İÇ KAYNAK DERGİSİ | Sayı: 23
EMRE’nin Konuşmaları: 23
(Konya’da Karayolları Teknisyeni Necati Büyüktermiyeci’nin evinde yapılan bir konuşmadan zaptedilebilinen notlar):
S. – Tasavvufun tam bir tarifine bir yerde rastlayamadık.
Emre – Hâl, hâl. Lezzetin târifi olmaz. Hâl başka, ilim başka, tesbih başka şeydir. Allah’a ismini biz mi öğreteceğiz? Zikir, Arapçada konuşmak demektir; bir ismi yüz defa, bin defa çekmek değil.
Esasen, tesbih de insanı anlatmağa çalışıyor. Tesbihin iki imâme arasındaki taneleri 33 değil mi? Bizim de kuyruk sokumumuza kadar belkemiğimizde 33 kemik vardır. Üç tane 33 ne eder? 99 (Esmâi Hüsnâ) da 99 değil mi? Esmâi Hüsnâ, adı üstünde, güzel, temiz ahlâklar demektir. İnsan, bunları tesbih değil, tahsil edecek. Bu temiz ahlâklar bizde tecellî edince, tesbih, elimizden düşer. Tesbihi elimize, çeke çeke o güzel ahlâklarla ahlâklanırlar, bir gün imâmeden dışarı fırlayıp o sonu gelmez dâireden kurtulurlar diye vermişler. Hem de o dâireden insan ancak imâme yoluyla kurtulabilirmiş. Hakikaten, bu iş, mürebbîsiz olmaz.
S. – Dinden maksat, iyi ahlâklı olmak değil mi? Ya ben dindar olmadan da iyi ahlâklı isem?
Emre – O zaman iş, ancak kolaylaşır. Çünkü akıl, ahlâk bağlarından kurtulur, serbest kalır. Ve ikinci bir gıda aramaya başlar. Aklın ilk gıdası, kötü ahlâklardır. Bunlar gittikten sonra vicdan lâmbası yanar. Tasavvuf, bundan sonra başlar. Akıl değişir.
S. – Hah. Burada başladı. Peki, ne arıyor bu tasavvuf?
Emre – Sen Allah’ı aramaya başlarsan, Allah da seni arar.
S. – Tasavvufta Allah’ı mı arıyoruz?
Emre – Evet. Fakat kendimizi kaybetmeyince onu bulamayız.
S. – İnsan, mevcut bir şeyi arar mı?
Emre – Ha… Sen kendin söyledin bak… Kur’ân’da böyle söylüyor; Allah’ın bazı kimselere olan mesafesi, meleklerin sür’atiyle elli bin senedir, diyor. Fakat bazı kimselere de; (Şah damarından daha yakın.) diyor.
Allah’ı bilmek türlü türlü olur. Allah’ın mevcut olduğunu bilmek (ilmelyakîyn)dir. Bundan sonra (Aynelyakîyn, Hakkalyakîyn) bilmek var. Bir de Allah’ta kaybolmak, yok olmak var.
Hıristiyanlar da Allah’ın varlığını biliyor. İnkâr edenler bile darda kalınca Allah! Allah! der, ama kaç para eder.
Din sadece doğru olmak değildir. Eğer böyle olsaydı, İsviçrelilerin bizden daha Müslüman olmaları lâzımdı. Dünyada Müslümanlardan daha eğri millet kaldı mı?
Din dediğimiz temiz ahlâkın arkasında öyle bir lezzet var ki, aklın ötesindeki bu âleme biz tasavvuf diyoruz. Onlar da metafizik diyorlar.
S. – Fakat tarif edemiyorlar…
Emre – Ediyorlar.
S. – Ciltler yazıyorlar; fakat komprime edemiyorlar.
Emre – Ediyorlar. Ancak benim gibi bir acize, bir cahile anlatabilmek için ciltler yazıyorlar.
S. – Estağfurullah.
Emre – Muhiddîni Arabî: (İlim bir noktadır, onu cahiller çoğaltmışlardır.) diyor. Peki öyleyse, kendisi bu kadar eseri niye yazmış, işi çoğaltmış? Benim gibi cahiller için. Kendisi (Nokta)yla bir olmuş.
S. – Bu doğuşları şöyle izah ediyorlar: Batılı âlimler, müsbet ilme dayanarak izah ediyorlar.
Emre – Ne diyorlar?
S. – Bâzı insanlar doğuştan fevkalâde hassastır diyorlar. Fevkalâde durumları onları galeyana getiriyor. Meselâ Nedim. En güzel şiirlerini irticâlen okumuştur.
Emre – O da doğru ama, insan neyi severse ondan bahseder. Meselâ bir kadına kapılır, ondan bahseder. Mangaldan kıvılcımlar ateşler sıçrayıp dağılsa da senin burnuna gelse (Vay burnum!) dersin. Benim yüzüme gelse (Vay yüzüm!) derim. Ama vicdânımıza, aklımıza gelse de bu kıvılcımlar, (Vicdânım!), (Aklım!) diye bağırsak daha iyi olmaz mı?
Mesele, yönümüzü o (Ebedî Varlığa) dönmektedir. İnsan, topallıktan kurtulduktan sonra istediği tarafa gidebilir. O halde biz; şuraya buraya gideceğimize, Hakk’a gidelim. Oraya gidenler ebedîyen diri kalırlar. Çünkü peygamberimiz: (Elmü’minûn lâyemûtûn – Mü’mînler ölmez.) diyor. Ama mü’mîn olabilmek için lâzım olan îmân, kuru bir îmân değil.
Dinî elimize alalım: (Eşhedü..) den başlayalım. Eşhedü derken ne diyoruz? Şehadet ederim ki Allah’tan başka Allah yoktur.
Halbuki şahitlik, görgüye dayanır. Aramızda kanun adamı da var. Bir hâdiseyi görmeyen bir kimsenin, şehadetini kabûl eder mi hâkim? Hayır, duyma ile görme bir olmaz. Bâzı insanlar azmediyor, her şeyini fedâ ediyor, Allah’ı görüyor. Ama bu azîm, bu görme kabiliyeti hepimizde de var. Lâkin biz bu azîm ve irâde kudretini başka şeylere sarfettiğimiz için bitiriyoruz. Mutasavvıflar, irâdelerini götürüp aslına, sahibine teslim ediyorlar. Ama bu tembellik değil ha! Çalışmalı. Benim bir demirhanem var. Elimden gelse onlardan fazla çalışırım. Çünkü tasavvufun tembellik olmadığını anladım. Tembel insan tasavvuftan mahrumdur. Sonra, bu doğuşların en ateşlileri, ben çalışırken doğarmış. Arkadaşlar da yazarmış. Bir taraftan çalışır, bir taraftan doğuş söylermişim. Demek ki, çalışma, bu yola mâni değil; bilâkis lâzım. Allah insana ne lûtuflar eder… İsterse, kendine çekiverir.
S. – Biz müptedîyiz bu işlerde; sadece meraklıyız.
Emre – Estağfurullah. İçindesin.
S. – Bazı kimseler şiş saplarlarmış?
Emre – En büyük küfür budur tasavvufta. Bu hâller, tasavvuf yolunun bir uğrağıdır, Hz.Muhammed, kendi izinden gidenlere: (Ölmeden evvel ölün.) diye tavsiyede bulunuyor. Sâdık olanlar, sözün mânevî mânâsını anlamazlarsa, kendilerini öldürmeğe kalkıyorlar, hayatlarını feda ediyorlar. Fakat bakıyorlar ki ölmüyorlar, o zaman bunun bir keramet olduğunu anlıyorlar. Bu hâli beğenip tekrar ederlerse, keramet olan şey, bu sefer kerahet oluyor.
İyi bir şey olsaydı bu, Hz.Muhammed her zaman yapmaz mıydı? Şiş sokmak, bize bir ilim öğretir mi? Nice şiş sokan adamlar vardır ki tasavvuftan haberi bile yoktur.
S. – Nasıl oluyor da ölmüyorlar?
Emre – Allah’ta fâni oluyorlar da ondan. İman, iman!
S. – Ama ortada kan var, damar var?
Emre – Akıl böyle zanneder, böyle söyler. O şiş saplayanın sapladığı şiş, kendisine saplanmıyor ki…
Adamın biri, böyle göğsüne şiş saplamış. Bir gün karşısına elinde kılıç, bir atlı çıkıyor.
-Habis, diyor, nedir bu senin yaptığın… Şimdi senin kafanı koparırım…
Adam, korkarak:
-Ben ne yaptım size? Sizi tanımıyorum bile, diyor. Atlı göğsünü açıp göstererek:
-Daha ne yapacaksın? Baksana, göğsümü delik deşik ettin…
-Ama efendim, ben sizi ilk defâ görüyorum; siz kimsiniz?
-Ben Ahmedî Rufâî’yim. Her şiş vurduğunda beni çağırıp, bana murâbıt olmuyor musun? Şişlerin acısını sen duyuyor musun? Hayır. Hep bana saplıyorsun o şişleri. Bir daha yapma! deyip gözden kayboluyor.
Bizim Hazretî Pîr de çok yapardı. Bir gün bir bağdayız. Efendi, abdest bozar gibi çömelmiş. Ben zannettim abdest bozuyor; uzaklaşmak istedim; çağırdı:
-Gel ulan, üzüm yiyelim.
Yanına gittim; ben de oturdum; başladık üzüm yemeye. Teveklerden yiye yiye bir dul kadının bağına kadar gittik. Orada kendime geldim ki üzümler daha yeni çiçek halindeydi.
Bunlar, insanın yolunu keser, zaman kaybettirir. Eğer Allah yardım etmezse, ömrü beşer kâfi değil bu işe. Yazıcıoğlu (Muhammediye)de:
(İki yüz bin yıl ey ârif! Kişi meydânı Tevhidde )
(Seğirtse; kapmayaydı top, nedir bilmezdi ol Mevlâ)
diyor. İnsan, hem de (Tevhid) meydanında iki yüz bin yıl ömrü olsa da koşsaydı, -bir top var, o topu kapmadıkça- o kimse, Mevlâ’nın ne olduğunu bilmezdi, diyor Yazıcıoğlu.
O top, aşktır.
Zâten, Hazreti Pîr de, sonraları, bu keramet işinden vazgeçmişti. Bir gün: (Oğlum, ben burada çok takıldım; sen burada kalma. Bunlar keramet değil, kerahetmiş.) dedi.
S. – Bir ebedî hayattan bahsediyorsunuz?
Emre – Sade ben etmiyorum, din de bahsediyor. Ebedî hayat, bu maddî vücud hayatının muvakkat olduğunu ilmen, hâlen idrak ettikten sonra anlaşılır. Bu vücut bir gün dağılır, çürür, fakat insan ölmez. Bu vücut dört unsurdan mürekkeptir; biz ölünce, geldiği yere gider. Ama bu dört unsurdan söyleyen kudret ölmez. İşte biz oyuz.
S. – Ölmeyecek miyiz?
Emre – Hadis var: (İnanan ölmez.) diyor. Kupkuru inanla olur mu bu iş? O seviyeye gelmeyenlere hitap etmez bu söz. Ama hiç kimse ümitsizliğe düşmesin. Bu kapı, herkese açıktır. Kur’ân: (Lâ taknatû min rahmetillâh – Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz!) diyor. Ona güvenip dayanmıyorsak, fenâfillâh sırrına ersek gine hiç. (Ben yakamı kurtardım!) demek, belâların en büyüğü. Böyle olan kimse lezzeti bulamaz. Halbuki bu ilim, baştanbaşa lezzettir. Dünya gıdalarına, dünya lezzetlerine doyulur da buna doyum olmaz. Ölü doyar mı?
S. – Akıl âciz kalıyor?
Emre – Mâdemki âciz kaldığını anladı, büyümeye başladı demektir. Çocuk, şu sandalyeyi kaldırmaktan âcizdir; fakat zaman gelir ki kaldırır.
S. – Nerden başlayalım?
Emre – Acîzden.
S. – Nasıl olur?
Emre – Gayet tabiî; çünkü bulunduğumuz yerden yürümeye mecburuz.
S. – Ruhun mevcudîyeti ne zaman anlaşılmış?
Emre – Kimi anlamış kimi anlamamış. Hocalar: (Allah’ı kul gözü görmez.) diyorlar. Doğru değil mi? Ben, doğru, diyorum. Gel hesabedelim… Bu göz bizimse, ona kumanda edelim. Ben, (Ben neyim aceba?) diye üç sene rıyâzat yaptım. Kendimde (Benim!) diyebileceğim hiçbir şey bulamadım. Bunu anlayıp ben aradan çıkınca, O, kendikendini anladı.
S. – Kalıptan ayrı bir ruhun mevcut olduğu, mazide ne zaman anlaşıldı?
Emre – Öldükten sonra Peygamberlerin başladığı zaman. Ruh çıkınca, kalıp ne yapabiliyor? Hiçbir şey. İşte bu kalıbın gözü göremiyor ruhu. (Ölmeden evvel ölün ki bilesiniz) diyor; biz bunu pat! diye düşüp ölmek zannediyoruz. Hayır. Onun dediği ölüm, bu idrâkimizin (Küll) olan bilgiye katılmasıdır.
Bağdat’ı bilmeyenlere, ne kadar târif etsen, anlayabilir mi? İki bilen konuşursa, bir zevk zuhur eder.
S. – Yâni ilk mürebbinin geldiği zaman, ruh keşfedildi diyorsunuz, öyle mi?
Emre – Vallahi oğlum, Allah kadimse, ruh da kadimdir. Zaman diye bir şey yok.
Bunları düşünme. Seni yolundan alıkor. Nene lâzım; tâ oralardan başlayıp bulunduğun yere geleceksin. Milyonla senelik yolu nerden yürüyeceksin… Nice Âdemler gelmiş, geçmiştir…
Adana’da bir Mal Müdürü vardı, Tevfik Bey. Sonra aklını kaçırdı. Bâzan donunu bile çıkarırdı. Fakat bir müddet sonra aklı başına gelirdi, güzel konuşurdu. Çok güzel kanun aşina idi.
Bir gün bizim dükkâna geldi, Hacı Sait Efendi isminde büyük bir hoca vardı; onunla konuşuyorlar. Ben de küçüğüm. Kahvelerini pişirdim, içiyorlar. Hacı Sait Efendi sordu:
-Sen bazen temiz geziyorsun, aklın başında, mükemmel. Bir zaman geliyor ki hiçbir şey kalmıyor. Utanmayı bırakıyorsun; nedir bu hâl?
Tevfik Bey evvelâ güldü; sonra Hoca’ya sordu:
-Senin elin kaşınırsa ne yaparsın?
-Kaşırım.
-Başın kaşınırsa?
-Gine kaşırım.
-Sırtın kaşınırsa?
-Kaşırım.
Tevfik Bey boyuna sıralıyor; (Şuran kaşınırsa ne yaparsın? Buran kaşınırsa ne yaparsın?) diye. Nihayet dedi ki:
-Aklın kaşınırsa ne yaparsın?
Hoca başladı düşünmeye. Cevap yok. Tevfik Bey cevap alamayınca:
-Yâ, dedi, işte benim de aklım kaşınıyor o zaman. Kaşıyamayınca, öyle oluyorum.
İnsan, çocukluğundan itibaren bulunduğu zamana kadar geçtiği hayat yolunu hatırlayabilir. Lâkin geçeceği yolu bilebilir mi? Şu hâlde akıl, kıçın kıçın yürüyor demektir. Yönümüzü dönüversek, arka kaybolur, önümüzü görmeye başlarız. Onun için Hz.Muhammed: (Elmâzi lâyüzker). Yâni mazi anılmamalıdır, diyor. Bu hadisi kabûl etmeğe mecburuz. Maziyi zikredersek posteki saymış oluruz. Akıl da, kıçın kıçın gittiğine göre, bir gün bir kuyuya cop! diye düşecektir.
S. – Mısırlılar, ruh kalbi terk ettikten sonra, onun, tekrar hayatını devam ettireceğini zannediyorlardı. Onlar ruh prensibini biliyorlar mıydı?
Emre – Bilselerdi, bu vücuda takılmazlardı.
Kâmilin biri, ölmeden evvel, talebelerini yanına çağırıyor. Onlara diyor ki:
-Ben bu âlemden gideceğim. Bir soracağınız varsa, sorun.
Birisi soruyor:
-Siz vefât ettikten sonra, türbenizi nereye yapalım?
-Ben türbe falan istemem. Beni kırlara atın.
-Aman efendim, nasıl olur… Sizi sonra çakallar yer.
-Öyleyse yanıma bir değnek koyun.
-Ne yapacaksınız değneği?
-Çakalları kovarım.
-Ölü, çakal kovabilir mi?
-Bir çakalı bile kovamayacak bir vücuda niçin bu kadar kıymet verip de türbe mürbe yapacaksınız? Ben hiçbir şey istemem. Sen beni anlamamışsın öyleyse…
Mevlânâ da ; (Öldükten sonra beni, âriflerin gönlünde arayın.) demiyor mu?
S. – Ama Mevlânâ’ya türbe yapmışlar?
Emre – Sözünü anlasalardı, dinleselerdi yaparlar mıydı? Ama bir faydası varsa, bak, bizleri tanıştırdı. Biz Mevlânâ’nın türbesi için değil, sizler için geldik. Kâbe nasılsa, burası da öyle oldu. Zâten buraya kendisi (Âşıklar Kâbe’si) dememiş mi? Ama, âşık olmayan, Mevlânâ’ya bu sözünden dolayı kâfir bile der. Demek, islâmiyet’te (âşıklık) diye bir şey de varmış.
S. – Sonradan mı çıktı meydana, eskiden mi vardı?
Emre – Eskiden vardı. Aşk, büyük bir cevherdir. Yunus Emre:
İşidin ey kardaşlar, aşk bir güneşe benzer,
Aşkı olmayan kişi misâli taşa benzer, diyor.
S. – Bir sohbette diyorsunuz ki; (Hayvanların gözünde perde yoktur, her şeyi bilirler.) Şimdi de onları küçültüyorsunuz?
Emre – Hayvan, hayat sahibi demektir. Onların hayatı muvakkattir. Halbuki biz ebedî bir hayat arıyoruz.
Şairin biri: (Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvan imiş.) diyor. Kur’ân’da var böyle sözler. Allah, bâzı kimselere (Ahsen-i Takvîm) diyor. Bâzılarına (Hayvandan aşağı.) diyor, bir kısım insanlara (Çürümüş, dayalı ağaç) diyor. Bu sözleri kimlere söylüyor acaba? İsim tasrih etmiyor ki bilelim…
Hayvanla insanın farkı şuradadır: Hayvanlar, ebedî hayattan haberdar değildir. İnsanın hizmetçisidir. Akşamı yer, sabahı düşünmezler. Haram, helâl bilmezler. Dükkâna girer, elmaları yer, dayağı yer, kaçar, öbür dükkâna girer, yine yer.
S. – Mâdem gözlerinde sır perdesi yok, öyleyse onlar bizden üstün olmalı?
Emre – Şurda bir kaba altın, gümüş, yakut koysalar, hayvan bunları alabilir mi?
Bilmediği için alamaz; bilmediği için esrarı görür.
Fakat bunlarla uğraşma. Bunlar bizi koşturur, bir yerde düşüp kalırız.
S. – İki şey arasında kalmış gibiyiz: Müsbet ilimler ve bu mânevî ilimler…
Emre – Allah daha beter etsin inşallah…
S. – Müsbet ilimler, dünya şöyle yaratılmış diyor, mânevi ilimler onun tamamen zıddını, aksini söylüyor.
Emre – Hiçbiriyle de meşgul olma. Bizim dünyamız ebedî bir dünyadır. Bu dönen dünyanın üzerinde, dönmeden durmak çok zordur. Allah, bizden sadece (kalbî selîm) istiyor. Dünyânın şöyle veya böyle yaratıldığından mes’ûl değiliz. Çünkü bu türlü şeyler bitmez tükenmez. Evvelden, doktorluk tekâmül etmeden, delileri bırakacakları zaman imtihan ederlerdi. Diyebilirim ki, delilerin hemen hepsi, zaman gelir ki bir müddet için akıllanırlar. Delileri, akıllarını yorarak imtihan ederlerdi. Akıl yorulunca kendini bırakır, delilik hâli varsa meydana çıkar. Delilerin imtihanı da posteki saymaktı. Bu dünyanın önünü, sonunu anlamak da posteki saymak gibi bir şey.
S. – Astronomi, Arkeoloji gibi ilimler fuzülî mi?
Emre – Değil. Bunların faydaları inkâr edilemez.
S. – Kâinatın büyüklüğünü bilsek, bu, Allah’ın kudretini anlamamıza yardımcı olmaz mı?
Emre – Ah Kardeşim, bunlar postekidir. Demin söyledik ya, nice felekiyat var… Hangi birini bileceksin? Bize verilen emir, (men arefe nefsehû, fakad arefe Rabbehû)dur. Yâni Rabbimizi bilmek, bulmak. Biz bizi kurtarmaya çalışalım; ne yapacağız dünyayı, ne yapacağız felekiyatı…
S. – Ama bu, müellifin eserini okumadan, kendisini tanımaya benzer.
Emre – Bu müellifin eserlerini okuyup bilmeğe ömrün kâfî mi? Onun eserini bulunduğun yerden tanımaya çalış.
S. – (Âyinesi iştir kişinin; lâfa bakılmaz), insanın, evvelâ eserine bakılır, ondan sonra hakkında hüküm verilir.
Emre – Peki, Allah’ı Hazreti Muhammed târif edebilmiş mi ki, biz onu tanıyabilelim? Kur’ân’da hangi ilimler var?
S. – Hepsi.
Emre – Hangisi var meselâ?
S. – Meselâ, Ay tutulması.
Emre – Bu bir ilim mi? Yâsin sûresinde sadece: (Hepsi felek içinde yüzüyor: ) Ay için de (Velkamere kaddemâhu menâzile, hattâ âde kel’urcûnilkadîm) deniliyor.
S. – Demin siz (Kur’ân’ı yutmalıyız) dediniz ya?
Emre – Bir damla, deryayı yutabilir mi? Yutmak için ona yutulmak lâzım.
S. – Bu işin esasını anlamak lâzım.
Emre – Hazreti Hüseyn’e soruyorlar: (Sen babandan ne öğrendin?) (Ben babamdan iki lisân öğrendim: Biri Hak lisanı, diğeri de halk lisanı. Hak lisâniyle öğrendiklerimi söyleyecek olsam, beni öldürürsünüz.) Nitekim başına da geldi. Yâni anlatması kolay değil. Emek istiyor. Her şeyin bir zamanı var. Her şeyi birdenbire yutmak istiyoruz amma, zamanı var. Tefekkür etmek, bu yolda büyümek lâzım, yâni aklımızın büyümesi lâzım.
S. – (İç Kaynak)ta Ay’a gidilemeyeceğini söylüyorsunuz?
Emre – Evet, gidemezler. Ve yaşayamazlar.
S. – Nerden biliyorsunuz?
Emre – Mâdem bilmediğime kanisin, niye soruyorsun?
S. – İsbat edin.
Emre – Portakalı buraya getirseler, yetiştirebilir misiniz?
S. – Ama Ay’a gitmeyi konuşuyoruz…
Emre – Mâdem iddiâ, iddiâya karşı sükût edilir.
S. – Biz size soruyoruz.
Emre – Mâdem soruyorsunuz. Ayda kimse yaşayamaz.
S. – Siz Ay’a gidilemez diyorsunuz.
Emre – Gider gitmez yanar.
S. – Merih’te de yaşayamaz mı?
Emre – Yaşayamaz. Yıldızların birçokları kayadır. Bu felekiyattaki her yıldız, güneşten ışık alıyor. Diğer felekiyatların güneşleri, bu felekiyattan görülmez.
A.– Ben iki şeyi kabûl etmedim. Biri, farzların hilâfına olan şeyler. Meselâ, ilimde ilkeler var. Mânevî ilmin de ilkeleri var. Kur’ân’ın her şeyine inanırım: Allah, bize beş vakit namazı farz etmiş. Bunları ölünceye kadar yüklemiş. Bir Müslüman olarak bunları yapmak lâzım. Bu yapılmadıkça, bunun öte tarafındaki şeylerin de olacağına kani değilim.
Diğeri de, Ay’a yıldızlara bugün değilse, yarın gidileceğine inanıyorum.
Emre – Ay’a çıkmak din ahkâmında var mı?
A.– Muhakkak vardır…
Emre – Yok. Bir gün bizim dükkâna bir hoca geldi; fakat hoca olduğunu söylemiyor inkâr ediyor. Dükkânın yazıhanesinde oturuyorduk, geldi bu hoca. Selâmünaleyküm! Aleykümselâm! İşimiz olduğu halde işimizi bıraktık. Çünkü misafir.
-Buyurun Hocafendi, dedim.
-Ben hoca değilim.
-Peki. Çay mı içersiniz, kahve mi Hocafendi?
-Çay. Amma ben hoca değilim.
Hoca konuşmaya başladı:
-Bizim dinimiz o kadar büyüktür ki, içinde tayyareler, atomlar, sefîneler, her şey vardır.
Lâfı epeyce uzattı ve söz arasında vâzettiğini de söyleyiverdi. O zaman ben dedim ki:
-Hocafendi, hani sen ilk geldiğinde hoca olmadığını söylemiştin? Şimdi de câmide vâzettiğinden bahsediyorsun?
Allah Kur’ân’da yalancıya lânet etmiyor mu?
Hoca başladı terlemeye. Kaçacak yer arıyor. Fakat devam ettim:
-Avrupalılar, tayyareyi Kur’ân’dan çıkardılar, öyle mi?
-Evet.
-Öyleyse onlar senden daha iyi Müslüman. Kur’ân, Allah’ın sözü ve emri olduğuna göre, onlar, Allah’ın sözünü senden, benden daha iyi anlamışlar ki tayyareyi Kur’ân’dan çıkarmışlar. Mâdem Kur’ân’da tayyare, atom vardı da, siz hocalar, bunu bize neden söylemediniz? Neden tayyareyi, atomu siz yapmadınız?
Hocada ses yok. Kalktığıynan kaçması bir oldu.
Kur’ân’da böyle bir ilim yok. Hazreti Muhammed bunları görmüş amma, târif etmemiştir. Etmez de. Etse bile, o günkü kafa o ilmi anlayamazdı.
(Elem tere keyfe faale Rabbûke bieshâbilfîyl) sûresi de bugünkü bombaları tarif ediyor.
S. – Bunları anlamak için ne yapmalı?
Emre – Tefekkür.
S. – Tefekkür eden, tamamiyle çözer mi?
Emre – Evet.
S. – Tarîkatların çokluğu bizi şaşırtıyor. Korkuyoruz; ya bizi delâlete düşürürlerse?
Emre – Düşürürler. Körlerin fil hikâyesini bilirsiniz: Körler, fili görmek istemişler.Filci, file afyon yutturmuş; körlere de; (Afyonun tesiri çabuk geçer; fili elleyin, hemen kaçın.) demiş. Körler de öyle yapmışlar. Yerlerine geldikleri zaman, birbirlerine, elleyerek gördüklerini anlatmaya başlamışlar. Kimisi demiş: Fil, fıçı gibidir. Kimisi demiş; Hayır, boru gibi. Beriki demiş: Dam direği gibi. Öteki demiş: Hayır, fırça gibi. Her biri, elleyebildiği yeri tarif etmiş. Herkes kendi söylediğinin doğru olduğunu iddiâ edince, iş kavgaya dökülmüş.
Göz açılmayınca, insan her tarafı olduğu gibi göremez. Bizim gözümüz de (Hakikat)in her tarafını görüp kavrayamaz. Ancak bulunduğumuz yerden kavrarız.
S. – Ama göz bizim değil ki… Siz böyle söylemiyor musunuz?
Emre – Hıh. Öyleyse, gözümüzü Allah’a teslim ederiz. İşte, gözümüzün bize ait olmadığını tamamiyle anlayıncaya kadar bu yolda yürümemiz lâzım.
S. – Hakikati anlayanlar çok olabilir mi?
Emre – Olabilir. Allah, buna bir hudut tayin etmiş. Mutlaka az olur dememiş. Fakat bir ağacın her tarafı meyva olamaz. Meyva az, yaprak çoktur. Ama her isteyen, çalışırsa, meyva olabilir.
Zapteden: Şevket Kutkan
EMRE’den Nükteler, Vecîzeler, İrticâlî Cevaplar:
*Emre – Ben şöyleyim! Ben böyleyim! diyen, kendi etrafına bir hudut çiziyor demektir, onun içinde kalır.
*Emre – Hz.Muhammed, bir hadîsînde: (Re’sülhikmeti mehâfettüllah – Hikmetin başı Allah korkusudur.) diyor, bir başka hadiste de: (Elhâinü hâif: Hâin korkar.) diyor. Bu sözler birbirini tutmuyor gibi görünüyor amma, hakikatte tamamiyle doğrudur. Çünkü sözler, adamına göre söylenmiştir. Allah’tan korkup fenâ huylardan vazgeçmesi lâzım gelen bir kimse için: (Re’sülhikmeti mehâpetullah) demiştir. Umuma şâmil olan hadis, (Elhâinü hâif)tir. Çünkü Allah Kur’ân’da ; (Evliyâullah, ne korkarlar, ne de hüzün getirirler.) diyor.
*Emre – Doğruluk ebedîdir. Rükûa varır gibi eğilsek, kaç dakika durabiliriz? Halbuki düzgün olarak akşama kadar gezebiliriz.
*Emre – Kemâlât, toprağa benzer. Ne kadar tırmalar, kazarsan o kadar istifâde edersin; ekeceğin tohum, o kadar derine gider. Kemâlat, kendisini tenkid edenlere kızmaz. Çünkü benliği yoktur. Halbuki, benliği olan taşa bir çekiç vursan, çıngılar sıçrar, parça sıçrar, gözüne kaçar.
*Emre – Ledün İlminin başlangıcı aciz ilmidir. İnsan aczini bilmedikçe, Hakikat yolunda bir adım bile atamaz. Benlikle benim! diyen, peygamber olsa, Allah’ın huzurundan koğulur.
*Emre – Süs çirkin içindir. Aşkın süse ihtiyacı yoktur. Onun süsü, samimiyettir.
Nasreddin Hoca Fıkralarının Tasavvufî Îzâhı
Sen onu danayken göreydin
Bir gün Timurlenk, Nasreddin Hoca’yı cirit oyununa gitmeye dâvet eder. Hoca da kocaman bir öküzün üstüne binerek meydana çıkar.
Cirit seyrine gelenler, Hocayı, elinde mızrak, öküzün üstünde görünce, kendilerini tutamayıp kahkahayı basarlar. Timurlenk de şaşırır, sorar:
-Bre Hocam, bu ne hal? Hiç böyle öküzle ciride çıkılır mı?
-Hakkınız var Efendim, ciride öküzle çıkılmaz; fakat siz bunu danayken göreydiniz… Ardından sapan taşı bile yetişmezdi.
EMRE’nin Tefsîri:
Cirit meydanı, (Hakikat Erleri)nin canlarıyla, başlarıyla oynadıkları (Aşk Meydanı)dır. Bu meydana, yaşlanmış bir irâdenin öküzü üstüne binilerek çıkılmamalı, demek istiyor Nasreddin Hoca. Bu işi irâdemize hükmedebildiğimiz yaşlarda yapmalıyız. İrâde ihtiyarladıktan sonra biz ona hâkim olamayız; arzularımızın, itiyatlarımızın, mahkûmu olur, (Hakîkat Meydanı)na çıkamayız. Çıksak da (Aşk) atına binmiş erlerle yarışamayız.
Nasreddin Hoca, bunu, etrafındakilere bir ibret dersi olsun diye yapmıştır. Evet, irâdenin arkasından, danayken, gençken, sapan taşı bile yetişmez ama, ihtiyarlıkta yerden kalkmayı bile canı istemez; nerde kaldı ki (Nefis Mücadelesi) meydanındaki yarışa çıksın.