İç Kaynak Dergisi – Sayı: 18

İç Kaynak Dergisi – Sayı: 19
İç Kaynak Dergisi – Sayı: 17

İÇ KAYNAK DERGİSİ |  Sayı: 18

EMRE’nin Konuşmaları: 18

(31.5.1958’de yapılan bir konuşmadan zaptedilebilen notlar:)

S. – (İç Kaynak) ta yakın bir zamanda hastalıkların yıldızlarla tedavi edilebileceğini söylüyorsunuz; bu, şua ile mi olacak?

Emre – Evet. Filân yıldızın ziyası filân hastalığa, ötekinin ki şu hastalığa iyi gelecek. Hattâ yıldızların ışıkları gübre vazifesi görecek. Bütün felekiyat, bu Küre’nin hizmetçisidir.

S. – Bu işleri güneş yapamaz mı?

Emre – Hayır. Esas itibariyle yine güneşin ziyasıdır ama yıldızlara değdikten sonra güneş ziyasının hassaları değişir.

S. – Bilâvâsıta olamaz mı?

Emre – Olamaz. İnek, yağı nerden alıyor? Ottan. İnsan da ottan yağ çıkarıyor ama bu nebâtî yağ, inek yağı kadar yarayışlı mıdır? Yıldızların ışığı da güneşin ışığından farklıdır.

Daha neler var ilerde… Şişelerin içine atom veya ona benzer bir şeyler koyup, şişeleri tarlaların birkaç yerine gömecekler, nebatları çabucak büyütecekler. O kadar ileri gidecekler ki, şu evleri, apartmanları, cüz’i bir kudretle semada tutacaklar.

S. – Tekâmül meselesi biraz da fıtrîdir; herkes için değildir.

Emre – Tekâmül bahsinde herkes ayni istidada sahiptir. Hz.Muhammed: (Küllü mevlûdin yüledü âlâ fıtratil’islâm.) diyor. İnsanları geri koyan şey, muhitlerinden aldıkları ahlâk boyalarıdır. Fıtratı bozan, bu boyalardır.

S. – Sınıfta yirmi talebe var farzedelim. Hocanın söylediğini bir tanesi pek mükemmel, diğerleri ise derece derece anlarlar.

Emre – Fıtratın tesiri var ama fıtratı değiştirecek bir kudret de var ki o da aşktır. Hocasını dinleyenler, âşık olanlardır, diğerleri dinleyemezler. Zâten herkes birbirine benzese, bu âlemin tadı kalmaz.

S. – Her insanın bir şeye istidat ve temayülü vardır.

Emre – Öyle olmasa, nizâmı âlem bozulur.

Akıl ne kadar âlim olsa, hakikat bahsinde çocuk gibidir. Akıl, rahat edebilmek için her şeye bir iptidâ, bir intihâ arar. Halbuki Allah’ın ne evveli vardır, ne âhiri.

S. – Buyurduğunuz gibi, mesele, dönüp dolaşıp Hâlik’in Hâlik’liğini aramaya varıyor ve Allah’a dayanıyor; onu bulamıyor.

Emre – Bulması için kendini kaybetmesi lâzım. Düşünürken, ağlarken, sızlarken, bir de bak ki kendini kaybetmiş. Kulun yapacağı en büyük iş kendini orada kaybetmektir.

S. – Ben şu çiçekte Allah’ı tam mânâsı ile görüyorum.

Emre – Siz o çiçekte onun sıfatını görüyorsunuz.

S. – Ama bu çiçeği bir insan yaratamaz. Şüphesiz ki bir Hâlik mevcut. Fakat Allah’ın Allah’ı nerde? Orada duracağım, insanlığımı orda idrâk edeceğim İsmail Bey…

Emre – Hz.Muhammed, Allah’ın 99 esmâsını bir araya getirmiştir. Bunlardan biri (Kadir)dir. İnsanla çiçek mukayese edilebilir mi? Çiçeğin hiçbir kudreti yoktur. O daima insana muhtaçtır. Çiçeği siz ekersiniz, o sizi yetiştiremez, sizi dikemez. İnsan çok büyüktür, Allah’ın zâtına mazhardır, çiçek ise bir sıfattır.

S. –Bence mesele, bütün tabiatta Allah’ın kudretini görebilmektir.

Emre – Evet ama tabiatta Allah’ın ancak sıfatlarını görebilirsiniz, zâtını değil.

S. – Beni bir arabaya koşsalar, ben o arabayı çekebilir miyim? Halbuki at, hem de sadece saman yediği halde o arabayı çekebiliyor. Ben neler yediğim hâlde arabayı çekemiyorum. Ben bunları düşünerek Allah’ın büyüklüğünü anlarım.

Emre – Evet, ancak anlarsınız?… Allah’ın Zâtı insandan, sıfatları ise hayvanlardan ve nebatlardan tecellî eder. Çiçekten yalnız çiçek doğar; fakat insandan her şey doğar; yâni insan her şeyi yapabilir.

S. – Allah’ın zâtı zâten görülmez.

Emre – Görülür!

S. – Görülür ama, tam değil. Çünkü evsâfı mâddiyenin hepsinden münezzehtir. Fakat her yerde hâzır ve nâzırdır. İnsan, çiçekteki kudreti görünce, Allah’ın varlığını teslim eder.

Emre – Siz kendinizdeki kudreti görseniz, çiçeği terk edersiniz. İnsan çok güzeldir.

Allah, kelâmın, görgünün bittiği yerde anlaşılır, insan orada fâni olur. Oradan gelen her insan, oranın sözlerini burada söyleyemez, ancak kendiyle berâber olanlara söyleyebilir. Sevgiyle olur bu iş; kelâmı, kalemi yoktur.

(İlmi Ledün) dedikleri bir ilim var. Bizim bilgimizi o değiştirir. Bir Cebrâil’den bahsederler; kanatlı bir melek. İlmi Ledün bize Cebrâil’in hakikatini anlatır. Kelâm aynıdır da, mânâ değişir. Duymak, şüphelidir; şüpheyi ancak görmek ortadan kaldırır.
Biz, bu gözümüzle, bu kulağımızla onun zâtını görüp, sözlerini anlayamayız.
Yunus Emre:

Ben çıkınca aradan
Kalır beni Yaradan.

diyor. Tecellî bundan sonra, yâni biz aradan çıktıktan sonra başlar. Meyva ortada dururken, lezzeti alınmaz. Yenmek suretiyle ortadan kalkarsa, lezzeti o zaman damağımıza ve dimağımıza geçer. Söylemesi kolay, duyması çok zor. (Bu kulak benim kulağım) dersek duyamayız.

S. – Sizden bir şey daha öğrenmek istiyorum: Siz Fâtiha bahsinde: (Ben de evvelce çok Fâtiha okurdum; fakat sonra anladım ki, peygamberlerin benim Fâtihama ihtiyaçları yoktur.) diyorsunuz. Fâtiha abes midir?

Emre – Hayır, abes değildir. Ben o sözümle, Fâtiha’nın mânâsını bizim anlamamız lâzımdır, peygamberlerin buna ihtiyaçları yok. Onlar Fâtiha’nın ne olduğunu biliyorlar, demek istemiştim.

S. – Hz.Muhammed bizim mürşîdimizdir. Bizi tenvire memur olmuştur. Ondan iktibas ettiğimiz bu nûrun şükrünü nasıl eda edelim? Onu ne şekilde analım?

Emre – Âşık olmakla, ona âşık olmakla.

S. – Tanırsanız, zâten âşık olursunuz. Pêki, aşkınızı nasıl izhar edeceksiniz?

Emre – Aklı cüz’ümüz onu nasıl tanıyor?

S. – Peygamber diye.

Emre – Şimdi nerede? Nasıl bir kudrettir o?

S. – Eseri var: İslâmiyet.

Emre – Hâ! gördün mü, kendini değil, eserini seviyoruz. Hazreti Muhammed bizim rehberimizdi değil mi?

S. – Evet.

Emre – Rehber önde mi olur, arkada mı?

S. – Anlaşamadık.

Emre – Yook, anlaştık.

S. – Ben Muhammed’in büyüklüğünü münkir değilim. Ben Fâtiha meselesini anlamak istiyorum. Bakınız, meselâ namaz kılmak suretiyle Allah’a ibadetimi yapıyorum farzedelim; Peygamberine karşı vazifemi nasıl yapayım? Yâni onu günde hiç olmazsa bir defa nasıl anayım?

Emre – (Lâilâhe illallah) deyin.

S. – Olmadı İsmâil Bey.

Emre – Hazreti Muhammed bizim Fâtihamıza muhtaç değil.

S. – Hattâ diğer ölüler bile… Çünkü onlar rahmeti Rahmân’a çoktan kavuşmuşlardır. Ruhları şimdi nerdedir? Ve ne şekilde tecessüm etmiştir, bundan bîhaberim. Allah’ın rahmeti benim duamdan elbette daha şamildir. Onlar benim okuyacağım rahmetle Cenâbı Hakka yakın olacaklarsa…

Emre – İşte anlaştık. Benim söyliyeceklerimi siz söylüyorsunuz.

S. – Ama yine de Fâtiha ölüler için lâzımdır.

Emre – (Parmaklarının ucu ile göğsüne vurarak) Evet bizim gibi ölüler için.

S. – Fâtiha’nın şekli hususunda sizden ayrılıyorum. Ben günde bir defâ Fâtiha okurum. Ama, o muhtaç olduğu için değil; dîni bir teşekkür olarak.

Emre – Biz de bunu anlatmak istiyorduk.

S. – Yanlışım yok ya?

Emre – Tamam. Mâdem rumuzu anlamışsınız, tamam.

S. – Şimdi Fransa çalkalanıyor. Lourd şehrine üç milyon kadar hacı geldi; daha da 7-8 milyon gelecek diyorlar. O şehirdeki her müessese, her bina bu hacıları ağırlamağa çalışıyor.

1850 Martında Hazreti Meryem bir çoban kızına 15 defa görünmüş. Kız bir şey anlamıyor, gördüğünü papazlara söylüyor, târif ediyor: (Beyazlar giymiş, belinde mavi bir kemer, tatlı dilli bir kadın.) diyor. Papazlar: (Bir daha gelirse, ismini sor.) diyorlar. Kız bir daha görünce soruyor: (Siz kimsiniz?) Hayalet cevap veriyor: (Ben Aziz Bakire’yim, evlenmeden çocuk doğuran kadınım.) (Papazlara söyle, şu mağarayı kazsınlar; oradan bir su çıkacak; o su şifalıdır.) diyor. Dediği gibi yapıyorlar; hakikaten oradan bir su çıkmış. O tarihten beri oraya körler, felçliler, veremliler, sar’alılar, sıracalılar gelir, o suya girer, şifa bulurlarmış. Orada hususî bir ibadet şekli varmış: Kollar, çarmıha gerilmiş gibi açılır, dualar okunurmuş. Böyle yapınca, hastalar iyi olurmuş. İlim adamları bunu ulûmu hâzıra ile izah edemiyorlar.

Emre – Hazreti İsâ’nın makamı bu idi, hastaları iyi etmek, körlerin gözlerini açmaktı. Hz. Muhammed ise, aklî, nefsâni hastalıklarımızı tedavi etti.

Tutalım ki körün gözü açıldı; sonra o adam yine ölecek değil mi? Yine toprak dolacak değil mi o göze? Halbuki Hazreti Muhammed, insanların iç gözlerini açardı. Ki, böyle açılan gözler bir daha kapanmaz. Bunu anlatmak için de (Elmü’minûn lâyemûtûn = Müminler ölmez! ) diyor. O’nu gören bir daha ölmez. Bu vücut öldüğü gibi, açılan kör göz de bir gün ölür, ama mâneviyat ölmez.

S. – Rüyâyı (rü’yettir) buyuruyorsunuz. Rüya muhtelif hâllerde tezahür eder. Bâzı rüyalar, Allah’tan veya Peygamberden emirdir. Vücûdu beşer, uykuda tam mânâsiyle temessüle hazır bir vaziyette olduğu için o emri alır.

On sene evvel okumuştum: Vaktiyle Şam’da bir Sultan hükümranmış. Peygamberimiz, kendisine rüyasında: (Benim kabrimi telvis ediyorlar; çabuk gel de beni bu mülevvesattan kurtar.) diyor. Hükümdar derhâl kalkıyor: (Çabuk atlarımı hazırlansın!) diyor; doğruca Medine’ye gidiyor. Hz.Peygamber, kabrini telvis edenleri rüyasında hükümdara göstermişmiş; hükümdar, bütün halkı, sadaka dağıtmak bahanesiyle önünden geçiriyor; fakat rüyada gördüğü kimseleri teşhis edemiyor. (Hiç kimse kalmadı mı şehirde?) diyor, (İki Yahudi var) diyorlar; onları da getiriyorlar. Hükümdar: (Hah, işte bunlar!) diyor, meğerse o iki Yahudi Peygamberin kabrine lâğım akıtmışlar, hükümdar kabri temizletiyor.

Emre – Rüya acayip bir âlemdir. O hükümdar, Hz.Muhammed’i çok sevdiğinden öyle görmüş. Rüyânın hakikatini anlayabilmek için insan beş altı ay riyâzat yapsa, aklından uyku da silinse o zaman gezdiği yerde uyanıkken ne rüyalar, ne rü’yetler görür.

S. – Benim gördüğüm eserlerde rüyanın birçok tarifleri var. Bazı kitaplar da rüyayı tâbir ederler. Filân şeyi görürsen şu demektir, gibi. Bu bir mânâ atfıdır. Bâzı rüyâlar tam mânâsiyle tezâhür eder. Onlara tebliğ diyeceğiz. Meselâ, Barbaros’un Preveze zaferini görmesi gibi.

Emre – …….

S. – Doğuşları hayranlıkla okudum. Birinci izah, bunun bir mevhibei ilâhiye olduğudur. İkincisi, garp ilimlerine göre; iş, metamorfoza dayanıyor. Yani reenkarnasyon. (Konuşmada bulunanlara dönerek): Beyefendi, bir evvelki hayatında büyük bir şair ve filozoftur ve mâlik olduğu hasletleri mertebei kemâle getirerek ölmüştür. Ruhu o derece tekâmül etmiştir ki, şimdiki tenâsuhunda, hâli hâzırdaki bedeninin beynini tahrike lüzum görmeden, eski hasletleriyle söylemektedir. Söyleyen rûhudur, kendi değil. Aklından, beyninden değil bu söyledikleri. Lem’ai İlâhiyye olan rûhun bu seferki tenâsuhundeki tezâhürlerdir bu doğuşlar.

Emre – …….

S. – Papazla olan münakaşanız enfes. Gözünüze bakamamış papaz. Sizde o kudret olmasaydı, hodri meydan! diyemezdiniz.

Emre – Ben değildim diyen.

S. – Neyle olacaktı? Nasıl gösterecektiniz?

Emre – İmânla.

S. – Anladım: Nakli mevce ile Kudreti İlâhiyye, ya doğrudan doğruya manyetize etmek suretiyle verir; yahut, buna lüzum kalmadan, mevce ile verir. Televizyon. Nakli efkâr = transmisyondö panse. Anladım.

Papazı zorlamalı idiniz.

Emre – Bakmadı.

S. – Ben sizin yerinizde olsam, karşısına geçerdim.

Emre – Lâyık değildi.

S. – Papaz âlimdi, diyorsunuz; halbuki cehil tâm içinde yüzüyor. Okuduğunu anlamamış. Hazreti Muhammed’i teçhil ediyor. Bu tezyîfi yapan adamda ilim yoktur.

Emre – Zâten onda ilim rüsuh bulsaydı Müslüman olurdu.

(17.4.1959’da yapılmış bir konuşmadan zaptedilebilen notlar):

S. – Allah yoluna gitmek için her insanda kabiliyet var mıdır?

Emre – İrsî bir hastalık yoksa, bu kabiliyet herkeste var. Bize yürüme kabiliyeti vermiş ki muhtelif ağızlardan bizi kendisine çağırıyor. (Verdiğim kabiliyeti kullan, bana gel!) diyor, insanlar Allah’ın verdiği bu kabiliyeti bu yola değil de, başka yerlere sarfediyorlar. Fakat bu kabiliyetin zerresi kalsa, o zerre yine büyür; sonunda da Allah’a teslim edilir.

S. – Allah mücerret bir varlık mıdır? Kimisi: (Allah cübbemin altında.) diyor, kimisi başka türlü söylüyor. Allah dediğimiz zaman neyi düşünelim? Buna kat’iyetle inansam, gerisi hep sökecek arkadan…

Emre – Allah deyince düşünmeyi unutmak lâzım. Zamanı gelmeden, insan, ne söylediğini duyar, ne dinlediğini. Sen tuttuğun yolda devam et.

S. – (Allah bir mü’mînin kalbinde!) diyorsunuz. Bizim kalbimizde onun ancak muhabbeti olabilir. Yoksa kendisi de mi kalbimizde?

Emre – Her şeyleri muhit olan, sıfatlarıdır. Zâtı değil. Mikroplara kadar, her şeyi muhittir. Her şey hayat sahibidir. Demir ölü müdür, içinde su, hava boşlukları var, ateşte yanmayan hayatlar var. Bunlar hep sıfattır. Zâtı insandan tecellî eder. Hangi insandan? Âşk ateşinin etrafında pervane olan insandan. Pervane mum ateşine hayrandır, kendini o ateşe atar, yanar. Akıl zanneder ki yandı, öldü. Öldü ama nerede dirildi? Işıkta. Anlatabildik mi? Zamanı gelmeden anlaşılmaz.

S. – Demin okunan doğuşta: (Şimdi benim Emre’de karar kılan.) deniliyor yâ?

Emre – O söyleyen Kudret, istediği şeyi söyleyebilir.

S. – Hazreti Muhammed’den tecellî etti mi?

Emre – Etti.

S. – Nereye gitti oradan?

Emre – Şimdi burada bizi muhitleşti. Şu ışık herkesi muhit herkese ışık veriyor. Fakat merkezi, çıktığı yer çatır çatır yanıyor.

S. – Almıyor, kafam almıyor.

Emre – Almıyorsa, kafamızı ona veririz. Onun kafası alır, geniştir. Hakikat, zâten aczin arkasındadır. Şeyh Hasanı Bağdadî: (Bir insan Hakikat kapısını çalar, çalar, son defa vurup takati kesilince o kapı açılır.) diyor. Çok doğru söylüyor. Akılla böyle gidilir. Bir de akılsız gidilir. Yâni, ilmi de, Allah’ı da unutur, bir yüze âşık olursun, bir gün kendini de unutursun vesselâm.

S. – Keşke böyle olsak.

Emre – Bu çok kolay.

S. – Efendi affet, içim yanıyor.

Emre – Daha beter ol.

S. – Allah’ın, kendi mahlûku ile birleşmesine aklım ermiyor.

Emre – Allah hepimizle beraber de, onu hissiyâtımız kaybolduğunda anlarız. O vakıt ayrı gayrı kalmaz. Ben senin yüzüne bakıyorum, sen benim yüzüme bakıyorsun. Sen beni unut, ben seni unutayım, işte bitti. Bu görgüyü yakalayalım. Bu görgü, kendi kendini biliyor, görüyor. Biz çıkalım aradan da, gören kalsın meydanda.

S. – Süleyman Çelebi, Allah gökte mökte diyor.

Emre – Büyüklüğünü göstermek için öyle söylüyor. Allah’ı gökler alamaz, insan alabilir. Nakkaş-ı Âlem, kâinatı, insanı numune olarak yaratmıştır.

S. – Akıl gidemeyince, Refref götürüyor. Belki aşktır bu.

Emre – Cezbe, cezbe. Cezbe, aşkın tekâmülüdür.

S. – Onun Refref filân demesi belki saçma…

Emre – Saçma değil, rumuz. Her söz bir kasaya benzer. Bu kasayı irfâniyet ve aşk anahtarı açar. Meselâ Mevlid olsa da, rumuzlarını tefsîr etsek…

S. – Meselâ Burak. Mîrâca kadar kırk sene yememiş, içmemiş. Cebrâil ona: (Gel şimdi muradına nail olacaksın.) diyor.

Emre – Burak, Hz.Muhammed’in vücududur.

S. – Velhasıl, Mevlîd’de Allah ayrı, Muhammed ayrı, karşı karşıya konuşuyorlar.

Emre – Bize bir devreye kadar böyle anlatıyor.

Şimendiferdeyken, bembeyaz bir adam vardı; gözü az gördüğü için pat! pat! basardı. Ama ne kadar güzel konuşurdu…(Amca gözün niye görmüyor?) diye sormuştum; dedi ki: (Yemende bilmem kaç sene askerlik yaptım. Oranın parlak güneşi gözlerimin ziyasını aldı; onun için az görüyorum…) Yemenin bir yayla yeri varmış; denize de yakınmış. Her taraf çöl, kummuş. Yemenin kabile şeyhleriyle de ahbap olmuş. Şeyhin biri: (Gel bu sene bizim yaylaya gidelim.) demiş. Kendisi binbaşıymış. İstanbul’dan izin istiyor. Bir ay izin veriyorlar; yaylaya gidiyor. Anlatıyor: ( Yaylaya gittik. Bir dağın başı. Kum yok, ağaçlar var. Şeyhin çoluğu çocuğu çok. Bâzan hecine biner, denize gider. Ben de sormam nereye gittiğini. Bir gün dürbünü aldı, denize bakıyor. Verdi dürbünü bana, al sen de bak dedi. Baktım, denizin kenarında büyük harmanlar var. Denizden bir şeyler bulup harmana atıyorlar. Bunlar nedir, biliyor musun? Dedi.
Hayır, bilmiyorum – Bunlar midye harmanları. Vapurlar gelir, bu harmanları satınalırlar. Hadi gidelim, dedi. Gittik. Hecinler o kadar çabuk gidiyor ki… İnsanı sallamıyor da. Oraya vardık; pis bir koku. Midye toplayanlar arasında Şeyhin kızları, torunları da var. Orada bir gün kaldık. Bir vapur geldi; haraç mezat, midyeleri yüksek bir fiatla sattılar. El kadar midyeler var. İncilerin rengi, midyenin rengine göre, açık havâi renkte.
Midye toplayan kızların ayaklarında hep gök boncuklar. Mavi boncuk orada çok kıymetli. Hattâ ben İstanbul’dan Şeyhin çocuklarına hediye olarak mavi boncuk getirmiştim. Şeyhe dedim ki; Bu çocuklar boyunlarına inci taksalar olmaz mı? (Aman sus, dedi, duymasınlar. Onlar incinin kıymetini anlarlarsa, iyileri kendileri takarlar, kötüleri satışa kalır.)

Hakikat de aynen böyledir.

S. – Demek bizi gök boncukla aldatıyorlar?

Emre – Yook; halk böyledir. Allah’ı aramazlar; sadece dilekleri vardır. Para, hûri, gılman cennet arzusu, cehennemden kurtulmak için çareler… Allah’ı arayan, bilmek isteyen nerde? Bu hikâye nerden geldi aklıma? Hani, (Âmine Hâtûn, Muhammed ânesi,  Ol Sadeften doğdu ol Dürdânesi) diye bir beyit var ya Mevlitte, ondan.

Kanunu böyledir. Abdülbâki Bey, bir gün birisi için sordu: (Bunda Mâyei Muhammedî var mı? Bu adam olur mu? ) Ben nasıl diyeyim, bu adam olmaz diye. Sükût ettim; bir daha, bir daha sordu; bizde yine sükût. Ha! Dedi ve bir hikâye anlattı: Vaktiyle İstanbul’da büyük bir adam varmış. Herkes çocuğunu, iyi bir insan olsun diye, şeyhin kucağına verirmiş o da çocuğun ağzına tükürürmüş. Bir gün bir çocuk getiriyorlar fakat çocuğun ağzına tükürmüyor. Niçin tükürmedin efendi? Diyorlar. Bir insanda mâyei Muhammedî olmazsa, ağzına tükürmek değil ya, bilmem ne yapsan faydası yok, diyor. Arayanlar asıllarını arıyorlar.

S. – Benim kafam kalın; almıyor.

Emre – Estağfurullah. Hindistan cevizi gibi gıdalı ve kıymetli meyvalar kalın bir kabuk içindedir. Sormak, bu yolun feneridir.

S. – Anlayamadıktan sonra ne sorayım… Anlayamıyorum, kafamda bir takım şeyler var, fakat belki size gülünç gelir.

Emre – Hayır. Biz gülersek zevk için güleriz. Alay, bu kapıdan girmez.

S. – Hâşâ! Onu kastetmedim. Sormağa utanıyorum. Bana tuhaf geliyor da…  İnsanların yaradılışının bir başlangıcı var mı?

Emre – Yok.

S. – Peki, bu Âdemler mâdemler ne oluyor?

Emre – Âdem daha dünkü çocuk… Bu, aklın yettiği, yetmediği daha neler var… Akıl bir çocuktur; bir iptidâ, bir intihâ bulmazsa rahat edemez.

S. – Geçen gün Hüsnü’den şunu sordum, o da size sormamı söyledi. Yıldızlarda hayat yok mu?

Emre – Var.

S. – Onların da peygamberleri var mı?

Emre – Onların peygamberleri de haberi buradan alır.

S. – Halbuki dünya, diğer yıldızlara ve güneşe nazaran daha küçüktür. Niye böyle oluyor?

Emre – Kalb mi büyük, vücut mu?

S. – Vücut.

Emre – Dünya da böyledir işte. Kâinatın kalbidir. Kalb, küçük bir şeydir ama, bütün vücûda kanı o gönderir. Bütün yıldızlar ve güneşler Küre’nin hizmetçisidir. Onlara her şeyi dağıtan, Küre’dir.

S. – Geçen gün bizim müdürle konuşurken, söz (Kutub)a intikal etti. Ona, Kutub Adana’da ama, kimsenin haberi yok, dedim. Emin olun, bunu riyâ olarak söylemiyorum, size olan aşkımla söylüyorum, herkes, Allah arayanları aç bırakarak, riyâzatla götürüyor, siz güldürerek, eğlendirerek. Sizin büyüklüğünüze inanıyorum.

Emre – Estağfurullah, sizin büyüklüğünüz.

S. – Ne Muhiddîn, ne hiçbiri sizin seviyenizde değildir. Ne yazık ki ben bu kevserden içemiyorum.

Emre – Bana inanıyor musun? Bu bilgi kendikendine mi oldu? Bu şeyler ne vakıt görülür? Tepeye çıkınca. Siz aynen böylesiniz.

S. – Bir kurban bayramının son günü bağa, ziyaretinize gelmiştik. Ben size sordum: (Cenâbı Hak, sevdiği kulları için nizâmı âlemi bozar mı?) Siz dediniz: Bozar. Niye yağmur yağmadı dedim; yağar dediniz. Ama biz, yağmur ertesi gün yağacak diye yataklarımızı damda bırakarak Yenice’ye gittik. Biz Yenice’deyken bir yağmur yağdı. Bütün yataklar sırılsıklam olmuş. O gün (yağar) dediğiniz gibi; şimdi de, üzerime mânevî rahmet olarak o sözü ağzınızdan işitmek istiyorum. Ben büyüklüğünüze inandım.

Emre – Sizin büyüklüğünüz o.

S. – Aceba benim ağzıma tükürdüler mi?

Emre – Öptüler bile.

S. – Aceba ben de birgün ıslâhı hâl edebilir miyim?

Emre – Söyleyip duruyoruz ya… Bir gün rakıdan rızkın kesilecek. İçtiğini istemeyiz ama senin rakı içmen, çoğunun sabaha kadar tespih çekmesinden daha iyidir. Niyazî’de bir şey var:

Taşra üfürmek ile yalınlanır mı ocak? diyor.

Zapteden: Şevket Kutkan


EMRE’den Nükteler, Vecîzeler, Enstantane Cevaplar:

*Emre – Telkin, ölüye değil, imamın arkasındaki cemâat’e yâni biz yaşayan ölüleredir.

*Emre – Asıl i’tikâf, salât-ı dâimdir. Yâni insanın, işine gücüne, alış verişine bakarken bile Allah’tan ayrılmayışıdır.

*Emre – Kur’ân câmide okunur, derler. Halbuki Kur’ân’ı kahvelerde, meyhanelerde de okumalı ki oradakiler de istifâde etsinler. Çünkü câmiye gidenler zâten her gün dinliyorlar. İstifâde etmişlerse etmişlerdir, etmemişlerse, zâten edememişlerdir. Kur’ân bir nasihattir; nasihat ise, nerede olursa olsun, hem söylenebilir hem dinlenebilir.

*Sevginin lîsanı, tebessüm ve güzel bakıştır. Bu dili anlamıyan kimse yoktur.

*S. – Ne tesadüf bu toplantı?

*Emre – Tesadüf mü tasarruf mu?

*Emre – Kabahat yapanın günahı affolunur da, kabahat görenin günahı affolunmaz.

*Emre – Belki yirmi sene, Kadîr gecelerinde sabahlara kadar uyumadım ki, ağaçların secde ettiklerini göreyim. Neden sonra anladım ki ağaç; benmişim.

Secde edecek olan, beden değil, akıldır. Onun için kimseyi kınayamayız.


Nasreddin Hoca Fıkralarının Tasavvufî Îzâhı

Nereye  Böyle?

Hoca, bir gün dik başlı bir katıra binmiş; hayvan alabildiğine gidermiş, Hoca, katırı zaptetmeğe çok çalışmış, fakat muvaffak olamamış. Katır dört nala giderken, tanıdıklarından biri Hocaya bağırmış:

—Hocam, nereye böyle?

Hoca cevap vermiş:

—Katırın istediği yere!

EMRE’nin Tefsîri:

İnsanların nefsi de, bir kâmil elinde ilâhî bir terbiyeyle terbiye edilmezse, dik başlı bir hayvandan farksızdır. Nefis, irademizin gemini azıya alırsa, bizi türlü felâketlere sürükler, onun gittiği yere gitmeğe mecbur oluruz.

Nasreddin Hoca, hayvanın dört nala koşması vesilesi ile, sorulunca, katırın üstündeyken bile etrafındakiler Hakikat ve ahlâk dersi vermek istemiştir.