İÇ KAYNAK DERGİSİ | Sayı: 19
Emre’nin Konuşmaları: 19
(Bu konuşma, 25.3.1959’da İstanbul’da olmuştur. Sualleri soran, saçı, sakalı uzun ve simsiyah, Şevket Baba isminde, berberlik yapan bir mürşittir.)
S. – Bir balıkçı arıyorum.
Emre – Balıkçıyı bulamazsak, Hâlikçiyi buluruz. Bunun için de (Deniz)e atılmak kâfi.
S. – Korkuyorum.
Emre – (Elhâinü hâif = Hâin korkar): korkmayalım.
S. – Cimrilik etmeyin, anlatın.
Emre – Bütün mahlûkat insana doğru yürüyor. Aylar, yıldızlar da insana âşık. Güneş de etrafımızda dönüyor. Allah’a merasimsiz, kayıtsız yapışan kurtulur. Büyüklüğün, kibrin, gururun bittiği yerdedir kurtuluş. İnsan, (Ben büyüğüm! Ben Şeyhim! Ben filânım!) diye kendini insanlardan üstün gördümü, azap başladı.
Kendimizi küçük bilirsek ve herkesi millet tefrik etmeden, riyasız seversek kurtuluruz. Tarikat da bir ayak bağıdır. Tarikatçı da yolda kalmıştır. Lezzet, onu da terk ettikten sonra başlar. Benlik, azaptır. Asıl irfâniyet insanın kendini unutmasıdır. İnsanın teslim olduğu mürşit, müritlerine Hakikat sözleri söylerken, söylediği sözleri kendi kulağiyle dinliyorsa, yâni Allah’a teslim olup aradan çıkmamışsa, o mürşidin sözlerinde riyâ vardır. Böyle riyâda kalmış bir insanı seversen, başlarsın sen de onun gibi olmaya. Çünkü sevgi, râbıtadır. Sevgi, hem hâkimiyet, hem de mahkûmiyettir.
Yürüyeceğimiz yolda ölçümüz, Kur’ân ve Hz.Muhammed’in hâlidir. Her hareketimizin ona uyması lâzımdır.
Yolumuz, bir kanaatte, bir inanışta takılıp kalırsa, bu, girdaptır. (Arasat) dedikleri yer, beğenip kaldığımız, takıldığımız yerdir. Halbuki her yolun, her ânın ilerisi var.
Ama bu yolda mürşitsiz de gidilmez. Fakat mürşidin, Allah’ta yok olmuş, tevâzu sahibi bir insan olması lâzımdır. Yok olan insan, güneş gibi, herkesin malı olur. Bunun içindir ki böyle insanlar, ne mezhep tefrik ederler, ne de din. Allah’ın bir ismi de (Rabbul’âlemîn)dir. Müslüman’ın, âlimin, ârifin, Yahudi’nin Rabbi değil, herkesin Rabbi. Güneş, eşyayı tefrik eder mi? Leşe de düşer, denize de. Güneş, felekiyyâta hayran olmuştur; döne döne onları seyreder. Güneş, karanlık diye bir şey göremez; çünkü eşyanın arka tarafını göremez.
S. – Gördük, görmedik; n’olucak?
Emre – Gördüğümüz gördük, görmediğimiz görmedik olacak. Görebilirsek gördüğümüzde kaybolacağız. Fakat karadaki su damlası (Deryâ)yı göremez; katılan görür. Karadaki damla kurumaya mahkûmdur.
S. – Yiyoruz, içiyoruz, sayıklıyoruz.
Emre – Yiyeceğiz, içeceğiz fakat sayıklamayacağız. Biz mezâhir âleminde yaşıyoruz. Bu vücut, gıdaya muhtaçtır. Bu medenîyetler asrında ve medenîyet âleminde hem yiyeceğiz, içeceğiz, hem de bütün gücümüzle çalışacağız. Biz öldükten sonra geride kalacak olanların rızkını bile temin etmeğe çalışacağız, çünkü onlar, bizim devamımızdır. Eski dervişler, tekkeciler gibi tembel olmayacağız; çalışacağız. Hz.Muhammed: (Elkâsibü habibullah) dedi. Boşuna mı söyledi bu sözü? Ümmeti isek, Hz.Muhammed’in sözüne itaat etmeğe mecburuz, tek kanatlı kuş uçamaz.
S. – Uçsa ne olur?
Emre – Böyle olmaz mîrim… Uçsa, kuş olur. Hayvan, hakkı tanıyabilir mi?
S. – Hakkı tanımayan, ona inanmayan ne olur?
Emre – İnanmayan da haktır. Herkes Allah’ı bilse, nizâmı âlem bozulur.
S. – Hepsi için imkân yok mu?
Emre – Yok Allah bile tek iken, bin bir sıfatım var, diyor. Sıfatlarını bizlere taksim etmiş.
S. – Kendini mi taksim etmiş?
Emre – Evet. Fakat bu bin bir diye sayılan isimler, Onun sıfatlarıdır. Zâtı başka bir âlem. Târifle anlaşılmaz. Adana muşmulayı bilmez. Gözünün önüne koysalar, yine tanımaz, ille görmek lâzım. Sizi tanımadan evvel, bana, Şevket Baba diye sizden bahsetselerdi, sizi tanıyabilir miydim? Şimdi konuştuk, tanıştık; artık sizi Şevket Baba diye tanıyorum.
Bir gün, Hz. Muhammed’e birisi bir kutu bal getirmiş. (Yâ Muhammed, size bir kutu bal getirdim; lütfen kabûl buyurur musunuz?) diyor. Hz. Muhammed kabul ediyor ve mecliste bulunanlara soruyor: (Bu kutudaki şey nedir?) Herkes, bal diye cevap veriyor. Onlara (Bilemediniz.) dedikten sonra Hz. Ali’ye soruyor: (Nedir bu?) Ali, kutunun kapağını açıyor, bir parmak aldıktan sonra, (Bal, efendim.) diyor. Peygamberimiz: (Hah, işte şimdi Ali bildi.) diyor. (Siz de bildiniz ama Ali kadar bilemediniz. Lezzeti Ali aldı.) Onun için hüküm evvelâ, mezâhiredir. Bâtından zâhire değil, zâhirden bâtına geçilir. Mezâhir düzelmeden bâtın zuhur etmez. Kayıtlar bitmelidir. Kayıt, benliktir, o da İblis dedikleridir.
S. – Vicdân nedir? Aman beni irşat et.
Emre – Vicdân, Allah’ın evidir, ama eğer temizleyebildiysek, parlatabildiysek. Onu temizletmek için Allah’ın evvelâ emirlerinden başlamalı; onları yerine getirmeli.
S. – Allah nerededir? Rengi nedir?
Emre – Renginden çekinmeli.
S. – Ağzı, dişi var mı?
Emre – Her şeyi var. Her diş, her ağız onun ağzı, onun dişi.
S. – Benim kolumu tut, kes.
Emre – Biz kesmeye değil, sevmeye geldik.
S. – Esirgemeyin de, benim dişimin çürüğünü çıkarın.
Emre – İlâcuhû ihrâcuhû. Ağrıyan, dişinse, bir dişçiye gider, çat! Diye çektirirsin.
S. – Dişi veren, ağrıyı veren sizsiniz. Beni sayıklatma, buradan al.
Emre – Bunun için evvelâ teslimiyet lâzım. Mâdem dişten konuşuyoruz, evvelâ dişçinin sandalyesine oturursun, iğne yapar bir müddet beklemek lâzımdır. Olabilir ki çekerken dişin kırılır, dayanmak lâzım ki dişçi penseyle alsın.
S. – Dayanmak lâzım ha?
Emre – Evet, tabii, insanın dişi çıkarılırken acır da, sevdiğimiz kötü huylar, ahlâklar çıkarılırken acımaz olur mu? Hatta bu daha zordur. Ahlâk dişimizi çektirmek için döşümüzü yardırmak lâzım.
S. – Mâdem yiyoruz, içiyoruz, konuşuyoruz, bende iş yok.
Emre – Yook, böyle söyleme.
S. – Bana bir elma gelmiş, size küçüğü gelmiş. Bana büyüğü geldi diye seviniyorum; insanız çünkü. İnsanlık vasfını taşıdığımız müddetçe bu iş zor. Karşımdakini aç görünce üzülüyorum.
Emre – Kendimize evvelâ kendimiz lâzımız. Kimsenin haline karışmayacağız. Hem elimizden ne gelir ki… Hangi birini düzelteceksin? Allah bizden daha iyi bilir. Ona öyle lâzımmış ki öyle vermiş. Allah’ın yaptığını beğenmezsen başlar azap ateşi bizi yakmaya. Onun işlerini hoş görürsek, onda fâni olabiliriz. Yoksa yok.
S. – Hoş görmek için ne yapalım?
Emre – Kimseye karışmayacağız.
S. –Gururu atmak için ne yapalım?
Emre – Tefekkür.
S. – Ahengi elde edebilmek için ne yapmalı?
Emre – Biz bu âlemde âhenksiz hiçbir şey görmüyoruz ki…
S. – Ağzımızda var; fakat fiilî tatbike gelince yapamıyoruz.
Emre – E, ne yapalım…
S. – Baklayı ya benim boğazımdan çıkar, ya kendi ağzından.
Emre – Hz.Muhammed de herkesi Müslüman etmeye çalışıyordu. Allah ona: (Yâ Muhammed, dâvet ettiğin kimsenin, evvelâ kendisinden, sonra senden, sonra da benden olmalı ki, o adam yola gelebilsin.) İnsan kendisi teslim olmazsa, peygamberler bile bir şey yapamaz.
S. – Sır perdesini yırtın da iğne deliği kadar bir ışık gösterin bana; ben körüm.
Emre – Ben size kör diye bakarsam, ben körüm. Kör diye bir şey, kör diye bir kimse yok. Herkesin kendine göre bilgisi var.
S. Ceylânı yaratırsın, beslersin, ormana atarsın.
Emre – Ben mi?
S. – Uzaktan seyreder, neş’eni yaparsın…
Emre – Ben mi yapıyorum? Atan ben miyim? Soruyorum?
S. – …….
Emre – Ceylânı atan, sever de. Ceylânı da sever, arkasına düşen tazıyı da.
S. – Ceylân hatâ işleyince silâhı atarsın…
Emre – Haklı. Çünkü onun bir sıfatı da mûziptir. Mâdem ki sen benden görüyorsun, öyleyse hoş göreceksin.
S. – Ceylân burada. Büyüttüğün gibi vur, ye!
Emre – (Dinleyenlere dönerek) Haklı. Yiyim ki ben olsun.
S. – Gel! Dersin, sonra, niye geldin dersin; kalleş! Kolumu kes derim, kesmezsin.
Emre – Ben kıyar mıyım kendi vücuduma?
S. – Kâinata; (Beni kontrol et.) diye emir verirsin, sonra kontrole müsaade etmezsin.
Kâinatı öldüreni, niye öldürdün diye sorguya çekersin…
Emre – (Küllü muzirrin yuktel) ama, muzur olmayanları öldürmeyiz.
S. – Sonra tokat atarsın.
Emre – Atmam.
S. – Çıkar o baklayı ağzından. Yoksa tereddüt mü ediyorsun? Yoksa beni bu cemaat içinden sıyırıp attın mı?
Emre – Hâşâ! Hiçbir zerresinden vazgeçmez! Çocuklar nakış işlerler. O nakışa emekleri sindi diye onu nasıl severler. Hiç atarlar mı o nakışı?
(Bu sırada Şevket Baba Emre’yi, manyetize eder gibi, keskin bakışları altına almağa çalışınca; Emre de ona kuvvetli ve keskin gözleriyle mukabele etti. Şevket Baba bu tesirle, dudakları arasından, rüzgârın vınlaması gibi sesler çıkararak ağlamağa başladı. Kendisinden bu hâl yavaş yavaş geçtikten sonraki sükût boşluğu, doğuş okunarak doldurulurken, Şevket Baba’nın bu doğuşları can kulağıyla dinlediği görülüyordu. Şevket Baba, okunan doğuşlardan bilhassa şu doğuşlardan tekrarlattı):
Ne kadar methetsek, az;
Hakikat hiç pas tutmaz;
Bu (Gönül Ağacı)nda
Her kuş yuva yapamaz.
Bir çoğu konar, kaçar;
Ayağı yanar, naçar;
Binde birisi yapar;
Seyredin, çok hikmet var:
(Sabır) gerek evvelâ,
Yardım eylesin Mevlâ.
Sabrı çok olan kuş,
Yuva içinde kala.
İkincisi (Tahammül)
Etmek lâzım tenezzül;
Her kuşta hiç olmaz bu;
Kahrı çeker o bülbül.
Üçüncü, lâzım (ilim);
Öğrenen olur salim;
Öğrenmek isteyenler,
Kendini bilir yetim.
Dördüncüsüdür (Azîm);
Bunlar sırayla lâzım;
Yârabbî, ben de görsem…
Budur benim murazım.
Beşincisi (Aşk) gerek;
Aşk gelse, eder ipek;
Aşka bürünenlere
Semâyı açar felek.
Altıncısıdır (Yokluk);
Daha târif etsem, çook:
Yokluktan sonra açar
(Dilber), yüzünden (Ufuk).
Yedincisi (Çok Gizli),
Kimsenin dönmez dili;
(Emre)ye, devirlerde,
Geçti, etti tecellî.
9.6.1945
(Bu doğuşun okunmasından sonra konuşma tekrar başladı):
S. – Şimdi cömertlik yapın da bana vaktinden evvel şunu anlatın, gözümü açın.
Emre – Vakti makti yok; bir ân-ı dâimden başka bir şey yok. Ne zaman uyanırsak, ne zaman kalır, ne mekân.
S. – Vaktinden evvel bir cambazlık yapsak olmaz mı?
Emre – Ne diyordu bir doğuşta:
Meydanda oynayan, sade bir cambaz;
Gerisi gölgedir, ondan ayrılmaz;
Kendisi kendini seyretmek için,
(Emre)! İnsan yüzü olmuştur Hicaz.
Emre – Meydanda oynayan bir cambaz var. Onu bulup, kendimizin de onun bir gölgesinden ibaret olduğumuzu anlarsak kurtuluruz. Ben kendimin gölge olduğumu anladım.
S. – Bizim zerre kadar konuşmak hakkımız yok. Fakat konuşturuyor, niçin?
Emre – Bize duyurmak için; kendisine davet. Duyan da ayrı değil kendisinden, duymayan da.
S. – Girmiyor kulağıma.
Emre – Bunu itiraf edip söyleyebilmek büyük bir babayiğitlik. Mâdemki Allah (Şefîülmüznibîn)dir, kendisine güveniriz. Koca Hz. Muhammed (Mâ arefnâk…) dedikten sonra, biz ne yapalım…
S. – Şikâyet etme diyor, ettiriyor.
Emre – Etme. En zor büyüyen, insan yavrusu. Hayvanlar çabuk büyür. Doğan yavrunun insan olması çok zor, sabır ister. Sen de sabret.
S. – Tecellîyi görmediğimize göre, körüz.
Emre – Hâşâ! Hâşâ!
S. – Baktığın yerde beni gör diyor.
Emre – Bizim bir arkadaşımız vardı, âlimdi. Ben kendisinin önünde çok diz çöktüm. Bir devre, hep Ben! Der dururdu. O zamanlar, Deli Patata isminde bir deli vardı. Bir gün o arkadaş Deli Patata’ya: (Ben Allah’ı nasıl görürüm?) diyor. Deli ona bir ayna veriyor: (Al, şu aynanın içine bak.) diyor. Arkadaş bakıyor. Deli soruyor, (Kim var içinde?) Ârif arkadaş: (Ben!) diyor. Deli (Eyvah, diyor, sen varsan, Allah’ı nerede göreceksin…) Delinin dediği gibi, Allah ikilik kabûl etmez. (Men arefe nefsehû fekad arefe Rabbehû = Nefsini bilen, Rabbini bilir!) hadisini nefsinin ârzusuna göre tefsîr edip (Ben Allah’ım!) diyenler vardır. Bunlar doğrudan doğruya zındıktır. Hâşâ! Kul, Allah olamaz. Biz kuluz, Allah Allah’tır. Ancak şu var ki, Allah, sadık kullarını istilâ eder, onların gözünden görür, ağzından söyler. Fakat onlar bir hâlde kalmaz. Hep o hâlde kalsalar, dünyâ batar, nizâmı âlem bozulur.
Allah’ın işine karışmaya, onun yaptıklarını kötü görmeğe gelmez. Bir çiftlikte her türlü hayvan vardır. Çiftlik sahibi, bunların hangisini koğar? Ona köpek de lâzım, at da. Çiftlik sahibinin gözüyle bakarsak, her şey lâzım. Allah’ın kalbine karışmalı, işine karışmamalı.
S. – Bu tarifler tarif değil.
Emre – Vallahi, alâ- kaderil’imkân ve alâ –kaderil’ukuul.
S. – Sır perdesi?
Emre – Allah’ın yüzünde perde merde yok. Perde, bizim kalbimizde ve gözümüzde.
S. – Onu anlatmaya dilimiz dönmüyor.
Emre – Dilimizi ona teslim ederiz, bitti! Benim şikâyetim yok. Ne yapıyorsa, güzel yapıyor.
S. – Benim şikâyetim var.
Emre – Hadi istidânı yaz da getir.
S. – Zamanından evvel iltimas buyur.
Emre – İki şahit getirmen lâzım.
S. – Zamanından evvel bir bakla istiyorum; onu çıkar ağzından çıkar, beni kandır.
Emre – Kandırmak iknâ etmektir. Bu mânâda sizi hakikaten kandırıyorum, ikna etmeğe çalışıyorum. Zevk olsun! Sen gerisine aldırma. (Toplantıda bulunanları işaret ederek.) Şunların yüzlerine bak, yeter.
S. – Ben kendime göre bâzen borazan öttürürüm; ama size öttürmem. Sizden şikâyet etmem. Bir kendimden, bir de Şeyh Galip’ten şikâyet ederim.
Emre – Ne Şeyh Galip var, ne sen varsın, ne ben; Allah var.
S. – Ama sayıklama var, çünkü insan vasfını taşıyoruz.
Emre – Allah’tan başka hiçbir şey yok. Ben kendimden çıkınca doğuş doğar. O doğuşlardan birinde: (Ne gelen var, ne giden…) diyor.
S. – Eksik olmasın, bu gece bizi Allah, bu meclisin gül bahçesine getirdi. Def’i belâ etmesin; sırrı vaktinden evvel söylerse ne kaybeder?
Emre – Hâşâ! Şânından değil.
S. – Niye yoruluyor öyleyse?
Emre – O yorulmaz, ondan ayrılırsak biz yoruluruz. Bakar ki bir özrümüz, bir kabâhatimiz var, bizi kendinden keser, atar, çürütür.
Allah, ayni zamanda çok da rahîmdir. İnsanın kabiliyetine göre söz söyler. Şimdi şuraya haça tapan biri gelse, biz onu sevmek için haça da taparız.
S. – O vermiş bize bu itirazı.
Emre – O vermez; biz beğenmiş, almışız bu hâli. O, elimizdeki reçeteye göre ilâç verir.
S. – Demek mes’ûliyet bizde?
Emre – Tabii. Biz varsak, en büyük mes’ûliyet, Allah’tan ayrı olan bu varlığımızdır.
S. – Sizin beni sevdiğiniz kadar ben kendimi sevebilsem.
Emre – Aman kendini sevme! İnsan, düşmanını sever mi?
Emre – Kur’ân hak mıdır?
S. – Evet.
Emre – Öyleyse, Kur’ân, (Nefsinizi öldürün!) diyor. Nefsimiz bize düşman olmasa, böyle der mi? Ben! Diyorsak, ondan korkmalıyız. Allah, eğer, bizim ağzımızdan, kulağımız duymadan (Ben!) diyorsa, o ayrı mesele… O zaman bu (Ben!) deyiş doğrudur.
Siz hep işi itiraz tarafından alıyorsunuz. Bu itirazların sonu gelmez.
Vaktiyle bir pâdişâh, can sıkıntısından, etrafındakilere, kendisine, bitmeyecek kadar uzun bir hikâye söylemelerini emrediyor. Hiç kimse bu işi beceremiyor. Bir derviş diyor ki: (Ben yaparım bu işi.) (Nasıl yaparsın?) (Nenize lâzım… Siz karışmayın.) Dervişi pâdişâhın yanına götürüyorlar. (Sen mi söyleyeceksin bitmez hikâyeyi?) diyor pâdişâh. (Evet, ben söyleyeceğim.) (Hadi başla öyleyse…)
Derviş başlıyor: Benim babam çadırcıydı. Evimizin avlusunda da büyük bir ağaç vardı. Akşam olunca, dünyadaki bütün kuşlar bu ağaca konardı. Babam bir gün, bu ağaca göre bir çadır dikti. Ben de yardım ettim. Akşam olup, kuşlar ağaca konunca, babam çadırı ağacın üstüne geçirdi. Çadır torba gibiydi. Altından torbayı büzünce dünyâdaki bütün kuşlar torbanın içinde kaldı. Sabah oldu. Tabî kuşlar rızklarını aramağa gidecekler; babam, bir serçe geçecek kadar bir delik açtı. O delikten bir serçe pırr! Dedi uçtu; bir serçe daha pırr! Dedi uçtu: bir daha pırr! Dedi uçtu, bir daha pırr! Dedi uçtu… Pâdişâh bakıyor ki bu işin ucu, ortası yok, (Bu adam muvaffak oldu; kendisine hazineden istediğini verin, gitsin!) diyor. (Aman Pâdişâhım, nasıl oldu da bu adam sizi tatmin etti?) (Oğlum, herif ağacın üstüne dünyada ne kadar kuş varsa kondurdu; bir de küçük delik açtı ve serçelerden başladı; pır! Dedi uçtu, pır! Dedi uçtu. Bu pırların sonu gelir mi? Dünyadaki serçeleri o delikten uçurmak için kim bilir kaç sene ister. Daha bunun sığırcığı var, bülbülü var, kumrusu var, kartalı var… Biter tükenir mi?
S. – İnşallah tarifle biter.
Emre – Edelim derse olmaz, etmeğe çalışacağız.
S. – Tarifi tarifleştirelim…
Emre – Kılı kırka yarmayalım da, kıl bir iken ona yapışalım.
S. – İltimas etsin.
Emre – Şanından değil, iltimas eden, nefsine mahkûmdur. (Bulalım.) sözünü unutup sükût edelim. (Kemâl ehli kemâlatı sükût ile buldu hep.) Hz. Muhammed de: (Kılleti taâm, kılleti menâm, kılleti kelâm.) diyor.
Diyojen’in arkadaşı bir filozof varmış, Eflâtun mu, Sokrat mı, hangisiyse, çok söylermiş. O filozof Diyojen’e: (İlmi halka yayalım.) diyor. Diyojen: (Ben daha acz ilmini bile bitiremedim; nerde kaldı ki halka ilim öğreteyim.) diyor. Ayrılıyorlar. Diyojen şehir dışına çıkıyor. Kırk günde bir, şehre gelirmiş. Bir gün Diyojen, diyelim ki Eflâtun’un şehre yakın olan bahçesinin önünden geçiyormuş. Eflâtun bir yere saklanarak uşağına: (Şu Diyojen senden meyva isterse bir sepet doldur, ver.) diyor. Diyojen bakıyor ki güzel zerdaliler var, bahçıvandan bir tane zerdali istiyor. Bahçıvan, bir sepet doldurup veriyor. Diyojen, bahçıvana; (Sen de efendin gibiymişsin; insana bir söz lâzımken, bir araba söz söyler. Ben senden bir tane zerdali istedim, sen bana bir sepet veriyorsun.) diyor.
Hakikatin sözü bir tanedir ama dolu olan desti su almaz ki. Ama hepimiz böyleyiz ha… Yâni seni küçük görerek söylemiyoruz vallahi billâhi… Bu âlemde benden küçük bir kimse göremedim. Bizde yalan ve riyâ olsa, iblis oluruz. Hakikat bundan ibaret.
S. – İdrâki kıt olanlara târif edin.
Emre – Estağfurullah, biz öyle görmeyiz. Herkes aynı seviyede, ayni idrâkle yaratılmıştır. Allah âdildir. Fakat iltimas bilmez. Bir güzele âşık olsak; yanına gittiğimiz zaman, yüzüne hayran hayran bakacağımız yerde, gerdanındaki altına baksak, onu çalmayı düşünsek, o sevgili bizi sever mi? Sevmez, ikrah eder; çünkü düşüncemizle onun varlığına el uzatmış olduk. Halbuki onu sevsek, kendimizi ona versek, her şey bizim olur.
S. – Bana bir anahtar temin edin. Âşık ne doğuşlar okudu… ne emekler sarf etti… Fakat benim fotoğraf makinam almıyor.
Emre – O doğuşları söyleyen ben değilim. Söyleyen, Allah rızâsı için söyledi.
S. – İnşallah bu dilden anlarım…
Emre – Anlarız; çünkü dilimizden söylüyor, anlayacağımız dille söylüyor, Arapça söylemiyor.
S. – Benim nabzıma göre şerbet ver.
Emre – Bir öpücük ver…
S. – Vâsıta olun da Muhammed’e ulaşalım.
Emre – Bırak bu vâsıtayı… Muhammed’e ulaşacaksan, muhabbete bak; Sev, sevil. Anahtarı bu.
S. – Kısırım.
Emre – Benim seni sevdiğim kadar sen de beni sev, işte anahtar budur.
S. – Severim ama, bu sevgi dilimde.
Emre – Bırak bunları; bitmez çünkü. Kedinin kulağını çekersen, miyavlar; bülbül, bülbül gibi öter. İnsan her hayvan sıfatının câmiidir? Fakat hangi ahlâka yüz verirse, tepesine o biner. İyisimi, hayvan ahlâkını terk edip insanlık ahlâkına ulaşalım.
S. – Fiilde kısırız.
Emre – Herkesin fiili kendine ait. Nemize lâzım başkalarının fiilleri… Biz kendimize bakalım. Hem, bu türlü düşünceleri itirazları çabuk tepeleyelim, kurtulalım.
S. – Tepelemek kimin elinde?
Emre – Ona yaslanırsak bize yardım eder. Mürebbimizi bulsak, bize yardım etmez mi?
S. – Kısırım, kısırım.
Emre – Kısır değilsin.
S. – Kofanın dibi delik. (Kova demek istiyor.)
Emre – Ben dibi delik görmüyorum. Eğer sen riyâsız olarak (Benim kovamın dibi delik) diyorsan, ben de sana diyorum ki dibi delik değil.
S. – Söyleten sizsiniz.
Emre – Öyleyse dibi delik değil.
S. – Öyleyse dinlet.
Emre – Peki bundan sonra sende bir tefekkür başlayacak. Ama kendi bilgimizi unutacağız.
S. – (Besteyle söyler gibi) Çobanların sopasıyım, hamalların kofasıyım…
Emre – Mâdem sen kendine böyle sıfatları lâyık görüyorsun peki; nemize gerek. Fakat böyle olmanı istemeyiz.
S. – Anahtarı verin; neyle olursa olsun, anahtarı bana teslim edin.
Emre – Teslim edersek, kapıyı açık bırakırsın. Allah, bilgisini kuluna verse, kullar onu darmadağın eder.
S. – Ehline vermez mi?
Emre – Ehli olsa verir. Bu kadar peygamber gelmiş; hepsi de (Şu fiil iyi, şu fiil kötü) diye helâli haramdan ayırmışlar. Eğer biz her yaptığımız fenâlığı Allah’a isnad edecek olursak, ………
(Konuşma kaldığı yerden devam edecek.)
EMRE’den Nükteler, Vecîzeler:
*Emre – Mânevî gözü şaşı olanlar insanları kötü görürler. Halbuki her şey olduğu gibi hoştur. Birçok kimseler bu yolda yeni iken, insanları hor görürler. Siz, çocuklarınızı kabahat yaptılar diye evlâtlıktan çıkarır mısınız? Allah da kullarından geçmez.
*Emre – Müptedîlere göre konuşmak riyâ değildir. Bu, onun iyiliği içindir. Hakikati olduğu gibi söylersen, hazmedemez, kusar. Hz.Muhammed de; (Kellimünnâse âlâ kaderi ukulihim = İnsanlara anlayacakları kadar söz söyleyiniz.) demiştir.
*Emre – İnsan kendinden geçince, başka yere geçemez. Onun için, sema’da dönen mevlevîlerin başları dönmez.
*Emre – Rabıtâ, elektrik düğmesini çevirmeğe benzer. Işık almak için fabrikaya yapışamazsın; ancak telin ucundan alabilirsin.
*Emre – Kabiliyetli insanlar arıya, kabiliyetsizler sineğe benzer. Arı ile sinek, teşekkülât itibâriyle birdirler. Fakat biri bal yapar, öbürü pislik ve hastalık nakleder.
*Emre – Bir kedinin kulağını kıvırsan miyav!dan başka bir ses çıkar mı? Onlar da haklıdırlar.
Nasreddin Hoca Fıkralarının Tasavvufî Îzâhı
Eski Ayları Ne Yaparlar?
Mehtaplı bir gecede Nasreddin Hoca’ya sormuşlar:
—Hocam, şu gökteki ay, 30 gün bize ışık veriyor. Sonra yerine başka bir ay çıkıyor. Bu yeni ay da 30 gün ışık veriyor, sonra kayboluyor. Merak ettiğimiz bir şey var: Yeni ay girince eski ay’ı ne yaparlar?
Hoca, mânidar bir gülümsemeyle cevap veriyor:
—Ne yapacaklar… Kırpar, kırpar, yıldız yaparlar!
EMRE!nin Tefsîri:
Bu fıkradaki ay, bizim mânevî bilgi ve ahlâk gecemize ışık veren (Kâmil Bir İnsan)ın mânevî varlığıdır. Allah’ta fâni olan bu kâmil insan, maddî, mânevî bütün varlığını, mânevî evlâtlarına verir, onlara taksîm eder. Maddî görünüşü kaybolduktan sonra da, onların kalplerinde, yıldıza benzeyen gözlerinde yaşar. Zaten bütün tasavvuf kitaplarında yer alan ve Kur’ân’da (yıldız) sözüyle kasdedilen şey, (Kâmil insan)ın ve âşıkların gözleridir. Bir doğuşta bu hakikat şöyle anlatılıyor:
Aynadır bakarız bütün yüzlere,
Sedân karışmıştır diyen sözlere;
Bizi taksim ettin – bizlere bakar –
Aşkını verdiğin hayran gözlere,
Diğer bir doğuşta da şöyle deniliyor:
Seveyim deyince, Dilberim seni,
Her gözlere taksim eyledin beni;
Seni arar iken ben gaip oldum,
Sofular tarîfe yeltenir dîni.
Ben seni görürken bilmem yolumu,
Tutturmaz eyledin benim kolumu;
Her varlıktan parlar, gözlerim görür,
Onun için bilmem sağla solumu.
Ben seni bilince kalmadı dilek,
Dört taraftan açtı hep canlı çiçek:
Târif etsem, bilmez görmeden kimse,
Bu hâle hiç agâh olur mu felek,