İÇ KAYNAK DERGİSİ | Sayı: 24
EMRE’nin Konuşmaları: 24
(18.6.1954’te yapılan bir konuşmadan zaptedilen notlar):
Soru – Ezanın hikmeti nedir?
Emre – Hazreti Muhammed, namaz vakıtları vesîlesiyle, islâmiyetin belli başlı esaslarını ilân etmek istemiş. Önce, namaz vakıtlarını ilân etmek için nefîr çalmayı düşünmüşler, içlerinden bâzıları itiraz ediyorlar. (Bunu Yahudiler, Mecûsiler yapar.) diyorlar. Çanı da zâten Hıristiyanlar kullanıyor. Nihayet eshaptan biri, Hz. Muhammed’e, rüyasında ezan okuduğunu söylüyor. Ayni rüyayı birkaç kişi daha görmüş. Buna çok seviniyorlar. İlk ezanı dul bir kadının evinde okuyorlar.
Müezzinler ezan okurken kulaklarını elleriyle kapatıyorlar. Böyle olunca, ezanın mânâsı kulağımıza girer mi? İlân ettiğimiz bir bilgiden kendimiz istifâde etmezsek, bankalardaki veznedarlara benzemez miyiz? Veznedarın elinden yüzbinlerce lira geçtiği halde, kendisi bunlardan istifâde edemez.
Dinimizin birçok vecîbelerini de, ya mânâsını anlamadan, tefekkür etmeden, yahut ta sevap kazanmak için yaparız. Sevap kelimesi ile (elbise) mânâsına gelen (sevb) kelimesi aynı köktendir. Yâni sevap, elbise demektir. Her elbisenin içinde bir canlı bulunur. Acaba sevap dediğimiz elbisenin içindeki canlı mânâ nedir? Sevabın gayesi bilgi, ilim ve aşktır.
Epey zaman evvel, İstanbul’dan Adana’ya trenle gelirken, Konya’ya yakın bir yerde, iki hoca münakaşa ediyorlar; ben de dinliyorum. Birisi diyor ki; (Hz. Muhammed çok zengindi.) Öteki (Ne biliyorsun?) diyor. (Çünkü bir hadis var; onda günde bir gömlek giydiğini ve bir giydiğini bir daha giymediğini söylüyor.) Öbürü Hz. Muhammed’in fakirlikle iftihar ettiğini söyliyerek eski elbise giydiğine dair bir hadis okuyor. Nerdeyse birbirlerinin gırtlaklarına sarılacaklar. Dinleyenler de hayret ediyorlar. Hz. Muhammed’in zengin olduğunu söyleyen hoca daha ağır basıyordu.
(Sözünüze ben de karışabilirmiyim?) dedim. (Hz.Muhammed’in elbise dediği şey, kendisinin ilmi ve hâli olamaz mı? (Bilgi)yi ve (hâl)leri hazmedip üstünden atıyor, başka bir bilginin, başka bir hâlin gömleğini giyiyor. Zâten böyle olmazsa herhangi bir bilgide, bir hâlde kazıklanır kalırız. Hz. Ali (Bugünü dününden ileri olmayan insan, ölü demektir.) demiyor mu? Bu sözlerime biri hak verdi; öbürü vermedi; çünkü mutaasıp.
S. – (Menâkıbül’ârifin) de bir şey okudum. Mevlânâ’nın sevdiklerinden bir zat varmış, o anlatıyor. Bir akşam bir hayli semâ ettik. Arkadaşlar yorulmuşlardı. Mevlânâ da peygamberler gibi mûcize gösterebilir mi? derken, bana ismimle seslendi. Hemen yanına gittim. Yerden bir taş aldı, bana verdi. Taşa baktım; taş yakut olmuştu. Bunu görür görmez bir nâra atmış, bayılmışım. Sonra o taşı sultan hanımlardan birine verdim; bilmem kaç yüz bin dinar tahmin ettiler; satıp, parasını Tekke’ye verdiler.
Bu nasıl oluyor?
Emre – Allah her şeye kaadir değil mi? Fakat bu, onun geçirdiği bir hâl; ona mahsus bir hâl. Bunu ümûmîleştiremeyiz. Biz normal hayatın şartlarına, kanunlarına tâbiiyiz.
Bak, o dînarlar aklımızı değiştirmiyor mu? Bunları düşünmemeli bile. Bunlar, yapanın değil, Allah’ın kudretini göstermeli bize. Ama, böyle şeylere heves etmemeliyiz. Bunlar bizi yolumuzdan alıkor.
S. – Hint fakirleri de yapıyor bunları.
Emre – İrâde, riyâzat ve iman işi bu. İnandı mı tamam. Başlar eşyaya ve hayvanlara hükmünü geçirmeğe. Allah’ın kudretini şuraya buraya sarfederek kötüye kullanmak doğru mu? Hz.Muhammed böyle şeyleri istemedi, içinden bu hâller zuhur ettikçe, ona ve nefsine hâkim olmaya çalışırdı.
At böyle şeyleri aklından. Benim dirilttiğim adam ölmez. Nasıl olsa yine ölecek olan bir ölüyü diriltmekten ne çıkar?
Develioğlu, son zamanlarında böyle kerametler göstermekten vazgeçmişti.
O sıralarda sözü ve (hâl)i içimize biriktiriyormuş. Bu kudretleri, ben fakîre veriyordu. Fakat bakıyordum ki veren de aynı kudret, alan da. Aklım başıma gelince, bu keramet kudretinin ben fâkire verilmesi bana ağır geliyordu. Ne yapayım ben kerameti… Benim gayem bu değildi ki. Onun için bunların hiçbirini istemedim, vermemesi için yalvardım. (Aferin oğlum, senden çok memnunum. Böyle olmamız lâzım.) dedi.
S. – Bu ilimleri mi veriyordu?
Emre – Evet, öğretiyordu.
(Bu arada söz, sual soran zâtın sevkiyle hayvanlara ve onların zehirlerine intikal etti. Bu mevzûda Emre, şunları söyledi):
Emre – Akrep çok asabî bir hayvan. Hiç vicdanı, merhameti yoktur. Maamâfih, abes yaratılmış hiçbir mahlûk yoktur. Hepsi de insanlar için çok lüzumludur. Zaman gelecek eczayı tıbbiyeyi yapmakta hayvanlardan, böceklerden daha çok istifade edecekler. Çünkü onlar tabiattan o eczayı daha iyi topluyorlar.
Akrepte vicdân yok ama, öbür hayvanlarda derece derece vardır. Birçok hayvanlar, küçük yavrulara acırlar. Beygirler, çocukları çiğnemezler. Yılanlar bile küçük çocukları sokmazlar.
Kırıklı köyünde, tarlada çalışan bir kadın, bir yaşında kadar olan çocuğunun önüne bir çanak yoğurt koyuyor. Kendisi işi için çocuğun yanından ayrılıyor. Bir müddet sonra gelip bakıyor ki çanağın başında çocuktan başka bir de kocaman bir yılan… Çocukla beraber o da yoğurt yiyor. Kadın, korkusundan, çocuğa yaklaşamıyor bile. Çocuk yılanın, kendi yoğurdunu yemesine razı olmadığı için ona (Yeme benim yoğurdumu!) demek ister gibi, (Hı!) diyormuş; fakat yılan, aldırmadan yoğurda dalmakta devam ediyormuş. Nihayet çocuk, yılanı boğazından yakalıyor, onun yüzüne gözüne bulaşan yoğurtları yalıyor. Hattâ yılanın başını evvelâ yoğurdun içine, sonra da kendi ağzına sokup yalıyormuş.
İnsan her şeyin câmiidir; yâni insanda bütün hayvânî sıfatlar mevcuttur… Hayvanlar bize değil, bizdeki, kendi sıfatlarına hücum ederler. Yılan, bizim içimizdeki, ahlâkımızdaki yılanı görür, kendisine düşman olan bu yılana hücum eder.
Seferberliğin birinci senesiydi. 14 yaşında kadar bir çocuktum. Çeceli’ye, yani Karaisalı’ya gidiyorum. Yalnız ve hayvanla gidiyorum. Emelciği geçtin mi bir çeşme var. (Üçürge suyu) derler, o sudan içeyim dedim, indim. Kulağıma bir ses geldi; birisi (ıh! ıh!) diyor. Baktım, bir adam bir yılanı yakalamış; yılan da adama dolanmış; sol ayağını da sarmış. Adam çabalayıp duruyor, nerdeyse yılanın başını bırakacak. Beni görünce (Aman yavrum yetiş!) dedi. Çakımla yılanı kesmek istedim; adam râzı olmadı. (Kuyruğunu tut, çöz.) dedi. Yılanı çözdüm: başı onun elinde, kuyruğu bende. (Başımdan fesimi al, yılana ısırttır.) dedi. Başından fesini aldım. Adam yılanı sol eline aldı; sağ eliyle fesi yılanın ağzına verir vermez yılan fesi ısırdı. Adam fesi birdenbire çekince, yılanın dişleri fesin üstünde kaldı. Adam yılanın ağzına baktı (Daha birkaç dişi kalmış) dedi; bıçakla onları da çıkardı, yılanı bıraktı. Yılan kaçtı, fakat yine geldi; adama dolandı. Ama adam artık korkmuyor; çünkü yılanın dişleri kalmadı. Yılan, ağzının kanını yutup duruyor. Sonra yılanın ağzını çeşmede yıkıyordu, ben onları bıraktım yoluma devam ettim.
İkinci bir yılan hadisesi daha:
(Abdioğlu)nu geçince, bir şif, yani bir bataklık vardı. O sazların arasına bir insan düştü mü, dibine gidermiş. Mandadan başka her hayvan boğulurmuş.
O köyden bir ağanın kızı, tutmaları ile arayı düzmüş. Sazların içine saklanmışlar, sonra kaçacaklar. Kız demiş: (Uyuyalım.) Uyumuşlar. Onlar uyurken büyük bir yılan geliyor, kızın iki ayağını birden ağzına aldığı sırada kız uyanmış. Berâber kaçtığı oğlana; (Aman beni kurtar!) diyor. Oğlan bakıyor ki kocaman bir yılan, korkusundan kaçıyor. Kız: (Yâhu ne kaçıyorsun? Şu bıçakla yılanı öldür.) diyor. Oğlan: (Korkarım; sonra seni bırakır, beni yutar; gelemem.) diyor. Onlar böyle konuşurken, yılan kızı kollarına kadar yutmuş. Kız kollarını aşağı doğru indirdiği için yılan yutamıyormuş. Fakat kız, kendisine kaçıp varacağı erkeğin bu korkaklığını görünce, (Senin gibi bir nâmerdin karısı olmaktansa bu yılana yutulmak daha iyi…) diyor, kollarını kaldırınca yılan kızı yutuyor.
Baktık ki bir yılan bizi yutuyor, bu vücut elbisesinin içinden çıkar, kaçacağımız yere kaçarız; yılan bu elbiseyi yutsun.
S. – Aman efendim, yılan yutmasın, soğuk hayvan.
Emre – Ben de onun dişlerini, gözlerini severim. Çok güzel gözleri var.
Dünyâ arzuları da birer yılandır, bunlarla uğraşmak, pösteki kılı saymaya benzemez mi? Sayılır mı, biter mi? İçimizde en yaşlımız, abla. Ne çıktı bu saydığımız kıllardan? Yüz sene bile olsa ömür, rüyâ gibi bir şey… Arkamıza bakınca, anlıyoruz ki, az gitmişiz, uz gitmişiz, dere tepe düz gitmişiz; bir çuvaldız boyu yol gitmişiz.
Dünyâ, (Mâneviyyat)ı göstermemek için gözlerimizi boyuyor. Zâten gözlerimiz hep boyalı ya… Gözbebeklerimiz hep siyah. Beyaz, yeşil, veyâ mavi olsa, eşyayı göremeyiz. Elvânı ayrı ayrı gösteren, gözbebeğinin siyahlığıdır. Beyaz olsa, ziyâya dayanmaz. Gözün, eşyayı görecek nûru bitince, göz, bomboz olur.
Uyku da bir boya değil mi? Kanın koyu kırmızı rengi beyni boyayınca uyuruz. Uyumadığımız zaman beynimiz beyazdır. Beyin kanla boyanınca, kumanda azalıyor, sinirler rahat ediyor. Uyuyunca gevşer; yorgunluğumuzu alırız.
Bedenin uykusu bir ihtiyaçtır. Fakat aklın uykusu insanın başına belâdır. Uyuyan bir akıl uyuşuktur; ne kendini bilir, ne de dünyayı. Böyle akıllar, cehalet ve tembellik boyasına boyanmışlardır.
Hak boyası çok güzeldir. Bak, biz de ahlâkımızı Allah’ın boyasıyla boyamaya çalışıyoruz. Aklımızın, ahlâkımızın şimdiki boyası, eskisine benziyor mu? Bu, mutlaka Kur’ân’da da vardır.
-Var Efendim, (Sıbğatullah) diye geçiyor. Kur’ân’da; yâni Allah’ın boyası.
S. – Kur’ân’ı tasavvuf anlayışıyla tercüme edemediler.
Emre – Yapamazlar. Bu anlayış, umûmî bir anlayış değildir.
Umûmîdir ama, o anlayışa varmak için akıl, çocukluktan kurtulup tekâmül etmelidir. Tahin helvası umûmî bir gıdadır; fakat süt çocuklarına verilmez. Zamanı gelince, onlar da yiyebilirler.
Bu sözleri biz de her yerde konuşmayız. Konuşsak da, bu hâlin tâlibi olmayanların kulakları duymaz. Burada konuşan ile dinleyen kudret, ayni kudrettir. Biz kendimizden vazgeçersek, yani ortadan çekilirsek, söyleyen de, dinleyen de ayni varlıktır. Allah’ın bir ismi (Kelîm) bir ismi de (Semî)dir. Biz bu benliğimizin içinden çıktık mı, (Kelîm) söyler, (Semî) dinler. Bunu da ancak aşk yapar.
Aşk olmazsa, dünya sikletine tahammül etmek ne kadar zor… Tahammül için ya gaflet lâzım, ya aşk; yâni (ilâhî hâl). (Lev enzelnâ) sûresi, Hz. Muhammed’in, âyetler nâzil olurken çektiği ağırlığı anlatıyor. Bu ilâhî hâl çok ağırdır.
S. – Âyetler inerken Hz. Muhammed korkar mıydı?
Emre – Hayır. Allah’la dost olan korkar mı? Evliyâullah, (Allah’ın dostları) demek. Evliyâullaha ne hüzün vardır, ne korku.
Her şey Allah’ın olduğu halde, bizim bu varlığa sahip çıkmamız ne gaflet… Zâten bunun için ilâhî hâlden haberimiz yok. Biz, fabrikanın kapısında bekleyen bekçiye benziyoruz. Bekçiye deseler ki; (Bu fabrika senin!) kapıda durur mu? Hemen yazıhaneye girer. Ama o zaman bekçinin işi ağırlaşır.
Bekçi, bekçi kaldığı müddetçe, fabrikanın işinden, kârından habersizdir. (Mal Sahibi) her şeyi bilir, fakat ancak âşıklara bildirir.
Bu sözleri eski kafayla dinleseydik, (Peygamber nerde, biz nerde? Bize nasıl bildirecek?…) derdik. Her ağız Allah’ın malı değil mi? (Mal sahibi) istediği ağızdan bildiremez mi? Evvelce aklımız ermediğinden, Peygamberin, peygamberliğin ne olduğunu bilmiyorduk. Peygamber (haberci) demek değil mi? Hz. Muhammed, dünyâsını değişti; peygamberlik, Muhammed’lik değişti mi? Beşeriyet habersiz kaldı mı? Hz. Muhammed, nice evliyâların ağzından haber verip durmadı mı? Ama buna rağmen, bu hâlden haberi olmayanlar da var. Hz. Muhammed’in devrinde bile onun Muhammedliğinden haberi olmayanlar yok muydu?
Şimdi iş değişti. Kudretullah iyiden iyiye saltanata çıktı. Eğer âşıksan, uyan, bak! Uykudaki insan bizim yüzümüzü görebilir mi?
İnsan, gaflet uykusundan ancak tefekkürle uyanabilir. Gözümüzün içindeki gaflet uykusunu berraklaştırıp temizlersek onun yüzünü görebiliriz.
S. – Bizim dilimizden söylemez mi? Mansur’un dilinden de aynı kudret söylemedi mi?
Emre – Mansur benliğinden nasıl geçti? Sen de öyle geçersen senin dilinden de söylerim. Kanının, su gibi kıymetsiz olduğunu anlarsan, onu her ân feda edebilecek duruma gelirsen, ağzından ben söylerim diyorum. Söyleyecek olan Allah’tır. Nemize gerek… O, istediğinin ağzından söyler. Ağzımızdan çıkan ses bizim mi?
S. – Ya ağızdan küfür çıkıyorsa?
Emre – Ağzından küfür çıkan kimse, hakikati anlamamış demektir. Her şey Allah’tan olamaz. Küfür, Allah’ın değil, bizim sözümüzdür. Biz, suçlarımızı Allah’a yükleyip kurtulmak isteriz de onun için böyle söyleriz. Halbuki, suçumuzu üstüne yükleteceğimiz Kudret’e boyumuz yetişir mi ki yükletelim. Tanısak, karşısına geçsek, hareket irâdemiz bile kalmaz.
(Her şey Allah’tandır.) diyene, git bir iğne batır bakalım, bunu da Allah’tan bilebilir mi? Hemen boğazına sarılır.
S. – Develioğlu (Her şey Allah’tan) der miydi?
Emre – Allah’la berâberken derdi. (Her şey Allah’tan) diyebilmek için Develioğlu gibi olmak lâzımdır. İrfâniyet belâsında kalıp, Develioğlu’nun dediği gibi ve ondan görerek (Her şey Allah’tan) diyenler, Develi’nin o sözü söylerken Allah’ta fâni olduğunu anlayamayanlardır. Onlar o sözü nefislerinin diliyle, nefislerinin arzusuyla söylüyorlar.
Bak, o (Kudret)in, bu fakîrin ağzıyla söylediği bu (doğuş)ların eksik kalan yerlerini biz doldurmaktan bile âciziz. Aklımız o Kudret ile bitişik olmasa, bunların mânâsını bile anlayamayız. Bâzan Hoca, (Eksik kalan şu doğuşu tamamlar mısınız?) der de, O Kudret gelip söylemezse, ne mümkün… Bâzan da gelir söyler; fakat ikinci söylediğinin sözleri birinciye benzemez. Lâkin mânâ herikisinde de birdir. Bu, onun büyüklüğünün delilidir. Hiçbir yarattığı, diğerine benzemez. (Külle yevmin Hûvi Fî şe’n) diye bir âyet var ya. Hangi (Külle Yevm…) Küllü sâniye, her ân bir yeni oluşun sahibidir.
S. – Ama şer de lâzım, hayır da.
Emre – Bize ne şerden. Bak sen koskoca bir Binbaşı iken, seni bir Yüzbaşıya emirber verseler, râzı olur musun? Bunu da Allah’tan diye hoş görebilir misin?
S. – Kötülük olmalı ki iyilik belli olsun. Kötülük yapan da Allah’a hizmet ediyor.
Emre – Kötülük yapan, karşılığını kötülük olarak görür. Sen iyilik yap, iyilik gör.
S. – Demek sıfatları ayıracağız?
Emre – Yâ. İyilerini alacağız. Allah bir, fakat sıfatları 1001. Niye böyle bin bir sıfata taksim etmişler? Ayıralım ve içlerinden iyilerini alalım diye. Allah’ın (Halîm) sıfatı var, insanlardan da halîm olanlar var. Onlar, Allah’ın bu sıfatını beğenip almışlar. Allah’ın fenâ sıfatlarına mahkûm olan insanlar da var. Bunlar hep Allah’ın sıfatları. Rezzak, rızık veren; Kelîm, konuşan; Alîm, her şeyi bilen. Peki, Allah’ın mânâsı ne? Allah’ın mânâsı yok. Onu idrâk etmekten âciziz. Öyleyse biz, aradan çıkalım, Allah kendi kendini bilsin.
İyiliği, kötülüğü Allah’a atfedip kötülüğün suçundan, vebâlinden sıyrılmak istemek ne kolay bedâvacılık… Bütün peygamberler, bütün Kitaplar (Kötülük yapmayın!) diyor. Bunu niçin duymuyor kulağımız? Hükümet, hırsızları cezalandırmasın mı?
Berberde saçlarını kendi gönlünle kestirirsin; ama berber kaşını, kirpiğini kesse, adamın gözünü bile çıkarmak istersin. Onun için her şey yerli yerinde.
Şeytan, Havvâ ile Âdem’i Cennetten koğdurdu. Fakat onlar kabâhatlerini bilip pişman oluyor, ağlıyorlar. Nihayet (Minâ) dağında birleşiyor, zevkû safâ ediyorlar. Şeytan, bunların birleştiklerini haber alıyor, hemen oraya koşuyor. Bakıyor ki Âdem’le Havvâ zevk içinde. Hemen Allah’a: (Sen bunları affettin de, beni niye affetmiyorsun?) diyor. (Seni affetmem. Çünkü sen kabâhatı bana yüklüyorsun. Onlarsa kabahatlerini kabûl ettiler ve af dilediler.) diyor.
Biz de kabâhatimizi Allah’a yüklersek ona döneriz.
(Okuyucularımıza, bu konuşmanın tarihinden 20 gün evvel doğmuş bir doğuşu takdim ediyoruz. Bu doğuş, o zaman henüz yapılmayan bir konuşmanın adetâ manzum bir şeklidir. Eşhâsı mevzûu ve karşı tarafın soracağı sualler henüz mâlûm olmadığı bir zamanda doğan o doğuşla bu konuşmanın birbirine bu kadar benzemesi şayanı dikkattir. Doğuş, bu konuşmadan sonra olsaydı, konuşmanın manzum hâle getirilmiş bir şekli olduğu telâkki olunabilirdi.)
Doğuş
Geldik, gittik, anlamadık dünyayı;
Bir posteki; saydırıyor kıl sayı;
Her gelenin gözlerine sürüyor,
Tılsımla bozulmadık boyayı.
Bu âleme konar, göçer, uyanmaz,
Hak boyası hazır iken, boyanmaz;
İnsanların çektiğine, taş olsa,
Parçalanır, küle keser, dayanmaz.
(Lev enzelnâ…) sûresinde bildirir,
Çok kalpleri didik didik dildirir;
Kendisine âşık olsa bir gönül,
Peygambere emir verir, bildirir.
Âşık isen, (Mâşuk) benim! Uyan bak,
Tefekkürle gözlerini et berrak
Mansûr gibi varlığından geçersen,
Ben, dilinden dâim derim: (Enelhak!)
Kandan olur, alır iken abdesin,
Benden gelir, lîsânından her sesin;
Parça parça ettirenin gine ben;
Etten, tenden terkibolmuş kafesin.
İpe takar inkâr eden bu başı,
Evvel, kandan yediririm ben aşı;
Tahammül et, tebdil olsun hayatın,
Muhammed’i gönderirim ben karşı.
Bekle (Emre)! sana gelsin bu sıra,
Kavuşursun davet eden (Mansûr)a;
Hiçbir kimse yakın olmaz benlikle,
Üryân olup varılıyor o (Yâr)a .
Zapteden: Ekrem Özhatay
29.5.1954 saat:8.35
EMRE’den Nükteler, Vecîzeler:
*Emre – Allah, gerek taklit, gerek tahkik olarak kendisine yaklaştığımız zaman yüzümüzdeki bütün kirleri görür. Onları temizlemek için bâzan celâlini de gösterir. Onun için: (Küllü men aleyhâ fan ve yebkaa vechû Rabbike Zülcelâli vel’ikrâm) demiştir. İkram, ancak celâlden sonradır.
*Emre – Bu vücut, bir leşten başka bir şey değildir. Biz öldükten birkaç hafta sonra Allah: (Hadi şu vücudun içine gir, tekrar yaşa!) dese, bu çürümüş, kokmuş vücudun içine girmek ister miyiz?
*Emre – Herkesi hoş göreceğiz, kimseyi kötü görmeyeceğiz. Etrafımızdaki insanlardan kimine (Şu, domuza benziyor), kimine (Şu, köpeğe benziyor) desek, her yer hayvanlarla dolsa da yalnız biz insan kalsak ne yaparız? Kiminle konuşur kiminle ülfet ederiz? Öyleyse, kimseyi kötü görmeyelim. Fena olanları bile iyi görürsek, hem biz rahat ederiz, hem onları iyi ederiz.
*Emre – Tasavvufu (terki dünya) zanneden, tasavvufu anlayamaz. Dış ilimler gibi tasavvuf da terakki etti. Her şeyi öğren, bunu da öğren.
*Emre – Allah’a varacak yegâne yol, aşk ve sevgidir. Başka hiçbir yolu yoktur. Aşk, ana südüne benzer. Ana südü ile beslenmeyen çocuklar nasıl cılız kalır, hastalanır, belki de ölürlerse, aşksız gidenler de Allah’a varamazlar. İlimle, tesbihle gidenler, yolda kalırlar.
*Emre – İnsan vücudu, maddî şeylerin aksinedir. Mâdenler, sürtünmeden aşınır. Halbuki el işledikçe, deri kalınlaşır. Yâni çalışmak çok iyi bir şeydir.
*S – Haram nedir?
*Emre – Kendi nefsine revâ görmediğin bir şeyi başkasına yapmaktır.