İç Kaynak Dergisi – Sayı: 22

İç Kaynak Dergisi – Sayı: 23
İç Kaynak Dergisi – Sayı: 21

İÇ KAYNAK DERGİSİ | Sayı: 22

EMRE’nin Konuşmaları: 22

S. – Şevket Beyle konuşuyorduk. Siz yayladan ininceye kadar benim Balıkesir’e gideceğim ve dolayısıyla görüşemeyeceğimiz bahsi açıldı. Dedi ki: (Mektupla yazın suallerinizi…). Gerçi tetkik edemedim bu bahisleri ya… Çünkü (İç Kaynak)ı roman okur gibi okumuştum. Konuşmalarınızda; (rüyâ, rüyet etmektir.) diyorsunuz.

Emre – Rüyâyı gören, göz değil, insanın arzûlarla dolu olan aklıdır. Arzû, bir dut çekirdeğine benzer; akıl onu eker, büyütür, ağaç yapar, rüyâda bize o çekirdeği ağaç olarak gösterir.

Rüyânın hiçbir kıymeti yoktur. İnsan, rüyâ ile kurtulmaz. Hareketlerimizi, istikbalimizi rüyâlara bağlarsak, ilmin fennin bir kıymeti kalır mı?

İnsanların gördükleri rüyâlar, akıllarına, ârzularına göredir. Susuz insan, kendisini su başlarında görür. Ârzularımızın rüyâ haline gelebilmesi için belli bir müddet yoktur. Meselâ, bu gece görülen bir rüyâ, ya beş sene evvel aklımıza ektiğimiz bir ârzudur, yahut da dün gece ekilen bir arzu. Yâni rüyâ, insanın kendinden çıkıp kendine görünüyor.

S. – Rüyâ tâbirine ne dersiniz?

Emre – Evet, yapmışlar böyle bir şey. En güzelini Câfer-i Sâdık yapmış. Rüyaları üçe ayırmış: Avam rüyâsı, âşık rüyâsı, kâmil rüyâsı. Her birine göre ayrı tâbirler lâzım diyor. Avam, nefsinin arzusunu görür. Allah âşıkı da kendi ârzusunu görür. Kâmiller rüyâ görmezler.

S. – Kur’ân’ın (Yûsuf Sûresin)ndeki rüyâ?

Emre – O peygamber rüyâsı.

S. – Peygamber kâmil değil mi?

Emre – Kâmil. İnsan tekâmül edince, rüyâya lüzum kalmaz. Hem onlar, göreceklerini uyumadan görürler. Rüyâ kelimesi, rü’yet-ten gelmez mi? Rüyâ böyle de görülür ve asıl rüyâ, uyanıkken görülen rüyâdır. Buna (müşahade), (mükâşefe) diyorlar. Zaman gelir ki; insan, riyazât yaparak ne âlemlere gider, neler görür…Hatta uyku denen şeyin bile aslı olmadığı anlaşılır ve uyku kaybolur. Amma, bunlar da kurtarmaz insanı.

S. – Rüyânın kıymeti yok mu?

Emre – Rüyânda bir adamı öldürsen, seni bunun için tecziye ederler mi? Bir torba altın bulsan rüyânda, uyandığın zaman elinde bir şey kalır mı? Ayıkken görülen rüyâ kıymetlidir.

S. – Bâzı hadiseler rüyâ ile evvelden keşfedilebiliyor?

Emre – Sen ârzu ediyorsun o şeyi de, onun için görüyorsun.

S. – Ama, Yûsuf sûresindeki ekmekçinin ârzusu herhalde asılmak değildi…

Emre – Onun o ârzusu, başka arzularının altında kaldığı için unutulmuştur.

Peygamberlerin mânen gördükleri şeye, uyanıkken gördükleri için (rüyâ) denmez, (müşahade) denir. Fakat biz bunu bilmediğimiz için, müşahadelerini bizlere anlatırken (rüyâ) diye bahsederler.

S. – Rüyâları tâbir ediyorlar. İstikbaldeki, bâzı hadiseler rüya yoluyla keşfedilebiliyor.

Emre – Sen hükmediyorsun da oluyor. Onun için, rüyâyı herkese tâbir ettirmezler; iyi adama, hayra yorana tâbir ettirirler. İnsan kendini küçük görür ama, kâinattan çok büyüktür. Ve bir şeye hükmederse, o olur. Saf olan bir insanın  istediği olur ama, haberi olmaz. Buna mukabil, bir peygamber bile gaflete düşüp hata işleyebilir. Her insan insandır. Bu âlemde din tefrîki bile yoktur. Çünkü (Küllü mevlûdin yüledü alâ fıtratil’islâm. Her doğan, İslâm yaradılışı üzre doğar; sonra anası babası onu Hıristiyan, Mûsevî, Mecûsî yapar.) denilmiyor mu? Doğmak, sadece anadan doğmak mı? Mütemadiyen yeni bilgilere, yeni hâllere, âlemlere doğup duruyoruz. Bir hâlde ölüyoruz, diğer bir hâle doğuyoruz.

S. – Netice itibâriyle, size göre rüyâ, insanın kendi ârzularının kendine görünmesidir, öyle mi?

Emre – Evet.

S. – Arzular ya tahakkuk eder, ya etmez. O halde rüyânın mukadderata uyması nasıl oluyor? Meselâ Yûsuf’un rüyâsı?

Emre – O mükâşefedir.

S. – Niye rüyâ demiş?

Emre – Kur’ân baştanbaşa rumuzdur. Hakikatler, öyle gelişi güzel, ve herkese açıklanmaz.

S. – Yûsuf çocuk değil miydi?

Emre – Kur’ân onun maddî çocukluğunu değil, mâneviyat çocukluğunu anlatmak istiyor. Bunlar hep rumuzdur. Yine, meselâ Yûnus’un balık karnında gezmesi. Yûnus, balığın karnında gezmiş mi? Tabiat kanunlarına uymayan hâdiseler mutlaka rumuzdur. İşte siz de vücudunuzun balığı içindesiniz ve tefekkür deryasında yüzüyorsunuz. Yûnus, yedi sene bir kâmile hizmet etmiş; çalışmış. Allah’ta fâni olduktan sonra peygamberliğini ilân etmiş. Hz. Muhammed bile (Ben de sizin gibi bir beşerim.) diyor. Yûnus da bir beşerdi. Beşer, balık içinde yedi sene kalır mı?

S. – Belki muvakkat bir zaman için kalmıştır?

Emre – Hayır, yedi sene. Yûnus, ilmini hâle inkılâb ettirebilmek için yedi sene çalışmıştır. İlmin hâle inkilâbı bu vücutla olur, balıkla değil. Yûnus, kendisinin, etten ve kandan ibaret bu vücut olmadığını, bu bedenin, bizi içine alan bir elbiseden başka bir şey olmadığını anladıktan sonra bu vücut balığının içinden çıkabilmiştir. Daha çok şeyler vardır ki, söylense, insana küfür gibi gelir; hazmı çok zordur.

S. – Kur’ân’daki kıssaların zâhiri mânâlarının bir hakikat payı olamaz mı?

Emre – Hayır. İşte bunun için Mısrî Niyazî: (Cevizin yeşil kabuğun yemekle tad alınmaz.) (Zahîr ile ey fakı! Kur’ân’ı ârzularsın.) diyor. Cevizin yeşil kabuğu yenir mi? Kur’ân’daki kıssaların zahîrî mânâsı da cevizin, yeşil ve acı kabuğuna benzermiş.

Siz münevver insanlarsınız. Kur’ân’ı okuduktan sonra üfürmek mi iyi, yoksa yutmak mı? Yâni Bâtınî ve hakikî mânâsını anlamak mı? İşte hakikati, böyle pat! diye söylediğimiz için bize zındık diyorlar, kâfir diyorlar.

S. – Üfürmek de faydadan hâîl değil.

Emre – Ne gibi meselâ?

S. – İnsan bir şeyle meşgul olmazsa ondan istifade edemez. Kur’ân’ı okuyan da ondan faydalanır.

Emre – Meşgul olmasın, Kur’ân’ı okumasın demiyoruz biz. Şu sizin dediğiniz fayda, nasıl bir fayda?

S. – Paskal izah ediyor.

Emre – Paskal’ı bırak. Sen de biz de insanız ve anlayabileceğimiz bir mesele üzerinde konuşuyoruz. Konuşup anlaşabiliriz.

S. – Size bunun cevabını Balıkesir’den göndereyim.

Emre – Paskal, anlasaydı, Müslüman olurdu. Anlamadığımız bir şey bizim değildir. Herhangi bir kitabın mânâsını anlamıyorsak, onun hamallığını yapıyoruz demektir.

S. – Siz zikrin, yâni (Allah! Allah!) demenin faydasız olduğunu söylüyorsunuz.

Emre – (Lâilâhe illâllah!) diye tesbih çekenler, tefekkür edebiliyorlar mı? Dil alışkanlığı ile, akılları başka yerdeyken bile boyuna böyle söylüyorlar. Bu, bir tefekkür değildir. Halbuki Hz. Muhammed; (Bir saatlik tefekkür, 60 yıllık ibadetten hayırlıdır.) diyor. Bunu lâf olsun diye mi söylemiştir?

Tesbih çekenlerin ekserisi akıllarını kaybedip beşeriyete faydalı bir insan olmaktan da çıkıyorlar. Halbuki (Lâilâhe illâllah) ın mânâsını anlayabilselerdi, tekrarlamaya lüzum kalmayacaktı. (Allah’tan başka Allah yok!) sözünün gerçek mânâsını anlar anlamaz sonsuz bir zevke düşeceklerdi. Ben sizin yanınıza geldiğim hâlde, boyuna (Vâhit Bey! Vâhit Bey!) desem, beş bin defa, bana ne dersiniz?

S. – Belki bir gün kulak veririm.

Emre – Yanınıza geldiysem, siz kulak vermiyorsunuz, benim de çenem durmuyor demektir. Bak namazda öyle. Kur’ân’da: (Namaz insanları fuhşiyâttan kötü ahlâklardan men’eder.) deniliyor. Eğer biz namaz kıldığımız hâlde kötü huylarımızdan vazgeçemiyorsak, demek ki biz gerçek bir namaz kılamıyoruz… Mevlânâ, birisine diyor ki: (Sen bir türlü namaz kılıyorum diye gururlanıyorsun; halbuki daha yüz türlü namaz var…)

S. – Bu ibadetin de mutlaka faydası vardır.

Emre – Âmenna…Faydalı olmaya faydalı. Fakat kıldığımız namaz, Kur’ân’ın dediği gibi, bizi fuhşiyâttan kurtarsa daha iyi değil mi?

Yaptığımız şeyin mânâsını, hikmetini, faydasını anlamalıyız. Bizi maddi terakkiden mahrum edip Avrupa’dan geri bırakan şey, her türlü çalışmayı bir tarafa bırakıp tekke köşelerinde tesbih çekmek oldu.

S. – Evet, bir saatlik tefekkür, 60 yıllık ibâdetten hayırlıdır diyor, Peygamber.

Emre – Hah… İşte tefekkür, ilmi hazmetmektir. Ama, hazmetmek için evvelâ ilim, bilgi lâzım. Bilmeyen bir adam, neyi tefekkür edecek ki… Yemek yemeyen bir kimse, neyi hazmedecek? Mâdemki bu dünyaya bir daha gelmeyeceğiz, o hâlde, ya öleceğim, ya anlayacağım demeli. Bâzı kimseler, bu âleme sadece geliyorlar, yiyip içip, izdivâç ediyor, sonra gidiyorlar. Sanki yalnız bunun için gelmişler gibi. Ama onları kınamıyoruz ha… Hoş görüyoruz, fakat uzaktan. Onların hâlini insanlara bir numune olarak gösteremeyiz. Her hâli olduğu gibi görürüz; fakat tekâmülünü de isteriz.

Bu yolda herhangi bir müşkülümüz varsa, kalbimiz henüz (selîm) olamamıştır. O hâlde, çalışıp çabalayıp, her müşkilimizi halletmeye uğraşmalıyız.

A.Rıza Bey – Vâhit Bey’in sözlerinden şöyle bir netice çıkardım: Tefekkürler, idmanlar insanı alıştırır. Fikirle hareket tevhit edilirse, fikrin hareket hâline gelebilmesi için zemin hasıl olur, demek istiyor galiba?

S. – Evet.

A.Rıza Bey – O zaman insan saflaşır; tasfiye hasıl olur. Bu yoldan gidilip gidilmiyeceğini soruyor.

Emre – Doğrudur. Gidilmesi oradan. Fakat orada kalmamak şartıyla. Durmadan (Allah! Allah!) dedik, fakat (Men arefe nefsehû, fekad arefe Rabbehû: Nefsini bilen, Rabbini de bilir.) hadisinin sırrını anlamadık; neye yaradı?

Biz de üç beş sene çektik bu hâli. Zaman gelir ki o kudret, bu doğuşları bizim ağzımızdan helâda bile söylerdi. Ben işin esasını anlamadığım için (Tövbe estağfurullah!) derdim. Sonra düşündüm ki, söyleyen ben miyim ki mes’ûliyeti bana ait olsun. Ben bu sözleri söylemeye mecburum, mahkûmum. O kudret ise, sözlerini her yerde söyleyebilir. Onun için ne helâ vardır ne bir şey…

Ben o tövbe estağfurullah devresinde ilelebet kalsaydım, hâlim ne olurdu? Mâdem her hâl zevâl bulur, o hâlde hiçbir kanaatta, hiçbir zanda kalmamalı, ilerisine yürümeli. Eğer hayatımızın sonuna kadar Allah! Allah! demek icabetseydi, ilmi, âşkı, irfâniyeti, kemâlatı nasıl öğrenecektik? Bu hâller nerden zuhur edecekti? Onu bırakacaksın ki bunlara ulaşabilesin.

Ama bilgi ile fiil birbirine uymayınca, biberi, acı olduğunu bile bile yemeye benzer bu.

S. – En iyisi yılanlar. (Satranc-ı Urefâ’daki yılanlar.)

A.Rıza Bey – Vâhit Bey güzel söyledi: (Yılanlar), terim. Yılanların terimleri tablo üzerinde kalırsa…

S. – Tesbih çekmeğe başlar.

Emre – Bir devre gelir, Allah! deyince, kımıldıyamazsın. Ateşe atsalar, yanmazsın. Fakat bunlar  da hiç. Bunun da daha ilerisi var.

Ama yanlış anlaşılmasın, biz, değil tesbih çeken, Allah! diyen bir insanı, haça tapan, puta ibadet eden bir kimseyi bile hor görmeyiz, severiz. Haça tapan kimse, bu işi Allah için yapmıyor mu? Nefsine ve dünyaya tapacağına, haça tapıyor; oh! Ne güzel! Allah’la kendisi arasında yalnız bir haç kalmış. Halbuki biz namaza durunca, Allah’la aklımız arasına neler gelip girmez ki… Amma; âşıklar böyle değil.

Allah razı olsun, Vâhit Bey bizi söyletiyor. Bâzı kimseler benim bundan yorulduğumu zannederler ama, bilakis, yorgunluğum gider.

S. – Ama beni, konuşmalarınızdan sonra çok düşündürdünüz.

Emre – İşte başladı tefekkür. Allah bizi bu tefekkürün içinden çıkarmasın. Ne kadar tatlıdır bu düşünce… Şimdi başka bir şey düşünebiliyor muyuz? Halbuki namazda neler geliyor… Ateşe düşerek düşündüğün zaman aklına başka düşüncelerin kurtları gelir mi?

S. – İşte namazda da böyle kendimizi toplayabilirsek…

Emre – Aklın ona yaklaşınca, ne kımıldanabilirsin, ne de başka şey düşünebilirsin. İşte o zaman (Va’but Rabbeke hatta ye’tiyekel yakîn) hâli tecellî eder. Ehli mezâhir, bu âyetteki (Hattâ ye’tiyekel yakîn)e (ölünceye kadar) mânâsını veriyorlar ama, hakikat Kur’ân’ın  ve mutasavvıfların dediği gibidir. Muhammediye sahibi Yazıcıoğlu Mehmet Efendi:

(Bana ne savmaa, mescit’çü maksûdumdur ol Mürşit;
Gerek her yüze yüz uram, gören anı mecâlîden)

diyor.

Mânâsı nedir bilir misiniz? Çevirsin de bak…
(Benim maksadım, gayem, Mürşidimin yüzü olduktan sonra, bana mescidin ve ibadethanenin ne lüzumu var… Benim, insanların yüzlerinin aynalarında onun yüzünü görmem lâzımdır.) diyor.

Emre – Bir Muhammediye baskısında bu beyti başka yazmışlar. Bakıyor ki adam, Yazıcıoğlu ne mescit istiyor, ne ibadethane, sadece Mürşidinin yüzünü istiyor, hazmedememiş, değiştirmiş. Siz eğer Muhammediye okursanız, kitabın arka tarafında, kendi ismini zikrettiği şiirleri okuyun, Yazıcıoğlu o şiirlerde aşka gark olarak söylüyor.

Cennetten, cehennemden de bahseder ama, arada bir, (Bir kavim vardır ki, siz necasetten nasıl kaçarsanız, onlar da cennetten öyle kaçarlar.)der. Hz. Muhammed de böyle bir söz söylemiş: (Ekserü ehlil cenneti bühün: Cennet ehlinin ekserisi ahmaktır, eblehtir.) diyor. Demek bizim bildiğimiz cennetten daha ilerisi, daha iyi bir yer varmış ki böyle söylemiş. O hâlde cennet Allah’la aramızda bir hâil, bir put.

S. – Cennet mi put?

Emre – Evet; fakat âşıklar için.

S. – Bundan kurtulma devri var mı?

Emre – İnsan kendinden kurtulunca put da kalmaz. Allah’tan başka sevdiğimiz her şey put, ancak Allah mâbuttur.

S. –   Bir şekil içinde düşünürsek?..

Emre – (Küllü men aleyhâ fân ve yebkaa vechû Rabbike Zülcelâli vel’ikram: Dünyâdaki her şey fâni olur, ancak celâl ve ikram sâhibi Rabbinin yüzü bâki kalır.) âyetinin hâli tecellî edince, İbrahîm, Kâbe’ye göze benzeyen Hâcerül’esved’i koyuyor.

S. – O hâl tecellî edince ne oluyor?

Emre – Ortada Allah’tan başka kimse kalmıyor.

S. – Ama bu da şekilli oluyor…

Emre – Şekilsiz. Misli yok ki misâl getiresin…Âşkın anlayışına kalmış bir şey. Kemâlât, onun için sükûttan sonra başlar.

“Kemâl ehli kemâlâti sükût ile buldu hep”
“Eğer sözün fıdda ise, sükût et, olsun zehep”

Nasreddin Hoca’nın kazı meselesi de bunu anlatıyor; Hoca pazarda gezerken bakıyor ki adamın biri küçücük bir kuş için üç beş kese akçe istiyor. Kendikendine diyor ki: (Bu kuş beş kese akça ettikten sonra, bizim kaz 15 kese akça eder.) Hemen eve  koşup kazı getiriyor, ayaklarını bağlayıp müşteri bekliyor. Birisi geliyor soruyor:

-Hoca bu kaz kaça?

-15 kese akçeye.

-Aman Hocam, ne yapıyorsun? Bir kaz 15 kese akçe eder mi?

-Niye etmesin? Bak, yanımdaki adam, küçücük bir kuş için beş kese akça istiyor da bu kocaman kaz niye 15 kese akçe etmesin?

-Ama o kuş konuşur.

-O konuşursa, benimki de susar, dinler.

S. – Hz. İsa’da bu hâl tecellî etmiş midir?

Emre – Hepsinde tecelli eden aynı Hâldir de, Hz. Muhammed’de bu hâl tekâmül etmiştir. Kur’an başka bir âlemdir. Hz. Muhammed, bu halin nihayetine kadar varmış; bulmuş, bilmiş, bize bildiriyor.

S. – İsa devrinde kâmil kimdi?

Emre – İsa. Peygamberimiz, hangi peygambere peygamber değil demiş? Hepsinin peygamberliğini tasdik ediyor. Fakat Muhammed gitmiş değildir. Gitseydi, 1370 küsur sene geride kalmış olurdu. O, diğer peygamberler gibi geride kalmamıştır. Daima öndedir. O bizim rehberimizdir; biz onun arkasındayız.

S. – Hristiyanlar İsa’ya Allah diyorlar?

Emre – Devrinin Kâmiliydi ama, Muhammed’e nazaran nâkıstı. Şimdi o var mı? Hani onun şimdi Allahlığı? Fakat ondan evvel de, ondan sonra da, Allah’ın tecellîsi sonsuzdur. Hepsi de bir ışığın muhtelif tecellîlerinden ibarettir.

S. – Az veya çok, değil mi?

Emre – Evet. Bir devre gelir ki, biz kendimizi herkesten aşağı görürüz. Bir devre gelir ki ona yakınız diye iftihar ederiz. Her vakıt o hâlde kalamayız. Gaflet de lâzım.

S. – Tecellî vâki olduğu zaman vücuttan eser kalır mı?

Emre – Vücut nereye gider ki? Sadece akıldan çıkar. Bankayı düşünürken, kendimizden haberimiz oluyor mu? Akıl, başka bir âlemdir. Âşk ile meşgulse Refref denir. Fücuratla meşgulse, İblis denir. Suya şeker atarsan şerbet olur, kahve atarsan kahve olur. Neyi düşünüyorsak, onunla beraberiz.

A.Rıza Bey – Şinasi:

(Kıl, bir Alem, adır senden beşerde,
Nasıl künhün muhit olsun kemâhi?)

diyor. Nasıl anlasın akıl… Hocam Remzi Bey; (İman olmayınca, bunlar ne kadar kelimeye dökülse, anlaşılmaz.) derdi. Tecellîyi filân, akıl, kendine göre anlıyor.

S. – İlmi Ledün herkese mahsus değilmiş.

Emre – Haltetmiş onu söyleyen. Bu sözü söyleyen, kendini halkın içinden seçmiş, onlardan yüksek zannediyor kendini de onun için söylüyor böyle. Herkese mahsus değilse, beni nasıl mes’ûl edebilir? Hırsızlık etmemek kabilmiş ki, Allah Kur’ân’da: (Hırsızlık etmeyin!) diyor. Fena işlerin yapılması ve yapılmaması mümkünmüş ki, yâni bizim irâdemize bırakılmış ki yasak ediyor, (yapmayın!) diyor.

Her insan bu yolda yürüyebilir; fakat azmederse, muvaffak olur. Allah, insanları ismen çağırmaz, (Ahmet! Mehmet! Gelin!) demez.

S. – İnsanlar, doğuşta müsavi midir?

Emre – Irsen aklî bir hastalığı yoksa, evet. Demin dedik ya; (Küllü mevlûdun yüledü alâ fıtratil islâm) diye…

S. – Çocuk, babasının mes’uliyetini niye çeksin?

Emre – Mes’ûliyet, insanlaradır. İnsandan başkasına ne cennet var, ne cehennem. Hayvanlar için mes’ûliyet olur mu? Derler ki İsmail’in koçu, Salih’in devesi ile Kıtmir cennetlikmiş. Bunlar da rumuz. Bunlar, onların tasfiye olunan ahlâklarıdır. Bir deli bile (Allah nedir?) diye düşünsün, iyi olur.

S. – Ama düşünemez…Demek ki nâkıs olanlar var…

Emre – Elbette olacak. Taş da olacak, hayvan da olacak, insan da olacak. Fakat şu gördüğün insanlar bir midir? Siz, ilmi ledün herkese mahsus değildir, herkesin kabiliyeti yoktur demek istiyorsunuz ama, öyle değil. Deli anlayamaz, evet; ama siz onun gibi misiniz?

S. – Frengili çocuğun ham zekâsına ilmi ledün’ü nasıl öğreteceğiz?

Emre – Onun varlığı var mı ki?

S. – Mevcut ama…

Emre – Mevcut olmak kâfi mi? Onun lütuftan haberi yok ki… Hangi hayvanın kendine göre aklı yok ki… Fakat lütuftan haberdar olacak bir akıl, normal bir akıl, hasta olmayan bir akıl gerek.

S. – Öyleyse bir hudut çizeceğiz bu işe.

Emre – Hayır. Düşün bir kerre: (İlmi ledün herkese mahsus değildir. ) diyen, o sözü sana karşı söylemiş. Senin aklın sakat olsaydı, Allah’ı ve bu meseleleri düşünebilir miydin?

Görüyorsun ya, dâvâ, hem tatlı, hem kıymetli, hem de büyük.

S. – Bilhassa büyük.

Emre – Ama, tadı, zorluğunda.

S. – İnsanlar mı zorlaştırıyor?

Emre – Bir eşya ne kadar kıymetli olursa, kasası o kadar kalındır.

S. – Banka faizi almak haram mı?

Emre – Değil. Bana kalırsa, haram değil. Mâdem ki bu iş kanuna bağlı, şeriata bağlı demektir. Şeriata bağlı olan da, Allah’a bağlı demektir. Ülül’emre itaat şart değil mi? Kanunun yap! dediğini yap, yasak ettiğini yapma.

Bankalardan faiz alıp vermek, ticareti tahrik ediyor.

Zapteden: Şevket Kutkan


 EMRE’den Nükteler, Vecîzeler:

*Emre – Nasıl, bu yüzümüzü görmek için bir aynaya ihtiyaç varsa, iç yüzümüzü görmek için de mânevi aynaya, bir mürebbîye ihtiyaç vardır. Bir insan, hayattayken, kendi aklından, kendi ahlâkından çıkıp mürşidinin kalbine girmezse, bu mesele hallolmaz.

*Emre – Hâlimizden şikâyet bitti mi, cehennemde odun kalmaz, her taraf cennet olur. Cehennemin odunu şikâyettir.

*Emre – Öğünme, gurûrun meyvasıdır. Bir ağaç, meyva vermeğe başladı mı, artık büyümez, gıdasını meyvasına verir, öğünen insan da, san’atında, mesleğinde ileri gidemez.

*Emre – Kan kalesi, içinde ahlâkımız, aklımız, arzularımız bulunan bu vücuttur. O da ancak âşk kılıcıyla fetholunur.

*Emre – Aynanın içinde görülen hayâl, hakikatin kendisi olabilir mi? Biz de bu vücuttan görünüyoruz ama, Hakîkî varlığımız bu vücut değildir.

*Emre – Ben! diyen, bir damladan başka bir şey değildir. Çünkü kendini denizden seçip ayırıyor. Damlanın içine girip de yıkanamayız. Neticede de, daima kurumaya mahkûmdur. Damla olan insanlardan istifade edilemez, istifade, ancak damlasını (Deniz)e atıp deniz olanlardan edilir.

*Emre – Allah’ı mürşitsiz arayan, kendikendine arayan, kendi kendini bulur, İblis olur.


Nasreddin Hoca Fıkralarının Tasavvufî Îzâhı

Belki Kavaktan Öte Yol Gider…

Mahalle çocukları, mûziplik olsun diye, Hoca’yı ağaca çıkartıp pabuçlarını çalmağa karar vermişler. Hoca yanlarından geçerken, kendi aralarında: (Bu ağaca çıkabilene aşk olsun!) diyerek Hoca’nın yüzüne bir tuhaf bakmışlar. Hoca, onların bu şakalarını anlamazlıktan gelerek:

-Kavağa çıkmak da bir iş mi? Ben çıkarım, demiş. Çocuklar:

-Çık da görelim, demişler, bu iş lâfla olmaz.

Hoca, hemen eteklerini beline sokmuş, pabuçlarını da kuşağına yerleştirmiş.

Oyunlarının bozulduğunu gören çocuklar, Hoca’ya sormuşlar:

-Pabucunu neden aşağıda bırakmıyorsun?

Hoca gülerek cevap vermiş:

-Belki kavaktan öte yol gider…

EMRE’nin Tefsîri:

Kavak, meyvasız bir ağaçtır. Hoca, benliği kavağa benzetiyor. Pabuçlarını beline sokmakla, hem onların kötü niyetlerini önleyecek bir tedbir almış oluyor; hem de, Hakikat yolunun, benlik kavağından ötelere de gittiğini anlatmak istiyor.

Çocuklar, bu söze sadece gülmüşler, Hoca’ya: (Kavaktan öteye yol gider mi?) diye sorsalardı, Hoca, onlara şöyle bir cevap verirdi:

– Evet, yol, benlik kavağından öteye de gider; hattâ ondan sonra başlar.