İç Kaynak Dergisi – Sayı: 21

İç Kaynak Dergisi – Sayı: 22
İç Kaynak Dergisi – Sayı: 20

İÇ KAYNAK DERGİSİ | Sayı: 21

EMRE’nin Konuşmaları: 21

(Geçen sayıdan devam)

S. – Ortada (Öğrendim!) varken, hep böyle gider.

Emre – Hazreti Muhammed bile (Mâarefnak…) dadikten sonra, biz ne demeliyiz… Bilen, bildim! diyebilir mi? Kemâlâtın en büyüğü, insanın kendisini herkesten küçük görmesidir. Bizler ancak böyle insanlardan bir şeyler öğrenebiliriz. Onlar anaya benzer. Ana, çocuğundan karşılık, teşekkür, ücret bekler mi? Çocuk Sultan, ana hizmetçidir.

S. – Bak ne güzel… Hiçbir şey beklemeyeni dinle. Ya dinlemezse?

Emre – Ne yapalım; dinlemez, dinlemez…

S. –Buna üzülmez misin?

Emre – Hayır; Hz.Muhammed, hırsızlık edenin elini keser, sıcak yağa batırırdı. Acır mıydı hırsıza? Çünkü o el, daha nice evler yıkardı. Allah’ın bir ismi de (Celâl)dir, bir ismi (Şedîd-ül-ikab)dir… O kandilcinin kafasına vurmasalardı, Kâbe karanlıkta kalacaktı. Hükümet, niçin bâzı kimseleri asıyor? Bir mikrop gelip giriyor vücuda; ortalığı velveleye veriyor. İğne yapmayacak olursak, o vücut ölür. Herkesin kendine ait iradesi var; ister dinler, istemezse dinlemez. Allah’ın , Kur’ân’da: (Şu fîili yapmayın!) demesi, şefkatindendir. Buna  rağmen yaparsa, karışmaz: çünkü kulunun da bir iradesi vardır; o iradeyi de kendisi vermiştir.

S. – Niye bazı hırsızlara müsamaha ediyoruz, onu gördüğümüz hâlde?

Emre – Allah gözüyle görsek müsamaha etmeyiz.

S. – Pêki, bu hâli anlatmak mümkün değil mi?

Emre – Hayır, imkân olsaydı, Hz.Muhammed, Ebûcehil’i irşad ederdi. Çünkü Ebûcehil’i çok severdi.

Nene lâzım senin, şunun bunun kalbini bilmek? Hz.Muhammed bile (Eşyayı bana olduğu gibi göster.) dedi. Bu arzular, insanı zındıklığa, deliliğe götürür. Vaktiyle biri varmış; müritlerini yetiştirmeğe çalışırmış. İçlerinden biri, muhterismiş. Bir gün mürşidine: (Sen bir gün, ben cezbeye geldiğim zaman her şeyi bilirim dedin; bu doğru mu?) (Bırak oğlum bu şeyleri; senin için iyi olmaz…) (Hayır, bırakmam!) (Peki, ne istiyorsun?) (Şu mahlûkattan birinin dilini bilmek istiyorum) (Gel isteme: sana zararı dokunur.) (Hayır, ille istiyorum.) (Peki, hangi hayvanın dilini bilmek istiyorsun?) (Köpeklerin.) (Hadi bil bakalım!) Adam akşam eve geliyor. Bir de bakıyor ki kendi köpeği ile komşunun köpeği konuşuyorlar. Komşunun köpeği, kendi köpeğine diyor ki; (Hav hav!) (Ne var?) (Karnım aç; yiyecek bir şey de yok) (Merak etme; yarın bizim ağanın atı ölecek; onun leşini yeriz.) Adam diyor ki: (Hah, gördün mü. İyi ki köpeklerin dilini bilmeyi istemişim; yoksa at ölüp gidecekti. ). Ertesi gün atı satıyor. Akşam olunca köpekler yine konuşmaya başlıyorlar: (Hav hav!) (Ne var?) (Yalancı… Hani sen ağanın atı ölecek demiştin?) (Bizim ağa dilimizi öğrendiği için konuştuğumuzu anladı, atı sattı; fakat yarın mandası ölecek; onun leşini yeriz. ). Adam ertesi gün mandayı da satıyor. Akşam olunca, komşu köpek yine sitemde bulunuyor: (Bugün de yalan çıktın…) (Artık bugün tamam.) (Niye, ne var ki?) (Yarın bizim ağanın kendi ölecek: kazanlarla yemek pişirirler; onların artıklarını yeriz. ) Adam ertesi gün hemen mürşidine koşuyor: (Aman Efendim, hâl keyfiyet böyle… Aman beni kurtar…) (Yoo, ben karşımam; Çünkü sen Allah’ın işine karıştın; artık köpeklerin dediği olacak.) Tabii, adam ölüyor.

Bu arzular, benliğimizin yükü, benliğimizin belâlarıdır. Bunlar boşalırsa, kalbimiz selîm olur. Allah da bizden kalbi selîm istiyor; şunun bunun kalbini bilmeyi değil.

Aziz Kutlular – Onun için ölüye bilgi lâzım değil ya.

Emre – Sâlim olmak için akılda hiçbir şey bırakmamak lâzım. Ne mala, ne mülke, hattâ ne de ibadete güvenmemeli. Mûsâ Tûr dağına giderken, bir adam, kendisine; (Yâ Mûsâ! Allah’la konuştuğun zaman benim hâlimi sor bakalım; ben kırk seneden beri ibadet ediyorum. Herhalde cennetlik bir insan olmuşumdur; bir soruver.) Mûsâ da adamın dileğini yerine getirmiş. Allah demiş ki: (En cehennemlik kulum odur!). Mûsâ, Allah’ın bu sözünü adama olduğu gibi anlatınca, ibadetine güvenen adam döğünmeğe başlıyor. Bu üzüntü birkaç gün devam ettikten sonra, Mûsâ bir gün bakıyor ki adam keyfindenden oynayıp duruyor. (Neden bu sevinç?) diyor. (Mâdem bana kulum demiş, beni kulluğa kabûl etmiş, bana bu yeter. İster cehenneme atsın, ister dağlara… Ne yaparsa yapsın…) Mûsâ Tûr’a gittiği zaman bu adamın hâlini Allah’a anlatıyor. Allah diyor ki: (Mâdem benim kulum olmakla iftihar ediyor, en makbûl kulumdur.)

Şevket Baba – Âşık! Bu âciz bir noktaya temas edecek: Cennet nerede?

Emre – Ben kendiliğimden bir şey söylemeyim de, Mısrî Niyazî’nin bir şiiri var, ondan bir beyit okuyayım; dinliyorsun değil mi? Mısrî Niyazî diyor ki:

Bugünkü cenneti irfâna dâhil olsalar uşşak,
Yarınki vâdolan Hûrî veyâ Gılmânı neylerler…

S. – Bendedir o, dersem ne dersiniz?

Emre – Böyle söyleyende ben Allah’ın hangi sıfatının tecellî ettiğini bilirim. O, (Bendedir. ) derdemez, Ondan uzaklaşırım.

S. – Böyle cahiller vardır.

Emre – Cehaletine veririz.

S. – İsbat ederse?

Emre – Allah onlara lânet ediyor. Şeytan Hâlik mi, mahlûk mu?

S. – Bana göre Şeytan muzır değildir.

Emre – Öyleyse, Allah’ın emrini duymamışsın. Şeytan muzır olmaz olur mu?

S. – Ben, Şeytan olarak nefsimi biliyorum.

Emre – Biz de onu söylüyoruz ya… Gine hikâye söyleyim mi?

S. – Yorulmazsan…

Emre – Yorulmam, iftihar ederim.

Bizim çok büyük bir mürşidimiz vardı. Terbiye tarzı, çok riyâzat yaptırmaktı. Biz de öyle yetiştik. Ben onun kılıcı ile öldüm; onun için söyleyen ben değilim; benim dilimden, benim ölümden söyleyen odur, onun diriliğidir.

Bir gün yine Tarsus’tan gelerek bizi etrafına topladı; güzel güzel konuşuyor. Daima da ölümden bahsederdi. (Ölmeyince kurtuluş yok!) derdi. İzah da etmezdi. Biz sohbet dinlerken, arkadaşlardan biri ayağa kalktı, bir şey söyleyecek gibi; fakat Efendi devam ediyor sözüne. Biraz sonra sordu o arkadaşa: (Ne var?) (Boyuna bir ölümden bahsediyorsun; hadi beni öldür; öldürmezsen ben seni öldüreceğim!) Efendi, arkadaşın yüzüne öyle bir sert baktı; arkadaş pat! diye yere düştü. Sonra kalktı gitti, yerine oturdu. Yarım saat kadar bir sessizlik oldu. Sonra Efendi sordu: (Nasılsın, iyi misin?) Hemen arkasından da bir hikâye çekti:

Vaktiyle memlekette bir papaz varmış. Hastaları bu papaza götürürlermiş. Fakat papazın okuduğu her hasta ölürmüş. Papaz, hastanın yanına girince, odaya kimseyi sokmaz, hastayla baş başa kalırmış. Bir gün, birkaç kişi aralarında konuşup, (Gelin birimiz yalandan hasta olup yatağa yatalım; papazı da çağıralım; bakalım ne yapacak?) derler, içlerinden birisi yalandan hasta olup yatağa yatıyor. Papazı çağırıyorlar. Papaz, geliyor, hastanın odasına giriyor, kapıyı arkadan kitliyor. Hastaya bakıyor ki gözleri canlı. Dua okur gibi yaparak, hastanın gafil bir ânında birdenbire gırtlağına sarılıyor, başlıyor var kuvvetiyle sıkmaya. Hasta taklidi yapan adam, sesini bile çıkaramıyor; bir müddet debelendikten sonra ölüyor. Meğer papaz, ölmek üzre olan hastalarla fazla uğraşmamak için hemen boğazlarını sıkar, ölmelerini kolaylaştırırmış. Bu seferki hastanın gözlerini canlı gördüğü için bütün kuvvetiyle gırtlağını sıkıyor. Adam da genç ve kuvvetli olduğu için epey mukavemet ediyor. Papaz adamı boğuyor ama kendisi de kan ter içinde kalıyor. Dışarı çıktığı zaman, hastanın sahipleri soruyorlar: (Nasıl buldunuz hastamızı papaz efendi?) (Emri ilâhî yerini buldu ama, bir daha beni böyle ham ölülere çağırmayın.) diyor.
Mürşit kılıcını boğazımıza dayadı mı, yalnız ayaklarımız bir iki defâ hafifçe kıpırdamalı, o kadar.

Muhiddinî Arabî de bir müridine, senelerce söyler, fakat hakikati duyuramazmış. Adam bir gün pazardan geçerken, bir kabakçı, son kabağını satmak için: (Lâ baka İllâ Vahid!), yani (Bir taneden başka kalmadı!) diye bağırınca mürit hakikati anlayışının keyfinden, cezbesinden pat! diye yere düşmüş, bayılmış. Halk, bayılan adamın, Muhiddinî Arabî’nin müridi olduğunu bildiklerinden onu çağırıyorlar. Muhiddîn geliyor, adamı ayıltıyor. Kabakçı, tabii gine malını satmak için (Lâ baka Îllâ Vahid!) deyince, adam yine bayılıyor. Muhiddîn anlıyor ki, adam, bu sözün zevkinden hâsıl olan cezbeden bayılıyor. (Ulan, diyor, ben sana bunu senelerden beri söyleyip duruyorum da, şimdi bir kabakçıdan mı duydun?)

S. – Demek, müddetinden evvel iltimas edemez misiniz?

Emre – Edemez.

S. – Demek hakkımıza râzı gelmeliyiz?

Emre – İrfâniyetle ilim, ilimle ibâdetin araları birer asır kadar uzak. Fakat âşk, bu mesafeyi bir adımda aşar, gider. Öyle de olur ama, ömrü beşer kâfi değil. Lâzım olan şeylerin birisi ilim, birisi hâl, biri teslimiyet, biri sadakat, biri de azîm. Ondan ötesini tarif edemeyiz.

S. – Bir insanda bunlar mevcut da, başka şeyler istiyorsa ya?

Emre – İster durur. Sayıklar yâni. Fakat, Allah’ın çiçekteki, köpekteki tecellîlerini bırakmalı da şu ışığın aslını görebilmek için kafamızı kaldırıp yukarıya bakmalı.

S. – İntihar etmeme müsaade eder misiniz?

Emre – Hayır, kat’iyen.

S. – Üç beş gün evvel iltimas yok mu?

Emre – İltimas sahtekârlıktır. Allah ve Allah’a uyan bir kimse iltimas ve sahtekârlık bilmez.

S. – Arzu da kabûl etmez, öyle mi?

Emre – Etmez.

S. – Ne olacak peki?

Emre – Teslimiyet. Teslim olduktan sonra, bu iş, bir anda da biter. Zâten vakit, zaman diye bir şey yoktur. Bir (ân-ı dâim) den başka bir şey yok. Bize bu hâli, bu kudreti verecek olan, ne sen, ne ben, ancak Allah’tır. Fakat bir kulunun eliyle verir.

S. – Allah’la beraber olanlar rica ederlerse? Onu rica etsek? Kullarını dinlemez mi? Her halde dinler. Demek ben Allah’la beraber değilmişim ki benim arzumu vermiyor.

Emre – Sen Allah’la beraber olsan, arzu kalmaz.

S. – Demek def’i belâ değil?

Emre – Allah için ne ve kim belâ olabilir ki?

S. – Bu ruhu al diye sayıklıyoruz, oralı olmuyor.

Emre – Biz vereceğiz, hem de irfanîyet ve âşk yolu ile. O, lâyık görürse bizi, şırp! diye alır.

S. – Beyefendinin okuduğu devirleri bir daha anlasak?

Emre – Evet, okusun bir daha. Cemâliniz hakkı için, ben bir şey bilmem; doğuş söylemek nerde, ben nerde… Allah bu Şevket Bey’den razı olsun, sonradan bu doğuşları okur, o zaman ben de istifade ederim. Bunların bir kelimesini bile tashih edemem. Ancak Şevket Bey, veya bazı arkadaşlar, (Doğuşun filân yeri eksik kalmış; tamamlar mısınız?) deyince, ben yine o söyleyen Kudret’e yapışırım, kaval gibi olurum. Gelir, söylerse, ben de o sözleri naklederim; yoksa yok. Şevket Bey o doğuşu bir kere daha okusun:

Ne kadar medhetsek, az;
Hakikat hiç pas tutmaz;
Bu (Gönül Ağacı)nda
Her kuş yuva yapamaz.

Bir çoğu konar, kaçar,
Ayağı yanar, nâçâr;
Binde birisi yapar;
Seyredin, çok hikmet var:

(Sabır) gerek evvelâ,
Yardım eylesin Mevlâ;
Sabırı çok olan kuş,
Yuva içinde kala.

İkincisi: (Tahammül);
Etmek lâzım tenezzül;
Her kuşta hiç olmaz bu;
Kahrı çeker o bülbül.

Üçüncüsü: lâzım (ilim):
Öğrenen, olur sâlim;
Öğrenmek istiyenler,
Kendini bilir yetîm,

Dördüncüsüdür: (Azîm);
Bunlar sırayla lâzım;
Yârabbî! ben de görsem…
Budur benim murâzım.

Beşincisi: (Aşk) gerek;
Aşk gelse, eder ipek;
Aşka bürünenlere
Semâyı açar felek.

Altıncısıdır: (Yokluk);
Daha târif etsem, çook;
Yokluktan sonra açar
(Dilber), yüzünden (Ufuk).

Yedincisi: (Çok Gizli)
Kimsenin dönmez dili;
Emre’ye, devirlerde,
Geçti, etti tecellî.

9.6.1945

Zapteden: Şevket Kutkan
25.3.1959 saat: gece yarısından sonra: 2.30


S. – Cenneti, cehennemi burada temin etmezsek, bir şey yok. Cenâbı Hakkı temsil eden sensin, sıfatı sensin; bırak saklanmayı da, eldivensiz konuşalım.

Ne güzel tarif etmiş şu doğuş… Ama kafamızın dibi delik olduğu müddetçe… Yoruldunuz mu?

Emre – Yok. Yorulmuşum hakikaten. Beni kendime getirince, yorgunluğumu hissettim. Ama söyleyen yorulmamıştır.


EMRE’den Nükteler, Vecîzeler:

*Emre – Burada, gideceği yeri bilmEyen ve yapmAyan, orada garip kalır.

*Emre – Kur’ânı okuyup üflEyeceğimize, yutmalıyız; aklımızın, fikrimizin ağzıyla yutmalıyız. Asıl Kur’ân ise canlıdır: Ona da yutulmalı.

*Emre – Taassubun da faydası vardır: Din ile dinsizliği ayar eder. Ama ayar ettikten sonra çekilir, gider. Taassup, komünizm ile din arasında bir cephedir, dinin müdafaasıdır. Taassup olmasaydı iş fenaydı. Bunlar hep Allah’tandır; kimsenin elinde değildir yaptığı…

*S. – Dünya vaziyetini nasıl buluyorsunuz?

*Emre – Çok güzel! Her şey yerli yerince olup duruyor; yapan, çok güzel yapıyor.

*Emre – Uyuyan adamı uyandırsan kızmaz mı? Kızar. Mutaassıpların mutasavvıflara kızması da bu kabildendir. Mutasavvıflar bunu bildikleri için, kendilerine küfreden uyurgezerlere kızmazlar.

*S. – Çok şükür hastalık geçti!

*Emre – Hastalık geçmedi, biz ordan geçtik.

*Emre – (Ağlamak) ile (Ağılamak) birbirine benziyor. Hakikaten, nefsin ağısı, zehiri, ilâhi ağlamaktır.


Nasreddin Hoca Fıkralarının Tasavvufî Îzâhı

Ay mı daha faydalıdır, güneş mi?

Hoca’ya bir gün:

— Güneş mi daha faydalıdır, yoksa ay mı? diye sorarlar. Nasreddin Hoca hiç düşünmeden cevap verir:

— Ay daha faydalıdır.

— Neden Hocam?
— Efendim, mâlûm ya, güneş gündüzleri doğar. Ay ise, geceleri çıktığı için ortalığı nura boğar. Elbette ay daha faydalıdır!

EMRE’nin Tefsîri:

Bu Fıkranın tefsîrini şu fıkrayla yapmak mümkündür:

Vaktiyle bir (Kâmil) varmış, etrafında da birçok talebesi. Bunların içinde (Hakikat)i idrâk etme seviyesine gelmiş birini, bir gün yanına alarak deniz kenarına inmiş. Ona:

-Oğlum, şimdi seninle denizin üstünde yürüyerek Üsküdar’a geçeceğiz. Suyun üstünde yürüyebilmek için ben mütemadiyen (Allah) diyeceğim, sen de benim ismimi söyleyip (Ahmet!) (Ahmet!) diyeceksin, emi ?

— Pêki Efendim.

— Hadi öyleyse tut cübbemin eteğinden de suya girelim.

Mürit, Efendisinin eteğinden tutar, başlar (Ahmet!) (Ahmet!), yahut (Efendim! Efendim!) demeğe. Efendisi de (Allah! Allah!) der, denizin üzerinde kayıp gitmeğe başlarlar.

Bir aralık, mürit kendikendine der ki: (Ben niye Allah! Demiyorum da Ahmet! Diyorum… Ben de Allah! derim…) Bunu der demez ayakları suya gömülmeğe başlar, işin esâsen farkında olan ve bu vesîleyle talebesine (Gerçek)i öğretmek isteyen (Kâmil), ayakları suya batınca telâşlanan mürîde:

— Ne oldu oğlum? der. O da yaptığı hatâyı Efendisine anlatır. O der ki:

— Oğlum, sen daha doğrudan doğruya (Allah!) diyecek seviyeye gelmedin. Onun için sen şimdilik benim ismimi çağıracaksın; yoksa batarsın.

Mürit, tekrar Efendisinin ismini söylemeğe başlıyor. Üsküdar’a varıyorlar.