bütün âlemleri kanadı altına aldıktan sonra, millet, din tefriki nerede kaldı? Her dinin yönü, o (Bir Nokta)ya doğrudur, yeter ki bulunduğu yerde çakılıp kalmasın, yürüsün. Hazreti Muhammed, hangi peygamberin peygamberliğini reddediyor? Hepsini de hak olarak görüyor.
S. – Namazda sûrelerin Türkçe okunması hususundaki fikriniz nedir?
Emre – Şu beş altı yaşındaki çocuk bile soyunacak olsa görür görmez, içimizden bir ikrah doğar. Fenâfillâh olanlar için çıblaklık diye de bir şey yoktur ama, aklı başında ve şehvetli olanlar için tesettür lâzımdır. Kur’ân’da da, fenâfillâh sırrına ermeyenler için elbiseli olmalıdır. Fakat anlamak için; Türkçe’ye çevrilmeli, okuyup anlamalıdır. Çünkü Allah: (Ben Kur’ân’ı size okuyup anlayasınız diye gönderdim.) diyor. Fakat Kur’ân’ı anlamak kolay değildir. Kur’ân’ı kendi dilimize çevirsek de kolay kolay anlayamayız. Kur’ân Arapça diye, Araplar Kur’ân’ı anlıyorlar mı sanki? Anlasalar hepsinin evliya olması lâzım gelirdi. İmanın kâmil hâle gelmesi kolay değil. O Kudretin güneşi, (Selîm) olmayan kalplere çavmaz.
Namaz sûrelerinin mânâsını anlasak, Allah’ın huzurunda durup onda fânî olmağa çalışacağımıza, âyetlerin mânâlarına aklımız takılır, namazın tadını alamayız. Meselâ: (Tebbet yedâ – Elleri kurusun, kurusun elleri Ebûleheb’in), (mâağnâ anhu mâluhû ve mâ keseb – Malının ve kazandıklarının, kendisine hiçbir faydası olmadı). (Seyaslâ nâren zâte leheb – Kendisi ve karısı, alevli ateşe atılacaklardır.), (Ve’mreetuhû hammâletelhatab – karısı odun hamalıdır), (fî cîdihâ hablûn min mesed – Omuzunda hurma lifinden bükülmüş bir ip vardır.) Ondan sonra Allahû Ekber! Haydi rükûa. Namaz sûrelerinin mânâ elbisesi soyulunca, insan, Allah’tan ziyade Ebûleheb ile ve karısıyla meşgul olur. Fakat, eğer namaza duran adam, Allahû Ekber! Der demez Allah’ta fânî oluyorsa, o kimse için ne Ebûleheb kalır, ne de karısı.
Vaktiyle, Cüneydî Bağdadî, bir dervişine uzun bir zaman için seyahat vermiş. Seyahat emrini alır almaz adamı bir (hâl) sarmış. Seneyi vaktı unutmuş. Birkaç sene gezip dolaştıktan sonra, Efendisinin yanına dönmüş. Kapıyı çalmış: Tak! Tak! Cüneyd bir eserle meşgulmüş. Karısı da sokak kapısının arkasında yıkanıyormuş. Cüneyd soruyor:
-Kim o?
Derviş, kendinden geçmiş bir hâlde cevap veriyor:
-Hak!
Hemen kadına:
-Çabuk kapıyı aç! diyor.
-Aman Efendi, çıblağım…
Cüneyd asâbiymiş de; karısına, sert bir sesle bağırıyor. Kadın korkusundan kalkıp hemen kapıyı açıyor, arkasına saklanıyor. Derviş lâmbur lûmbur içeri dalıyor, doğru efendisinin kucağına atılıyor, sarılıyorlar, koklaşıyorlar. Cüneyd bakıyor ki dervişte (hâl) tamam ama, (ilim) noksan; onu ayıktırmak ve işi anlatmak için eline bir kalbur veriyor:
-Oğlum Mehmet! Şu komşunun ahırından, sahibi görmeden bir kalbur saman getir, diyor.
Mehmet:
-Pêki Efendim, diyerek gidiyor; samanı alıyor, gelirken, yaptığı haram iş kendisini ayıltıyor. Efendisinin evine geliyor; yine kapıyı çalıyor.Cüneyd soruyor:
-Kim o?
-Benim efendim, Mehmet.
Cüneyd karısına diyor ki:
-Kapıyı açmağa giderken başını ört.
Kadın kapıyı açıyor. Derviş aklı başında olarak, mahcubiyetle içeri giriyor. Adam bir müddet oturduktan sonra. Cüneyd:
-Oğlum, sen iki sene daha seyahate çıkacaksın, diyor.
Derviş:
-Peki efendim, deyip çıkıyor.
Adam gittikten sonra, karısı, Cüneyd’e soruyor:
-Bu ne perhiz, bu ne lâhana turşusu; ilk geldiğinde, Adama, bana çırılçıblak kapı açtırdın, ikinci gelişinde başımı örttürdün; bu ne hikmet?
Bu fakîr ister ki, bütün herkes (fenâfillâh) hâline ersin; ben de onlara hizmet edeyim. Ama benim hizmetim ne şeyhlik, ne kâmillik, sırf hizmetçilik ve bir sevgi. Kat’iyyen. Başka ne bir düşüncem, ne de bir arzum var…
O kadar zor… O kadar da kolay. (Kul eûzu bi – Rabbilfelâk) gibi. Duydun mu: benlik; açtın mı: Tamam.
Kur’ân’ı canlandırmadan, ondan hiçbir şey anlaşılmaz. Canlandırmayan, dirilmeyen insanlar (Diri Kur’ân)ı göremez. Kur’ân dürülü bükülü değildir.
Din, toprağı ihyâ eden suya benzer. Dinsiz milletler, memleketler kuru toprağa benzerler, mahsul vermezler. Ruslar yakında kendi kendilerini yiyecekler. Miadlarını doldurdular. Çinliler biraz daha yaşarlar. Çinlilerin dindarları çok; ama Ruslarınki çok azaldı.
Her din bizimdir. Hz.Muhammed, her peygambere hak demiştir. Ama tekâmül eden yegâne din, İslâm dinidir. Diğerleri kendi zamanlarına göreydi; orada kaldı. Hristiyanlık, Yahûdilik bizim dinimizi ihtiva etmez; küçüktür. Ama bizim dinimiz onların hepsini içine alır. Her din böylece bize lâzımdır. Biz dindarları severiz, dinî darları sevmeyiz.
Kuru kuruya dindarlık da işe yaramaz. İş, dinin içine girebilmektir. Dışında, kapısının önünde istediğin kadar gez; neye yarar? Mâdemki din bir yoldur. O halde o yolu yürüyüp bitirmeli. Yolun sonuna varamaz da, ortada kalırsak yazık olur. Din, kendi varlığımızın sahilinden (Ebedî Varlık)ın sahiline varmaktır. Bâzı doğuşlarda: (Dini bırak, Dost’u ara) gibi mısralar var. Akıl bu türlü sözleri yanlış anlıyabilir. Biz dini inkâr etmeyiz. Şehirden çıktık, köyümüze geldik. Artık yol kaldı mı? İşte o doğuşların (Dini bırak…) dediği, (Yolda durma, eve gir!) demek gibi bir şeydir.
İsmail Hüsrev Bey, bize: (Tarîkatınız var mı?) dedi. Evvelâ var gibiydi ama, şimdi kalmadı. Yol vardır, inkâr etmeyiz; fakat yürüdük, bitirdik. Yol, tarîkat kalmadı. Dinin sonu yokluktur; yâni Hz. Muhammed’in (Fakîr) dediği hâl. İnsan, Allah’a yaklaşırken bir (yokluk) zuhur eder. (Ölmeden evvel ölme) budur. Bizim yokluğumuz, Allah’ın varlığıdır. Bu âleme, bazıları (ilim) yoluyla, bazı kimseler de (Aşk) yolundan yürürler. Ömrü beşer, (ilim) yolunu yürüyüp bitirmeye kâfi değildir. İnsan Aşka temas etmedikçe oraya gidemez. Aşk çok sür’atli götürür. İlim aşkla yarış edemez, çok gerilerde kalır. İşte Yunus Emre! Ne okuması var, ne de yazması. Olsa bile, eser yazacak kadar değil. Âlim olsaydı, başka eserler de yazardı.
Yol bitince, din de biter. Yâni Hristiyanlık, Yahûdilik, Müslümanlık deyip ayırdığımız dinler biter. Daha doğrusu, bu ırmaklar o noktada birleşir, büyük ve tek bir nehir olur, ondan sonra ummana dökülürler. İnsanoğlu, din yollarını bitirip o birleşim noktasına gelmedikçe (Tevhid) yoluna giremez.
Öbür dinlerin de dışları ilmi; içleri de (hâl)de inkılâb etmiş ama, Muhammed dini kadar değil. Muhammed dini her gün yenidir. Onlar, o yolu yürüyüp bitirmedikçe, gözümüzden bakan (Ebedî Diri) varlığı bulamazlar. Füzeler yapan insanların dehâsı bile bu hususta âcizdir. Sebebi de, onlar (İsâ)ya murâbıttırlar. Ama gine de bize bitişiktirler.
S. – Evet, arı petek yapar ama, o petek, bir milyon sene evvelki peteğin aynidir. Buyurduğunuz gibi, din, insan zekâsı gibi daima yenidir.
Emre – Dinin dışı, böyle çeşit çeşittir. Fakat içi birdir.
Hristiyanlığa bak: ne kadar çeşitli inanışlar var. İslâm dininde ne kadar çeşitli mezhepler, meşrepler var… Ama içine girince Hz. Muhammed de dahil, hepsinin sözü birdir, özü birdir; muhabbeti, lezzeti birdir. Dinin dış tarafında kalmış hocalara bak: hepsi ayrı ayrı; sözleri, iddiâları ayrı. Zaten iddiâ bittikten sonra başlar o tatlı âlem. İddiâ cehaletten gelir; cehalet ise, daima medenîyete düşmandır.
S. – Bir zamanlar İstanbul’da bulunuyordum. Plajdayız. İsveç Konsolosluğundan birisi var… Bana bir şiir oku, dediler. Mehmet Akif’ten (Çanakkale Şehitleri)ni okudum; bir de Nedim’den bir gazel, O İsveçli yanıma geldi:
– Farsça bilir misin? dedi.
– Şöyle böyle dedim. Bir sual daha sordu:
– Edebiyatın kaynağı ne olabilir?
– Aşk dedim. O, bunu şehevî aşk anladı; ben de o mânâda söylemiştim.
– Hayır, dedi.
– Hamâsi aşk, dedim; gine tatmin olmadı.
– Mevlânâ’yı okudun mu dedi.
– Hayır, dedim, ama hocamız anlatmıştı. İsveçli:
Emre – Hakikaten, lezzetin târifi olamayacağı gibi, aşkın da tarifi olamaz. Çünkü o da bir lezzettir. Aşkın tarifi, insanın kendi arzusuna göredir. Aşk, her şeyi muhittir. Kumarbaz, kumar oynamaya âşıktır. Irz düşmanı, kadına, kıza; tüccar paraya; füzeci füzeye âşıktır. En temizi, aşkın menbaına ermiş, erkekleşmiş bir insana âşık olmaktır. Mevlânâ, (Şems)e âşıktı. Şems kimdi? Şems, benliğini hazmedip kemâle ermiş bir erkek, bir insandı. Mevlânâ, ona bunun için âşıktı. Aşk, çok şümullü bir şeydir. Kedi de âşıktır; fakat fareye.
Aşkın târifi imkânsız. Bu kadar konuştuk ama, anlaşabildik mi? Mânâ, herkesin kendi aklına göredir. Aşk tefsîr kabûl etmez; Kur’ân gibi.
S. – Rab da öyledir, değil mi?
Emre – Evet. Bilmeyen, Rabbı semada arar. Halbuki Rab, ilâhî yolun mürebbîsi, öğretmenidir. Allah’ın Kur’ân’da en çok geçen ismi (Rab)dır. Eğer Kur’ân Arapça kelimelerden ibaret olsaydı, Arapların hepsi Kur’ân’ı anlar, evliyâ olurlardı. Ama Kur’ân, Arapça değil, Rabcadır. İnsan, ilâhî yolda yürürse, zaman gelir ki, Kur’ân, gözden okunur, gözden söylenir, içten söylenir, içten dinlenir.
Bu vücudun yaşaması, gıdâ iledir. Fakat bir devre gelir ki, ne kadar gıdâ alsak, vücut gine yaşayamaz, devrilir. Gıdanın vücudu göz önünden kalkınca, yani yenilince, vücudumuzda kendini gösterir. Mâneviyatta da, zevk, sükût etmesini öğrendikten sonra başlar. (Hayran hayran kendisine bakan Mustafa Mumkaya’ya dönerek):
-Mustafa Baba! Gel bu hâlini arkadaşlara anlatabilirsen anlat.
Mustafa Baba – ………….
Emre – Anlatıyor işte; gözleriyle anlatıyor. Kalb çalıştı mı, dil durur,
insan, gözden gıda almaya başlar, ruh dediğimiz içi büyür. Gıda ile büyüyüp, nihayet bir gün çürüyecek olan bu vücudun içinde kalırsak, onunla birlikte biz de çürürüz. Kötü ahlâklar, bu çürümenin kokusudur.
Gıdânın tadı, vücudu göz önünden kalktıktan, yani yendikten sonra anlaşılacağı gibi, aşkın tatlı hâli, biz kendimizden geçtikten sonra başlar. Bak, şimdi hep birbirimizde fânîyiz. Neden? Sevdiğimizden. Kesret var mı şimdi? Ben hepinizde fânîyim, siz de bende. Nereye gitti kendi varlığımız? Ortada kalan, Allah’ın varlığıdır. Biz aradan çekildikten sonra, söyleyen de odur, dinliyen de. İşte şimdi ne ben varım, ne de siz. Ne büyükler var, ne küçükler. Yalnız bir Allah. Hangimiz ben! diyebiliriz? Varlık, benlik bitince azap da biter. Ama bu sözü de herkes aklına göre anlar. Varlıktan vazgeçmek, vücudu ve aklı terketmek değil. Aklı terk edersek deli oluruz. (Aklı terk et.) demek, (Çocukluğu bebekliği terk et) demektir. Muhiddîni Arabî: (Akıl, develerin ayaklarını bağladıkları “ikal” den gelir.) diyor. İnsanların ayağını bağlayan da kendi akıllarıdır. Ne bağlı ayak yürüyebilir ne de bağlı akıl. (Aklı bırak) demek, (aklı cüz’ünü Aklı küll’e ulaştır.) demektir. Aklı cüz kendikendine Aklı Küll’e gidemez; çünkü ayağı bağlı. Onu ancak aşk götürür. Hz. Muhammed buna (refref) demiş, (Cebrail) demiş. Allah’ın muhît olduğunu bilen Hz. Muhammed’in vasıtaya mı ihtiyacı olur.
Aynı gülü koklayan herkes aynı kokuyu alır zannederiz; hayır; kokuyu, aklına göre, burnundaki guddelere göre alır. Hattâ burun, zamanla yıpranır, yaşlanır, koku alma kabiliyetini bile kaybeder; yahut bu kabiliyet azalır. Dinlediğimiz veya okuduğumuz kelâmlar da böyledir. Kur’ân’ı anlamak da kolay değil. Kur’ân’ı bazıları yalnız kulağıyla dinler; duyduğunu tekrar eder. Bu, taklittir. Bunun ne kendisine faydası olur, ne de başkasına. Kur’ân’ın hulâsası, bir sevgidir. Ama bu sevgide şehvet veya şöhret varsa, eyvah; hem çürür, hem çürütür. Bir insan Allah bilgisi mevzûunda söyledikleriyle öğünüyorsa, yazık…
Akşam bir yerdeydik; konuşmamız hep Kur’ân, tasavvuf üzerineydi. Allah, Kur’ân’da : (Sizden teşekkür bile istemeyiz.) diyor. Allah, bize verdiklerine karşılık olarak bir şey istiyor mu? Neye ihtiyacı var ki istesin? İbadete mi, paraya mı? Aşkımıza mı? Onun bütün söyledikleri, bizim menfaatımız içindir.
Zaman gelir ki Kur’ân canlanır. Ama bunu ancak aşk yapar. Meselâ, okuttuğunuz talebeler sizi sevmeseler, sizden bir şey öğrenemezler. Siz de onları sevmezseniz bir şey öğretemezsiniz. Sevgi karşılıklıdır. Hz. Muhammed: (Küllü şey’in zevceyn – Her şey çifttir.) der. Sevgi deyince? Bu dünyada ne kadar sevgi var… Şehvetperest kimse sevgiyi başka türlü anlar. Şehvet de bir aşktır ama, maddî bir aşk. Nebatların dişileri, erkek nebatın tozları rüzgârla yanından geçerken açılır, o tozları içine alır. Bizim de sevgilerimiz rızâlillah birbiriyle izdivaç etmezse, bu ilimden, bu hâlden bir şey anlayamayız.
S. – Bu da ahlâk temizliğiyle olur, değil mi efendim?
Emre – Evet. (Bu ilmin rehberi ahlâk ve edep.) Onun için (tahallakuu biahlâkillâh.) denilmiş ya…
S. – Bâzı kimseler cehennem var, bâzıları da yok diyorlar.
Emre – Cehennemin cehil olduğunu bilip hazmettikten sonra cehennem kalmaz. Cennetin de ebedî bir zevk olduğunu anladıktan sonra o da kalmaz. Ne cennet var, ne de cehennem denmesi bunun içindir.
Bunları mutaasıplarla konuşmayız. Behlül câmiye gidemezmiş; çünkü namazı, gezerken tozarken de kılmayı öğrenmiş. Bir gün Hârun Reşit onu zorla câmiye götürüyor. Namazdan sonra, başlamış vâiz: (Cehennem şöyle bir ateştir; cennette köşkler, hûriler var…) demeye. Behlül hemen yerinden fırlıyor, dışarı çıkıyor. Bir müddet sonra elinde bir kürek ateş, bir koğa da su, câmiye geliyor. Onu böyle kürek ve kovayla görenler soruyorlar:
-Ne yapıyorsun Behlül?
-Şu suyla cehennemi söndüreceğim; şu ateşle de cennetteki köşkleri yakacağım ki, insanlar şu vâizin elinden kurtulsun, diyor.
Evet cennet, cehennem yok değil, var; fakat bizim anladığımız gibi değil. Ebedî zevke ermeyen bir insan gelip cenneti, cehennemi sorsa, ona bunu nasıl anlatırsın? İnsana bunu ancak aşk anlatır. Oralara bizi ancak aşk götürür, başka hiç bir şey götürmez.
S. – Birisine (Ser be-zemin, düm be-hevâ mîküned-Gûyi ibâdât-ı Huda mîkûned) beytini okudum da, inanmadı.
Emre – Yerini göstersen, kızar bile. İhtiyar bir kadın var, beni çocukken çok severdi. Hattâ ben çocukken, onun bir çocuğunu kazârâ öldürdümdü de, kızmamıştı bile. Anam beni döğecek olduydu da: (Yoo… kazâdır; çocuğun ömrü bu kadarmış.) demişti. Bu kadın (Tabur İmamı) dedikleri bir adamın yanına gider, gelirdi. Tabur İmam’ına bizim (Doğuş)ları okumuş; adam: (Bunlar zındık sözüdür.) demiş. Ben kadına dedim ki: (O imam Yunus Emre divanını okur mu?) (Evet, her vakit okur.) O sırada bizim kızlar bir şeyler dikiyorlardı; kırpıklardan birkaç tane aldım; kitabın bâzı sahifelerine koydum: (Bu kitabı ona götür; şu işaretlediğim yerleri okusun.) dedim. (Peki) dedi, götürdü. Adam oraları okuyunca, divanı kaldırmış yere atmış; kitap parçalanmış. Mutaasıplar böyledir, hazmedemezler.
Bizim hemen hemen bütün anlayışlarımız yanlış, meselâ abdestin gayesi temizliktir, yoksa, Yunus Emre’nin dediği gibi, su bizim kötü ahlâkımızı yıkayabilir mi, günahlarımızı temizleyebilir mi? Halep’te bir cami var; caminin bir de havuzu. Havuzun üst ve alt taraflarında birer yarık; yani suyun akacağı birer küçük yol. Su bu yarıktan giriyor, öbüründen çıkıyor ama, çok ağır olarak. Cemaat hep orada abdest alıyor. Biri suya sümkürürken, yanındaki o pis suyu ağzına alıyor.
Antep’de de öyle. Bir sırada beş on helâ var. Su, birinden diğerine geçiyor. Bir tarafta tekne gibi bir havuz var; çocuklar orada yıkanıyorlar. O su, taştan bir olukla birinci helâya geliyor. Helâda yine taştan yapılmış çanak gibi bir yer var. Orada pisliklerini, pis ellerini yıkıyorlar. O pis su ikinci helâya geçiyor. Ondan sonra üçüncüye, sonra hepsine, Hz. Muhammed bize böyle mi yapın dedi? Halbuki onun her sözünde bir hikmet vardır. Meselâ namazı ele alalım:
Namazın hem sıhhî, hem de mânevî fâziletleri var. Sabah namazı, siyah ve beyaz ipliklerin yedi adım yoldan fark edileceği bir ışık, bir aydınlık bulunduğu zamanda kılınıyor. Radyonun alıcı lâmbasının zîyası da bu derecede bir ışıkla yanar. O ışık sesleri mağripten, maşrıktan alır. Sabah namazı vaktinde kuvvetli rüzgâr esmez. Sabahları serin bir bâdisabah eser. Hafif bir çiğ yağar. Bu hafif rüzgâr, vücutta kan, yağ ayarını yapar. Vücut, bu zamandaki zîyadan ve yağan çiğden de istifade eder.
Vücudumuz, milyarlarca hayatla doludur. Dünyada ne varsa onlar vücudumuzda da vardır. Vücutta altın var; altın olunca, kuyumcu da var. Bakır var, bakırcı var. Velhâsıl her şey var, hepsi var. Bu sanatkâr mikroplar, yediğimiz gıdalardan kendilerine lâzım olan madenleri alır, icap eden yerlere götürürler. Biz gece uyuyunca, o sanatkârlar da uyurlar. Gündüz uyumak fenâdır; sıhhatimiz bozulur. Çünkü biz gündüz uyurken, vücudumuzda uyumayıp çalışan hayatlar var. Fakat bir kısmı da bizimle beraber uyur. Böyle bir kısmı uyur, bir kısmı uyumaz olunca vücudun intizamı bozulur, hastalanırız.
Sabahlayın biz uyanınca, maden aramaya giden, belki yolda uyuyup kalan sanatkârlar da dâhil olmak üzere, vücudumuzdaki bütün uyuyan canlılar uyanırlar. Sabahın o saatinde soğuk su ile abdest alınca daha çok canlanırlar. Namaza durunca, ellerimizi başımızın hizasına kaldırırız. Her vakit aşağıya doğru inik vaziyette olan elimizdeki hareketsiz mikroplar, yâni sıhhat mikropları, böylelikle harekete gelirler. Namazda eğiliş, kalkış müddetleri, saatin umumileşmediği bir devirde (Sübhâne Rabbiyel’azîm) gibi mânâlı cümlelerin üç defâ tekrar edilmesi suretiyle ölçüye alınmıştır.
Bu hareketler beş vakit tekrar ediliyor. Namazın sıhhî bir gayesi olduğu aşikârdır. Fakat asıl maksad, (huzur)dur; yâni Allah’ın huzuruna durmuş olduğumuzu anlamak, bilmektir. Halbuki biz namaza durur durmaz alıp satmağa, düşünmeğe başlıyoruz.
Halbuki nice namazlar var… Namaz bir çeşit değildir ki… Huzur tutan, yâni namazda Allah’ın huzurunda olduğunu gerçekten bilen bir insan ne söylediğini, ne okuyacağını bilebilir mi? Böyle bir insanın namazında rikât, adet kalır mı? Hani dinde reform olur mu, olmaz mı diye münakaşa edip duruyorlar ya? İşte bu da bir reform ve kendikendine olup duruyor. Ama şekilde değil, mânâda bir reform. Çünkü namazın şekli, namazların en mükemmel şeklidir. Hazreti Muhammed’in bizzat kendisi söylemiş: (Zamanın tegayyürü ile ahkâm da tebeddül eder.) demiş. Fakat bu zorla olmaz; kendikendine olup duruyor.
S. – Mâneviyata âşinâ olan insanlar hiçbir şeyden müteessir olmuyorlar; dâimî bir zevk içindeler. Bu zevki nasıl elde ediyorlar?
Emre – Behlül’e: (Ayak yalın, baş kabak gezdiğin hâlde, nedir bu sendeki zevk?) diye soruyorlar. Behlül cevap veriyor:
-Burada söylemem.
-Ya nerde söylersin?
-Arkamdan gelin.
Asıl soran Hârun Reşit ama, kendisi sormaya tenezzül etmiyor da, vezirlerine sorduruyor. Behlül koşa koşa şehir dışına doğru gidiyor. Vezirler de arkasından koşmağa mecbur oluyorlar. Şehrin haricinde bir harabe varmış. Her yer yıkıldığı halde yalnız bir sütun kalmış. Behlül vezirlere diyor:
-Hadi bunu da devirelim.
Deviriyorlar. Behlül bu sefer de:
– Hadi bu sütunu iki ucundan tutarak kaldırın, diyor. Uğraşıyorlar, muvaffak olamıyorlar.
– Bir ucundan tutup kaldırın, diyor. Hepsi birden uğraşıp bir ucundan
tutarak kaldırıyorlar.
-Öbür ucundan kaldırın diyor; yine kaldırabiliyorlar. Behlül, onlara böyle yaptırdıktan sonra gülerek kaçıyor, uzaklaşıyor. Vezirler Pâdişâha geliyorlar, meseleyi anlatıyorlar: (Böyle böyle yaptırdı, sonra da bir şey söylemeden kaçıp gitti; biz bundan bir şey anlayamadık.) diyorlar.
Hârun Reşid:
-Hâ… diyor, demek iki ucundan tutulursa kalkmazmış. Behlül’ün zevki, yâni mânevî zevk, şehevî dünyâ zevklerini arkaya attıktan sonra tecellî edermiş.
Şehvet yalnız kadına ve erkeğe karşı duyulan arzular değildir. Şehvet iştah demektir. Neye karşı bir ârzu ve iştah duyuyorsak, o şehvettir. Behlül’ün anlatmak istediği gibi, ya dünya zevkleri, ya mânevî zevk!
S. – İşittim ki birisi, daha hayatta iken kendisine türbe yaptırıyormuş.
Emre – Bir kâmil, bu âlemden gideceği vakit, talebelerini topluyor; onlara:
-Ben bu âlemden gideceğim diyor ve nasihatlerde bulunuyor.
Talebeleri:
-Sana bir türbe yapalım mı? diyorlar.
-Hayır, diyor, öldükten sonra beni kırlara atın.
-Aman efendim, kırlarda seni çakallar, vahşi hayvanlar yer.
-Öyleyse, yanıma bir deynek koyun.
-Ne olacak bu deynek efendim?
-Çakallar gelince kovalarım.
-Aman efendim, ölü, çakal kovalayabilir mi?
-Çakalları bile kovamayan bir leşin ne kıymeti olur ki siz ona türbe yapacaksınız?
Talebeler meseleyi anlıyorlar.
Biz bu vücut leşinin içinden çıkmaya çalışıyoruz; bilmem kimse, o da
leşine türbe yaptırmaya heves ediyormuş.
S. – Efendim, hocanın biri de, yâni köy imamı, köyden istediği kızı kendisine vermeyince, köyün hamamını yaktırmış.
Emre – Vaktiyle bir Yahudi, bir dağ başında külliyetli miktarda mücevherat olduğunu öğreniyor. Fakat dağa yol yokmuş. Bir hile düşünüyor, şehirde dellal bağırtıyor:
Kim bir katırın karnına bir saatliğine girerse, çıktığı zaman ona gayet güzel bir kadınla şu kadar para vereceğim! diyor. Ahmağın biri bu işe razı oluyor. Adam, ölmüş bir katırın karnına ahmak herifi koyuyor, dikiyor, kartalların geldiği bir yere bırakıyor. Kartallar leşi kaldırıp o dağa götürüyorlar. Katırın karnını yarınca adam meydana çıkıyor. Kartallar korkup kaçıyorlar. Yahudi evvelden adama tenbih etmiş: (Sen bana mücevherleri atarsın; ben de sana ineceğin yolu gösteririm.) demiş. Adam mücevherleri atıyor; fakat Yahudi, adamın yüzüne bile bakmadan çekip gidiyor. Biçare ahmak, orada açlıktan, susuzluktan ölüyor. Kartallar onun da leşini yiyorlar.
Zümrüdüanka, her sene, sevdiği kuşları da beraberine alarak yaylaya gidermiş. Bir sene kargayı da götürüyor. Karga, o dağda leş olduğu için, Zümrüdüanka’ya rica ediyor: (Yaylaya mücevher dağının üstünden gidelim.) diyor, o da (Peki.) demiş bulunuyor. Dağa vardıkları zaman karga hemen bir leşe konuyor. Zümrüt de onu seyredermiş. Karga leşin karnını deşince, pislikler Zümrüdün yüzüne gözüne sıçrıyor. Zümrüd, o zaman: (Kılavuzu karga olanın burnu boktan kurtulmaz.) diyor. Onlar da aynen böyle.
Zapteden: Şevket Kutkan
EMRE’den Vecize – Mısrâlar:
*Bütün yollar yürür gider vicdâna,
Ondan sonra teslim olur Rahmâna.
*Âşık olan gönül (Arş-ı Rahmân)dır.
*Bu bir (Aşk)ın bâdesidir.
Ahlâk sahipleri içer.
*İnsanı hayvandan fark ettiren hâl:
Bilgilerden çıkan elemli bir ses.
*Bâzâr-ı âlemdir sanki bir mahşer…
İçinde dolanır her gelen beşer;
Herkes, sevdiğine müşteri olmuş,
Kimi ihsan alır, kimisi de şer.
*(Defter)i, (Mizân)ı: Gönlü, alanın,
(Kalem)i gözüdür memur olanın.
*Işığı (Âdem)dir, her varlık fener.
Ziyâsı sâbittir, seyreder döner.
*Terk edersen (Esmâ)yı.
(Müsemmâ) olur ayân.
*Yarabbi bu nasıl mektep:
Yazısı olmaz hece.
*Sırrı kimseye deme.
Versin şehâdetname
Nasreddin Hoca Fıkralarının Tasavvufî Îzahı
Elbisen ne taraftaysa o tarafa
Gusletmek için Akşehir gölüne giden biri, Hoca’ya sormuş:
-Hocam! Gusül abdesti alırken ne tarafa döneyim?
Hoca hemen cevap vermiş:
-Elbiselerini nereye çıkarırsan o tarafa!
EMRE’nin Tefsîri:
Umumî anlayışımız, din meyvasının ekseriya kabuğunu kemirmektedir. Elbette ki kabuğu kemirmekle (iç)in lezzeti alınamaz. Meselâ, abdesti, elimizi, yüzümüzü ıslatmaktan ibaret bir iş zannederiz. Bu yüzdendir ki abdest alırken yüzüğü hareket ettirmeli mi, ettirmemeli mi diye yıllar yılı münakaşalar, mübâheseler etmişizdir. Oysa ki, Peygamberimiz, yıkanmayla ilgili dinî ahkâmın gayesini (Temizlik imândandır.) diyerek desturlaştırmıştır.
Keza, bir dakika içinde, sanki arkamızdan atlı geliyormuş gibi acele acele kıldığımız namazların (huzur) gayesiyle yâni Allah’ın huzurunda bulunmak gayesiyle ne alâkası vardır?
Demek ki biz, şeklî hareketlerden ibaret zannettiğimiz ibadetleri yaparken, yahut dinî kaideleri anlarken onların hikmetlerinden uzaklaşıyoruz. İşte Nasreddin Hoca, guslün ve dolayısiyle dinî ahkâm ve ibadetlerin birer hikmete birer sebebe dayandığını anlamayan bizlere sebebini anlamadan filân tarafa döneceğiz diye elbisemizi çaldırıp çırılçıplak kalmaktansa, hem gusledip, hem de elbiseye bakmanın en uygun hareket olacağını anlatmak istiyor. Çünkü guslün gayesi filân tarafa dönmek değil, pisliklerden temizlenmektedir. Çıplak kalan insan, ibadet bile edemez.