İÇ KAYNAK DERGİSİ | Sayı: 25
EMRE’nin Konuşmaları: 25
(25.2.1959’da yapılmış olan bu konuşma, 16. sayıdaki uzun konuşmanın devamı mahiyetindedir.):
S. – Şevket Bey’e şöyle bir sual sormuştum: Dünyanın sonu olmazsa, dünya, ebedî, ezelî sıfatlarını haiz oluyor demektir. Halbuki bu sıfatlar, Allah’ın sıfatlarıdır. O halde dünyaya bir ülûhiyet mi tanımış oluyoruz?
Emre – Hayır, ülûhiyet tecellîsi, dünyanın taşına, toprağına değil, içinde yaşayan insana verilmiştir.
S. – Dünyaya bir son yok mu?
Emre – Hayır.
S. – O halde bu bir ülûhiyet olur.
Emre – İslâmlık âleminin içinde öyle bir âlem vardır ki, orada bir daha ölmemek sırrı vardır. Bir (Fenâfillâh) âlemi var ya; bu hâl tecellî edince anlarız bu sırrı.
Allah mı bâki, dünyâ mı?
S. – Allah.
Emre – İnsanlar da (fenâfillâh) olabilirler mi?
S. – Olabilirler.
Emre – Öyleyse insanlar da bâki olabilirler. Ama her insan değil. Akıl, insan ve insanlık denilen şeyleri şu görünen beden zanneder, çünkü akıl bedene mukayyeddir. İnsan, tefekkür ve ilim yoluyla bu beden kaydından kurtulabilir ancak. (Mü’minler ölmezler, bir evden bir eve göçerler.) diye bir hadis var. Akıl, buradaki evi de bildiğimiz ev zanneder. Halbuki bu ev, bilgi, inanış evidir, gönül evidir.
S. – Her insan fenâfillâh sırrına ererse?…
Emre – İsterse, olur. Fakat herkes istemez.
S. – Pêki, ya Allah isterse?
Emre – Allah’ın isteği, kulun isteğine tâbidir.
S. – Allah: (Dileseydim, herkesi hidâyete sevkederdim.) diyor. Bu söze göre, insanların iki sınıf oldukları anlaşılıyor: Hidâyet seviyesine erişebilecek ve erişemeyecek durumda olanlar. Allah’ta fâni olanlar, kendilerini kâinatın merkezi addettiklerinden ve kendilerine göre ölüm olmadığından, kâinat için de ölüm olmayabilir. Orta seviyedekiler için dünya bâki değildir, çünkü kendileri de bâki değildirler. Kendilerinin ölümüyle, dünya da ölecektir.
Emre – Allah zâlim mi, âdil mi?
S. – Muhakkak ki âdil. (Siz, kendi kendinize zulmedersiniz.) dediğine göre âdildir.
Emre – Biz istemeyi bıraksak da işi Allah’a havale etsek, fenâfillâh sırrına erebiliriz. Fenâfillâhlık imkânı her insan içindir. Bu âyetin hitabı bütün insanlaradır. Yeter ki biz (Allah nedir?) diye düşünmeğe başlayalım. İlk attığımız tefekkür adımı, bizi Allah’a götürür.
S. – Siz, dünyânın bâki olduğunu, madde ile mânâyı birleştirebildiğiniz için söyleyebiliyorsunuz.
Emre – Kâmiller hiçbir vakıt akıllarıyla bir şey istemezler. Hep Allah’ın irâdesiyle isterler. Ancak bizleri davet ederken akıllarını kullanırlar.
S. – Dünya bizler için değil mi?
Emre – Hepimiz için.
S. – Kâmil için değil ama, değil mi?
Emre – Hayır, onun için de; çünkü içinde yaşıyor.
S. – Dünyanın maddesinde bir değişiklik, bir yok olma olmayacak mı? Bu ebedîlik kime göre?
Emre – Allah’a ve ona tâbi olanlara göre.
S. – Ben olmasaydım, bana göre Allah da olmayacaktı, kâinat da olmayacaktı… Bu kanaat indîdir.
Emre – Ben sizi altı ay evvel görsem tanır mıydım? Şimdi görüştükten sonra, sizi Vâhit Bey olarak tanıyorum. Artık her yerde tanırım. Allah da böyle bilinir. Görmeden bilinmez; bilindiği için de görülür.
S. – Amerika’yı biliyor musunuz?
Emre – Güyâ biliyoruz…
S. – İşitiyorsunuz ama…
Emre – Sâdece tasarlıyoruz. İşitmekle görmek bir olur mu? Âdem deyince, gözümüzün önüne bir şekil gelir. Melek deyince bir şekil gelir mi? Biz tabiatı tabîiyyûnun kabûl ettiği şekilde kabûl etmeyiz. Tabiatullah olarak kabûl ederiz.
Melek, insanların bilgisidir. Bunları sizin gibi münevverlerle konuşabiliriz. Mutaasıplar: (Yağmurun damlalarını melekler indiriyor, güneşi melekler götürüyor.) dedikleri zaman, onları da öyle dinlemeye mecburuz.
S. – Meleklerin Âdem’e boyun eğmesini, tabiat kuvvetlerinin insana mahkûm olması olarak tefsîr ediyorlar.
Emre – Hayır; meleklerin Âdem’e secdeleri başka mânâda söylenmiştir. Âdem’e (Safiyullah) diyor Kur’ân. Siz de nefsinizi Allah’ın bilgisiyle tasfiye ederseniz siz de o seviyeye gelebilirsiniz. Secdenin mânâsı da, (Allah yolunda ve menfaatsiz, şehvetsiz olarak bir insanı sevmektir.) Secde eğilmek demek değildir.
S. – Yine dünyaya dönelim; insanlar dünyayı, kabiliyetlerine ve ihatalarına göre anlıyorlar.
Emre – Biz mânevîyatta kabiliyet diye bir şey kabul etmeyiz. Allah zâlim değildir ki mânevîyatı anlamak için filâna kabiliyet versin de ötekine vermesin… Bir hadis var: (Her doğan, İslâm fıtratında doğar. Yâni tertemiz ve birbirinden farksız, müsavi olarak. Onu Yahûdi, Hristiyan, Mecûsî yapan, anası, babasıdır.)
S. – Kabiliyeti kabûl etmemiz lâzım.
Emre – Dünyâ için lâzım. Allah’ta fâni olmak için lâzım değil.
S. – Hayvan mertebesindeki insanlar için dünya bakî mi?
Emre – Değil. Hayvanın bakaası olur mu? Sizin hayvan mertebesinde olarak tavsif ettiğiniz kimseye de insan diyoruz. Allah’ın Kur’ân’da (Ve lekad keremnâ benî Âdeme) dediği kimselere de. Allah, bu sözü acaba bunlardan hangisine söylüyor?
Bir insan, bütün dünyâ ilimlerini bilse, hattâ dünyaya hükmetse, ölürken ne götürebilir? Korkudan çoklarının dili tutulmuyor mu? Halbuki bâzı insanlar son nefeslerini güle güle veriyorlar. Hz. Muhammed: (Elhâinü hâif = Hâin korkaktır!) demiyor mu? Ölümden korkanlar, bu hadîsin şümûlüne girmiyorlar mı? Bir âyette de: (Sâdıksanız, ölümü temennî edin.) deniliyor. Allah’ta fâni olmuş bir insan neden korkar? Kur’ân’da (Evliyaûllah korkmaz, hüzün getirmez.) denmiyor mu?
İnsanı ancak tefekkür kurtarır. Tefekkürün sonu da aşktır.
Ebedî ârzu elde edilince insanda korku kalır mı? O âlem kelâmla, kalemle anlatılamaz. Oraya yaklaşınca ne kulak kalır, ne ağız; hepsi Allah’a geçer. Ama oraya varana kadar soracağız da, söyleyeceğiz de. Çünkü imâna küfürden gidilir. Şimdi gece içindeyiz. Işığa geceden gidilir.
S. – Bütün bunlar insana göredir; izâfîlik teorisi.
Emre – Evet ama, yürüyen insan yol aldığı gibi, soran insan da öğrenir. Sormak da bu yolun yürümesidir. Bir devre gelir ki insanın müşkilleri hallolur, o zaman hayranlık ve sükût başlar.
Sormak kolay değildir; herkes soramaz. Sormak demek, sorduğun adama: (Ben bu mevzûda bir şey bilmiyorum; bana öğret.) demektir. Bu, benliği kapıda bırakıp girdiğimiz zaman olabilir. Bu zamandaki sorgu da, cevabı da Allah’tandır. Yunus Emre:
Ben şişeyi çaldım taşa
Âr’ı, nâmusu neylerim…
diyor. Yunus’un taşa çalıp kırdığı şişe, (Bilmediklerimi sorarsam, acaba bana cahil derler mi?) diyen benliği ve gururudur. Yoksa aile namusu ve iffeti değil. Kâmillerin sözleri ekseriya yanlış anlaşılır. O sözler tefsîre muhtaçtır. Çokları bu şiirlerdeki âr ve nâmus sözlerini âile nâmusu zannederler. Hayır, Yunus’un da bizlerin de, hepimizin rehberimiz Hz. Muhammed’dir. O aile nâmusunda herhangi bir lâubâlilik gösterdi mi ki Yunus göstersin veya bizler gösterelim?
Bizler, (Hakikat)a karşı hep çocuklarız. Onu anlamamız için büyümemiz lâzımdır. Vücudumuzu nasıl gıdâ büyütüyorsa, aklımızı da sevgi ve kelâm büyütür.
S. – Allah’ın insanda tecellî ettiğini nasıl izâh etmeli?
Emre – O kudret durmadan izâh ediyor ama, onu anlayabilmek için kulak, görebilmek için göz lâzımdır. Tecellîyi gören için şahit, isbat istemez. Allah’ın sıfatları her zerrede, zâtı ise insanda tecellî eder.
Allah’ın mevcut olduğunu kimlerden öğrendik? Peygamberlerden ve Evliyâullahtan değil mi? İşte Allah’ın zâtının tecellîsi onlardadır. Güneş doğduğu zaman, onun ışığını su ve ayna nasıl alıp bize veriyorsa, onlar da aynı vazifeyi görürler. Ayna ne kadar büyük olursa, aksettireceği ışık da o nisbette olur. Mercimek kadar bir aynada güneşin büyüklüğünü göremezsin.
İnsan, (Allah nedir? Tecellî nedir? Nerden geldim? Nereye gidiyorum?) diye düşünmeğe başlayınca, mânen büyümeğe başlar. Ve insanın asit olan nefsi tatlılaşmağa başlar. Koruğun üzüm olduğu gibi. Nefis ölüp yerine tenezzül ve tevâzu gelmeden, insan ne sorabilir, ne de öğrenebilir.
S. – İslâmiyet’in esas prensiplerinden (Kelime-i Şehâdet) var…
Emre – Eşhedü, (ben şâhidim) demektir. Eşhedü diyoruz ama, şâhitlik görgü ile olur.
S. – Kör de şahitlik edebilir.
Emre – Gözümüz açılsa da şâhitlik etsek daha iyi değil mi? Kör, duygusuna göre şâhitlik edebilir. Göremez; ancak hisseder. Şurada bir kör olsa; ona (Ali efendi geliyor.) desek, onun geldiğini belki hisseder; fakat (Burnu, kulağı nasıl?) dersek, söyleyebilir mi?
Allah’ı görecek olan, bu göz değil, iç gözümüz, akıl gözümüzdür.
S. – İlk âyetin geldiği mertebede fenâfillâh var mıydı?
Emre – Tabii. (İkra’bismi Rabbike..) demiyor mu? Rabbında fânî olmasa böyle der mi? Rab, mürebbî demektir. Rab, bir evin kapısına benzer.
S. – Peygamberin benliği var mıydı?
Emre – Tabii. O da bir beşerdi. Yaratılırken, o da benlikle yaratılmıştı.
S. – Bunu müdrik miydi?
Emre – Elbette. Müdrik olmasa, mağarada yedi sene çile çekip benliğini eritmeye çalışır mıydı?
S. – Mâdem ki benliği vardı, niçin (Kur’ân benim eserimdir!) demedi?
Emre – Kur’ân’ın, Allah’ın eseri olduğunu biliyordu. O eser zuhur ederken kendi benliği yoktu. Kur’ân, onun benliği gidince zuhur ediyordu. Her konuştuğunu Kur’ân’a yazmışlar mı? Aklı başındayken söylediği sözlere (Hadîs) demiş. Onları Kur’ân’a almamışlar.
Şu lâmba şurada yanıyor, ışık veriyor. Düğmeyi çevirip, bunun merkezle alâkasını kesince, artık ışık verebilir mi?
S. – Elektriğin mâhiyetini bilmiyoruz. O ışığı yapan kuvvet nedir?
Emre – Çakmak çakar gibi çıt! çıt! demesi. Kömürü sıkıştırmış; öbürü de bakır. Birbirine sürtülünce bir ceryan başlıyor… Elimizi birbirine sürsek de ceryan çıkar ama elimiz bu sürtünmeye dayanmaz, yanar. Bakırla kömür daha mukavimdir.
S. – Yine de elektriğin mâhiyetini bilemiyorlar, insan da meseleleri halledemeyince, Allah diye mâhiyetini bilmediği bir varlık kabûl ediyor.
Emre – İşte mesele acizde. İnsan aczini anladıktan sora meseleyi anlayabilir.
S. – Bu atomların oluşu kendikendine mi?
Emre – Evet. Fakat (likûlli şey’in sebebâ): Sebep, insanlar. Onun için Allah’a en yakın mahlûk insandır. Allah’ın esrarını meydana insan çıkarıyor. Gören kim? İnsan. İstifâde eden kim? İnsan. Şu elektrik ışığını bulan, insanlar için mi yaptı, Allah için mi? Ölürken, kendi icâdını alıp götürebildi mi? Hayır. İsmi, cismi, milliyeti unutursak, görürüz ki yapan, insandır. Burada milliyet filân yoktur.
S. – Şehadetten bahsediyorduk.
Emre – Şehadet görgüdür değil mi?
S. – Evet.
Emre – Bak şairin biri ne diyor:
(Haktan ayan bir nesne yok;)
(Gözsüzlere pinhan imiş.)
Biz Allah’ı görebiliyor muyuz? Hayır. Şairin söylediğine göre bizim gözümüz yokmuş ki göremiyoruz. Halbuki güyâ gözümüz de var. Şair bize, gözümüz olduğu halde (gözsüz) diyor.
Bu maddî göz, görgüye ancak vasıtadır. Asıl gören, insanın aklı ve Allah’ın irâdesine karışık isteğidir.
Bâzı insanların aklı, çocuk aklı gibidir; yaşları kaç olursa olsun, olduğu gibi kalır, büyümez. Onların aklı Allah’ı göremez; çünkü bebekler, gördükleri eşyayı nasıl tanıyamazlarsa, onlar da gördüklerini tanıyamazlar.
S. – Aklın görmesi için diğer hâsselerin lüzûmu yok mu?
Emre – Var; fakat merkezleri bir: Dimağ.
S. – Şehadetteki görüş, yalnız göze mi aittir?
Emre –Hayır, aklın görüşü. Ama buna rağmen körleri şahit olarak götürmezler.
S. – Ya işitmişse?
Emre – O zaman duygu şahidi olarak dinlerler.
S. – Körler bundan müstağni olsalardı, Kelime-i Şehadet onlar için şart olmazdı.
Emre – Demin dedik ya, Allahı görecek olan göz, vücut gözü değil, iç gözüdür. Körler rüya görmezler mi? İşte Allah’ı görecek olan göz, rüya gören gözdür.
Biz Develioğlu’na giderken, halk bizi çok taşlardı. Benim Darendeli âmâ bir arkadaşım vardı; iki gözü de görmezdi. O bile bana; (Sen zındık bir adama tâbi oldun, gel bundan vazgeç…) derdi. İbrahim’i çok severdim. Rahmetli, elbisenin beyaz renklisini bile bilirdi. (Nasıl biliyorsun?) derdim; (Boyalılar sert oluyor) derdi. Bizimle aşık oynardı, saklambaç oynardı, bisiklete binerdi. Yolda yürürken, köşe başlarına geldi mi, hemen dönüverirdi. Köşe başlarını hava cereyanlarından bilirmiş.
Sonra bu İbrahim de bizimle beraber Develioğlu’na devama başladı. O kadar mânevî bir dereceye vardı ki, kesret gözünü vahdet gözüyle karıştırdığı zaman beni olduğum gibi görürmüş. (Develioğlu’nu aklıma alınca seni adamakıllı görüyorum.) derdi. İbrahim, beni o kör gözüyle mi görüyordu? İbrahim, gerçek âşıktı. Âşık, Allah’ta fâni olunca, kendisinin gözünden Allah görür.
Sizde Allah aşkı olmasa, ne işiniz var burada? Sizin içinizi tırmalayan şey, o aşkın kıvılcımıdır, hamdü senâ olsun.
Allah’ı gören gözler, Kur’ân’da (Nûr Âyeti)nde târif ediliyor. Hoca tercüme etsin de dinleyelim, bak.
-Allahu nûrussemâvâti vel’ardi, meselü nûrihî kemişkâtin fihâ misbâhun, elmisbâhu fîzücâcetîn, ezzûcâcetü keennehâ kevkebûn Dürriyyûn yûkadümin şeceretin mübâreketin zeytûnetin la şarkıyye-nârûn; nûrun alâ nûrin; yehdillâhü linûrihi men yeşâû…= Allah, yerlerin ve göklerin nûrudur. Onun nûrunun misâli şuna benzer: O nûr, eski evlerin ocaklarının iki tarafında ve duvara oyulmuş lâmba oyukları içindeki kandile benzer. Kandil bir camın içindedir. Cam, Dürrî yıldızı gibi parlaktır. Bu cam, yâni bu kandil, ne şarkta, ne de garpta bulunan mübârek bir zeytin ağacından yanar. Onun zeytinyağı, ateş değmeden de yanar. O kandil, nurların nûrudur. Allah, istediği kimseyi bu nûra hidâyet eder.
Emre – Gel biz buna insanın temiz ve ilâhi görgüsü diyelim.
Allah bir insanın kalbine girmeden, gözünden görmez; yâni o gözün görgüsü ilâhi görgü olamaz. (Mü’minin kalbi Allah’ın evidir.) derler ama, ne kadar zor bu iş… Acabâ dünyada kaç kişi tam mânâsiyle mü’mindir?
S. – Bu âyetin anlatmak istediği şey, göz müdür?
Emre – Evet, Allah’ı gören gözdür. Hz. Muhammed rumuzlar içine gizlemiş, söylemiş. Fakat biz gevezelik edip her yerde pat! diye söyleyip duruyoruz. Nerdedir bu zeytin ağacı? Var mı böyle bir kandil? Bu kandil, doğrudan doğruya kâmillerin gözüdür.
Bu gevezeliğimizden dolayı halkın bizi taşlamakta hakkı yok mu? Bunlar hakikatten sırrullahtır. Sen de bir yerde söyleme. Nâehlinin yanında bunları konuşmak cidden vebaldir. Sizi münevver gördüğümüzden böyle konuşuyoruz. Mutaassıpların yanında bu meseleleri onların hazımlarına göre konuşuruz. Hz. Muhammed de öyle demiyor mu? (Kellimûnnâse alâ kaderi ukulihim = İnsanlara anlayabilecekleri kadar söyleyiniz) diyor.
Sonra insan bu gerçek sözleri duysa bile, bu yolda bir emek çekip bu bilgiyi hak etmemişse, konuşulanlardan lezzet alamaz.
Zapteden: Şevket Kutkan
EMRE’den Nükteler, Vecîzeler:
*İşiten vicdândır, kulak değildir.
*Teneşir üstünde gönlün yıkanmaz.
*Ölüm bilgisinin hiç aslı yoktur.
Sâde bir idrâktir, duysan haberi…
*Babam (Kâbe)yi yaptı, taşı aldı dünyadan;
Ben geldim (Gönül ) yaptım, kapısı bütün insan.
*Nefsimizi kakıdık
(Âdem ilmi) okuduk;
O ilmi öğrenince,
Sudan çuval dokuduk.
*Bu ne çeşit ateştir:
Ahlâktandır odunu.
*Gözlerden kurulmuş Pazar,
Görenler, eder âhü zâr;
Bakışının ışıkları,
Aklın ötesinden yazar.
*Öldür beni, öldür beni,
Aklın ile bildir beni.
*Kibri, kini sürmeli,
(Dost) yüzünü görmeli.
*İdrâkin (Mesih)tir, vücudun (Meryem).
Emre – (Fehmi Görgün’ün kızı Serap’a ) Sen kaşıntı mı oldun kızım? Öyleyse, kırmızı boyalı şeker yeme. Renkli kâğıtlı şeker de yeme. Kırmızı da giyme, Tırnağını da boyama emi kızım?
(Sonra orada bulunanlara) Kırmızı renkte çok oyun vardır. Kırmızı renk, güneşin faydalı unsurlarını geçirmez. Kırmızı ziya, fotoğraf camına bile tesir etmiyor.
(Emre’nin 23.11.1959 da söylemiş olduğu bu sözü teyit eden 22.2.1960 tarihli (Almanya’dan röportajlar) bülteninin bir makalesini aşağıya alarak okuyucularımızın dikkat nazarına sunuyoruz.)
Renkler ve hücrelerimiz üzerindeki tesirleri
Işık ve renk mühendisleri rahatımız için çalışıyorlar.
Yenilik: Renk kompozisyonlarının yarattığı tesirler.
Frankfurt a. M. (DaD)
Oda duvarlarının, perdelerin, möblenin itina ile birbirlerine ayarlanmış olan renkleri içerde yaşayan insanların rahatını ve çalışmalarından alacakları verimi arttırır. Bu hakikat kısmen ticarî ve kısmen de son derece ilmî maksatlarla çalışan yeni bir mesleğin ortaya çıkmasına sebep oldu. Dahilî mimarlar, dekoratör ve renk-ışık mühendisleri renk ve şekil nüanslarının ruhî hayatımız üzerindeki müspet ve menfî tesirlerini incelemektedirler. Mütehassıslar sistematik olarak renk kompozisyonlarının haleti ruhiyemizde yarattığı tesirlerin sırlarına günden güne daha yaklaşmaktadırlar.
Renklerin hayatımızda ne dereceye kadar rol oynadığı normal ve sıhhatli bir insanın hayatında o kadar göze çarpmaz. Buna mukabil insan hayatının kritik anlarında son derece büyük bir rol oynar. Matem ve sevinç, dört mevsim ve hattâ günün çeşitli şartları kendilerine has renklere sahiptirler. Gerek akıl hastanelerinde ve gerekse diğer hastanelerdeki renklerin insanlar üzerindeki tesirleri hususunda pek çok tecrübe yapılmaktadır. Renk ilmi için yepyeni bir husus, güneybatı Almanya’nın başşehri Frankfurt’ta çalışmakta olan Götz Neuke tarafından bulunmuştur.
Bu ilim kolu organlarımızdaki kan deveranının, cildin çeşitli renklerini haiz bir ışık huzmesine maruz bırakıldığı takdirde, gösterdiği reaksiyonlara ait tecrübelere istinat etmektedir. Götz Neuke bilhassa renklerin fiziksel ve ruhî tesir ve neticeleri üzerinde çalışmaktadır. Bu husustaki tecrübelerini Hartman ve Braun tarafından hazırlanmış olan (Fluograf) ismini verdiği son derece hassas termoelektrik bir cihazla yapıyor.
Bu suretle Neuke renklerin sadece göze yâni ayrıca herhangi bir surette sıcaklık tesiri olmadan organların kan dolaşımındaki tesirini inceliyor. Yapılan tecrübeler mavi ve yeşilin, kan deveranı üzerinde durgunlaştırıcı, kırmızı ve sarının ise hızlandırıcı bir tesir yarattığını gösteriyor. Normal ışık ise periyodik olarak bir iki tesiri beraber yapmaktadır. Kırmızı ve sarı demek ki aktifleştiren, hareket veren, buna mukabil yeşil ve mavi ise sükunet veren, teskin eden renklerdir. Götz Neuke’nin tecrübeleri, renklerin fizikî ve ruhî tesirlerinin hücrelerimizde yarattığı reaksiyonların ve hayatımızda oynadıkları rolün ehemmiyetini tebarûz ettirmektedirler.
Georg Kronenbitter
22.2.960 tarihli (Almanya’dan Röportajlardan)
Nasreddin Hoca Fıkralarının Tasavvufî Îzâhı
İçerisi Çok Karanlık
Hoca bir gün, evinin içinde yüzüğünü kaybetmiş; aramış, aramış, bulamamış. Bu sefer evin kapısı önüne çıkarak; yüzüğü orada aramağa başlamış. Hoca’nın bu hâlini görenler sormuşlar:
-Hocam, orada ne arıyorsun?
-Yüzüğümü.
-Peki sen yüzüğü içerde kaybetmedin miydi?
-Evet.
-Daha ne? İçerde kaybettiğin yüzüğü dışarıda niçin arıyorsun?
-İçerisi çok karanlık da, onun için.
EMRE’nin Tefsîri:
Hoca içerde kaybettiği yüzüğü, dışarıda bilhassa aramıştır ki bu acâyipliği görsünler de sebebini sorsunlar. Hocanın hareketlerini seyredenler, aldıkları cevaba sadece gülüp geçmeselerdi, yâni Hoca’ya:
-Senin bu hareketlerinde ve sözlerinde bir hikmet var ama, biz anlayamıyoruz; bize bunu anlatır mısın?
deselerdi, ihtimâl ki Hoca, kendilerine şöyle bir şey söylerdi:
Ev, kitapların ve bâzı inanışların dar çerçevesidir. O dar çerçeveden (Güneş) ışığına çıkmayınca yüzüğü bulamayız. Kitap bize bu (Gerçek Bilgi)yi gereği gibi öğretemez. Anlayamadığımız bir sözü kitaba sorsak, kitap, onu bize izah edebilir mi? Edemez. Onun için mutlaka (Canlı Bir Kitap) bulup müşkillerimizi ona sormalıyız.
Muhterem okuyucularımıza, mânâsı bu fıkranın mevzûu ile ilgili eski bir (Doğuş)un iki dörtlüğünü takdim ediyoruz:
Bu bir tılsımlı yolmuş,
Nice nice Âdem dolmuş…
Bir (yüzük) var, âşık bulmuş;
Bulamazsın demedim mi?
Âşık ol, gez sen bu (Arş)ı,
Görünür o (Şâh)ın (Baş)ı;
Aranılan yüzük: (Kaş)ı;
Bulamazsın demedim mi?