İÇ KAYNAK DERGİSİ | Sayı: 17
EMRE’nin Konuşmaları: 17
(20.12.1958’de yapılan bir konuşmadan zapt edilen notlar):
S. – Sorularımız belki tatmin edici olmayacak; çünkü bu mevzûun yabancısı sayılırız. Bir ilme muttali olmayanların soracakları şeyler dağınık olur, sistem içinde olmaz. Onun için bizi mazur görün.
Emre – Estağfurullah; buyurun.
S. – Buraya eserden müessiri görebilir miyim diye geldim. Ancak, su, nasıl, bulunduğu kabın şeklini ve rengini alırsa, beyaz ışık, nasıl; şişenin rengiyle ışırsa, buradan görebileceğim müessir, esere göre olacaktır. Bundan böyle, sudan evvel kabını, ışığından evvel şişesini tanımağa çalışacağım. Hiç şüphe yok ki, bakan gözün, kabiliyeti, onu taşıyanın basiretiyle de mütenasiptir. Hâl böyle olunca, beni ve suallerimi büyük bir tolerans ile karşılayacağınızı ümid ederim.
Emre – Cevabı siz veriyorsunuz ya işte…
S. – Ufak yaştan beri geçirmiş olduğunuz hastalıkların rûhiyatınız üzerine tesir icra etmiş olduklarını kabûl eder misiniz? Nefsinize karşı silahlanmaya sizi sevk eden sebepler arasında maddi yaratılışınızın, bu arada hastalıkların da tesirleri olabileceğini hiç düşündünüz mü?
Emre – Bedenî hastalıkların tesiri olmaz. Fakat akıl, ârzu, ahlâk hastalıklarının tesiri vardır. Biz, bu vücut, bu beden değiliz. Asıl biz olan şey, gözümüzden bakan kudrettir. Bu vücudun nasıl yiyip içmeğe ihtiyacı varsa, o kudretin de gıdaya ihtiyacı vardır. Gıda almazsa, o da ölür. Onun da kendine mahsus hastalıkları vardır. Onu öldürmeğe çalıştık. Vücudumuzu hastalandırdık, yâni riyâzatla zayıflaştırdık ki o kudreti diriltelim.
S. – Yaratılış bakımından, Âdemden gayri bir yaratılışta yaratıldığımızı iddiâ eder misiniz? Daha açık sorayım: Âdemde mevcut fizikî, kimyevî ve biyolojik kanunların size karşı olan tesirlerinde sair insanlara nispetle bir başkalık var mıdır?
Emre – Yaratılışın hepsi birdir. Kur’ân’a ve hadîse inanırız değil mi? Fakat kupkuru inanmaktan ziyâde, tefekkür ederek inanmak daha iyidir. Hz.Muhammed: (Küllü mevlûdin yüledü ala, fıtratîl’islâm…) diyor. Yâni herkes bir yaradılışta doğar. Sonra muhitin renkleri, ârzuları onu istilâ eder. Hangi şeyi, hangi ahlâkı çok sevdiyse, o ahlâk, o ârzu da kendisiyle beraber büyür. Farzedelim ki fena bir ahlâk bizimle beraber büyüdü; buna rağmen, Allah’tan umudumuzu kesmeyiz. Bir gün boynumuzu eğer, suçumuzu ve aczimizi itiraf ederek (Seni nasıl bilebilirim?) diye bir derde düşersek, Allah mutlaka yardım eder; başlarız her gördüğümüz şeyden ibret almaya; havsalamız genişler, beyin hazmı başlar.
S. – Demek siz, (Her şey doğuşta mükemmel.) diyorsunuz.
Emre – Mükemmel değil de, kendisinde mükemmellik tohumu gizli. Çalışırsa, o ekili tohum büyür. Bir hadîs var: (İnsan ana karnında şakî ise hayatta da şakî, ana karnında iyi ise, hayatta da iyidir.) Bir başka hadîste ise (İyi olmak istiyen iyi olabilir.) deniyor. Yâni iradeye kıymet ve yer veriyor. Ana karnı deyince, biz zannediyoruz ki anamızın karnı, içimizde öyle bir Kudret vardır ki, asıl ana odur.
Bu vücudumuz da bir ana karnıdır. İnsanın asıl bu vücuttan doğması lâzımdır. İnsan bu yolda çalışırsa, zaman gelir ki vücudunu olduğu yerde bırakır, her yeri gezer, dolaşır, tekrar gelir, vücuduna girer.
S. – Yâni bu ölmeden evvel ölmek midir?
Emre – Hah! Fakat, ölümü, herkes kendisine göre anlar. Asıl ölüm, bu anadan doğmaktır. Meselâ Hz.Muhammed’in mîrâcı. Diyorlar ki bu kalıpla mı mîrâç etti?
S. – Bâzıları, kalıpla da çıkabilir, çünkü Allah bunu yapmağa kadirdir, diyorlar. Bâzıları da mânen mîrâcetti, diyorlar.
Emre – Anlamadan, (Mânen çıktı) diyen de öteki gibidir. Nereye gidecek? Vuslat, bir anlayış, bir idrâktir. Gidip gelecek bir yer yok. Ne var semâvatta? Allah’ın orda husûsî bir makamı yok.
S. – Bu çıkış, bu Mîrâç nedir?
Emre – İdrâk ve irfâniyet meselesi.
S. – Yâni, Hz. Muhammed o akşam Allah’ı mi idrâk etti?
Emre – Evet. Böyle değil mi? Düşünelim.
S. – En mâkuulû bu, evet.
S. – Sigara içtiğiniz mûşahede ediliyor. Hiç şüphesiz, sigara normal kimseler için dâhi, haram değilse bile, mekruhtur, kısacası zararlıdır. Ve zararının nisbeti henüz kat’î olarak bilinmese bile, herkes zararında müttefiktir. Faydası, ancak keyif vericiliğindendir. Ve bu keyif vericilik doğrudan doğruya nefse taalluk eder.
Emre – Hayır, sigara keyif vermez, yâni rakı gibi, insanı ve şuurunu uyuşturmaz. Bu bir alışkanlıktır.
S. – Alışkanlık nefse taalluk etmez mi? Siz ki, riyâzâtla beden ve ruhunuzu terbiye etmiş ve zevklerin en mükemmeline erişmiş olduğunuzu iddiâ ediyorsunuz sonra da bedenin yaratılışına zıt bir madde ile nefsinizi keyiflendirmekten içtinab etmiyor ve bir bakıma, nefsinize mağlûb oluyorsunuz?
Emre – Biz bir şey iddia etmedik, başımızdan geçenleri söyledik. Benlikle bir iddiâda bulunmadık.
S. – Niçin nefsiniz ona mağlûb oluyor?
Emre – Biraz da onun bu kadarcık isteğini yapmak lâzım canım…
S. – İsraf değil mi sigara?
Emre – Evet.
S. – İsraf haram değil mi?
Emre – Cenâbı Hak Gafûrurrâhîmdir; bu kadarcık kabahatimiz olsun ki bu kabahatimizi affettirmek için onun yanına gidip de yüzünü görelim.
S. – (İç Kaynağın) 3. sayısında papazla olan konuşmanız esnâsında, papazın, münâsebeti cinsiyeyi nefse hâkim olmamağa bir delil göstermesine mukabil verdiğiniz cevaplardan sonra, papazın bir sorusuna karşılık olarak da: (Ben onbir seneden beri o işi unuttum. Evliliğim süresince de, Allah seni inandırsın o iş, yüzü geçmemiştir.) diyorsunuz. Bir velî için evlilik hayatındaki münasebeti cinsiyenin çokluğunu, nefse hâkim olmamak diye kabûl eder misiniz?
Emre – Hayır. Benim aldığım mânevî zevk, o maddî zevkten fazlaydı da onun için bıraktım. Helâl olduktan sonra, ne yaparsa yapsın… Fakat insan, hayatının hulâsasını, cevherini (İsraf) etmese daha iyi değil mi? O, iki dakikalık zevk, zürriyet içindir. Bizde ne kabiliyetler varsa, onunla sarfolup gidiyor.
S. – Muhiddîni Arabî, (Fusus-ul Hikem)in 315. sahifesinde: (Vuslatın en büyüğü ise, kadın ile erkeğin çiftleşmesidir.) diyor.
Emre – Köpekler bizden daha çok zevk alıyor öyleyse… Hiç böyle şey olur mu? Muhiddîn 83 yaşında öldü. O iş bittikten sonra Muhiddîn’i insanlıktan çıkmış mı farz edeceğiz? Bir devir gelecek ki, uzun yaşarsa, insan o zevkten mahrum kalacak. Nice mânevi zevkler vardır ki, şehvet zevki onların yanında hiçtir, insan o mânevî zevkleri aldıktan sonra yemeyi, içmeyi, uyumayı bile unutur, seni, beni tefrik edemez; bu âlemi yekvûcud olarak görür.
Muhiddîn-i Arabî mutlaka bu sözü başka mânâda söylemiştir. O sözün altını üstünü iyi okumalı ki mânâ anlaşılsın.
Şehvetin pisliğini gusul, elimizin yüzümüzün kirini de abdest temizler. Fakat bedenin guslünden sonra, aklın da gusletmesi lâzımdır. Akıl guslederse, her şeyi tertemiz görürsün; her gördüğünü Allah’tan görürsün. Akıl guslûnü yapan, akıl abdestini alan Yunus Emre (Su ne kadar arıda, çün yavuz fîilin senin?) diyor. Yâni, (fiilin, ahlâkın kötüyse, su onu nasıl arıtsın, nasıl temizlesin? ) diyor. Su, fiili temizlemez. Bir de: (Oruç, namaz, gusül, hac hicaptır âşıklara.) diyor.
S. – Niçin?
Emre – Bu sözün içi var. Anlatması zor. Hakikatin künhünü hiçbir kimse anlatamamıştır, ancak anlayan anlamıştır. Ve anlamak isteyen, anlatanla birleşmiş de öyle anlayabilmiştir. Birinden birinin yokluğu lâzım ki bir lezzet zuhûr etsin.
S. – Demek fikrî bir birleşme bu?
Emre – Sâde fikrî değil; aklen, fikren, rûhen, sevgiyle. Ne kadar anlatayım desek, söz, bizi hedefimizden uzaklaştırıyor. Fakat bir devre geliyor ki anlatmak isteyen gözüyle anlatıyor. Anlamak istiyen de gözüyle dinliyor, gözüyle anlıyor. Yâni gine birisi yok oluyor. Ondan sonrasını ne kelâm ifâde edebiliyor, ne kalem… Tasavvuf ve hâl, kelâmın bittiği yerde başlıyor.
S. – Hazreti Muhammed: (Mürebbîm olmasaydı Rabbimi bilemezdim!) demiş. Onun için mutlaka bir mürebbîye ihtiyaç var mıydı?
Emre – Kendisi söylemiş; inanmayalım mı?
S. – Bunu başka türlü anlayamaz mıyız?
Emre – (Ekmek) kelimesini başka nasıl anlarız?
S. – Bence, Hz.Muhammed’in mürebbîsi, aklı selîmi idi. Allah’tan gayri bir mürebbî aramak hatâ olmaz mı?
Emre – Belki sence öyle. Fakat biz onun söylediği söze inanıyoruz. Eğer onun kastettiği mânâ, sizin anladığınız gibi olsaydı, bizi şüpheye düşürmeden: (Mürebbîm, aklı selîmimdir.) diyemez miydi?
S. – Cibrîl, aklı selîmdir diyorlar. Niçin aklıselîm dememiş de Cibrîl demiş Hz.Muhammed?
Emre – Öyle icâbetmiş. Akıl, bu vücutla mukayyettir. Bu vücuttan insanı ancak âşk ayırabilir, insanlar bir kıza bile âşık olup onun yolunda ölebiliyorlar. Bâzı kimseler de Allah’ı bilmek için hayatlarını feda ediyorlar. Akıl, insana her korkuyu verir. Fakat âşk, bütün korkuları kaldırır. Onun için Süleyman Çelebi (Mevlîd)de, Cebraîl bir yerde kalıp, daha ileriye gitmeyince, Âşk’a: (Yanar isem ben yanayım yâ Halîl!) dedirtiyor. Bunu anlasak o rumuzun sebebini de anlarız ya… Fakat biz Mevlîd’i anlamak için değil, sevap kazanmak için okuyoruz.
S. – Hazreti Âdem’in mürebbîsi kimdi?
Emre – Bunu akılla anlamanın imkânı yok. Kâinatın ne evveli var, ne âhiri… Allah’ın büyüklüğünü onda fânî olanlar görür.
S. – İnsanlığın tarihini 50.000 sene olarak kabul ediyorlar.
Emre – İlim adamı ilme dayanıyor, ilim, akılla mukayyed. Tarihlerden evvel ne âlemler vardı, bilebiliyormuyuz?
S. – Gelmiş geçmiş medeniyetler arasında bu seviyeye kadar yükselmiş olanları var mıydı?
Emre – Zaman, mekân diye bir şey yok. Allah’ın da zamanı, mekânı yok. Ama aklın zamanı da var, mekânı da. Bizim sağımız solumuz var. Kürenin sağı, solu, altı, üstü var mı? Hangi akıllı adam, iki dakika sonra başına ne geleceğini bilir? Hazreti Muhammed’e iki papaz gelmiş; uzunboylu soruyorlar. Peygamberimiz bakıyor ki bunlara lâf anlatmak mümkün değil, onları Hz.Ali’ye gönderiyor. Geliyorlar Ali’ye. Hz. Ali pilâv yiyormuş; kapıyı Hz. Fatıma açıyor. Ali buyur ediyor; onlar da yiyorlar. (Biz sana bir şeyler sormağa geldik: bilir misin?) diyorlar. (Ya bilirim, ya bilmem.) diyor. (Şu yıldızların adedini bilir misin?) (Siz şu kaşığın içindeki, pirinçleri değil de mercimeklerin kaç tane olduğunu bilin, ben de size yıldızların adedini söyleyeyim.) Bu söz üzerine birisi derhâl imân ediyor.
İnsan aklı kadar zayıf bir şey yok. Hayvanlar insanlardan daha zekîdir. Çünkü onlar her şeyi bildikleri halde sırrı fâş etmezler. Ne zaman sırrı fâş etmemeğe muktedir olursa, insanın eşrefliği o zaman başlar.
S. – Demek insan, bilgice bâzı hayvanlardan aşağı; o halde nasıl eşref oluyor?
Emre – Ama onlar insan kadar güzel mi? Kabiliyetli mi? Kötülükler bile bir meziyettir; çünkü onları silkeleyiverdin mi, altından iyilik çıkar.
S. – Sizin bu andaki makamınızda (Ben!) demediğinizi (İç Kaynak)ı okurken fark ettim. Mansur nasıl (Ben Hakkım!) diyordu?
Emre – Onlardan (Ben!) diyen, Allah’tır. Bizim de ağzımızdan böyle sözler çıkmıştır.
Hâşâ! Onları söyleyen ben değilim. O benlik, Allah’ın benliğidir. İki dakika sonra başına ne geleceğini bilmeyen bizim benliğimizin, Ebedî Benlik yanında ne kıymeti olabilir?
S. – İstanbul’a bir Fransız müsteşriki ile görüşmeye gittiğinizi öğrendim. Peki, sizin kendinizi Avrupa müsteşriklerine tanıtmanızda bir benlik yok mu?
Emre – Ben değilim bunu yapan. Şevket Bey yapıyor. Ben herkese kendimi değil, elimden gelirse Allah’ı tanıtmak isterim. Eğer riyâsız arıyorlarsa, bildiğimiz kadar bildirmek isteriz. Siz istemez misiniz?
S. – Bu bildirme hâlini idrâk etmedim.
Emre – Kendimizi din bakımından Hıristiyanlardan üstün bulmuyor muyuz?
S. – Evet.
Emre – Eh… Sana sorarlarsa, bildiğin kadar bildirmek istemez misin? Biz de eğer soran olursa, ona iyilik olsun diye bildirmek isteriz.
S. – (Süphânî mâ a’zamu şânî!) nedir?
Emre – Ondan söyliyen de Allah’tır.
S. – Şemsî Tebrîzî, Mevlânâ’ya: (Neden bu sözleri Hz.Muhammed söylememiş de, Bâyezîdî Bistâmî söylemiş?) diyor; o da şu cevabı veriyor: (Hz.Muhammed’in havsalası daha büyüktü de onun için. ) Yâni bu sözleri söyleyenlerin makamının küçük olduğunu anlatmak istiyor.
Emre – Bâyezid’in makamı da küçük bir makam değil. Eğer küçük bir makam olsaydı, Allah gelip oraya oturmaz, sözlerini oradan söylemezdi. Büyük bir padişah gelip de küçük bir iskemleye oturmaz.
Hazreti Muhammed’in büyüklüğü, o makamdan inerek bizi davet etmesindedir. O zaman senle sen, benle bendir; Allah’la beraber değildir. Bâyezîdi Bistâmî ise o sözü, Allah’la beraber olduğu zaman söylemiştir, Hz.Muhammed ise, Allah’tan ayrı olduğu zaman: (Mâ arefnâke hakka mârifetike = Seni gereği gibi bilemedik.) demiştir. Hz.Muhammed’in hazmı büyük. Kur’an’da da böyle büyük sözler yok. Ama onda da bizi tefekküre sevkedecek sözler var. Biz Allah’a yemin ederiz; neden? Allah büyük olduğu için. Halbuki Kur’an’da zeytine, incire yemin ediliyor. Sonra, hamdetmek kullara mahsustur, Allah hamdeder mi?
S. – Bilmiyorum.
Emre – Elhamdû lillâhî Rabbîl’âlemîn. Bu âyet mi?
S. – Evet.
Emre – Bu sözü söyleyen, Allah mı, Peygamber mi?
S. – Kur’ân olduğuna göre, Allah’ın sözü.
Emre – Fakat, günahı, taassubu bir tarafa bırakarak aklı selîmle düşünelim. Allah kendi kendine hamdeder mi?
S. – Başka nasıl icap ederdi söylemek?
Emre – Başka türlü söylemek icabetseydi söylerdi; olduğu gibi söylemiş.
S. – Hazreti Muhammed bunun farkına varmaz mıydı?
Emre – Nasıl varmazdı… Varırdı; fakat öyle söylemiş. Biz de onun dediğini kabûl etmeğe mecburuz. Biz onun bilgisiyle bilmezsek, ona karışamayız. Kendi bilgimizle yürürsek bu yolda zındık oluruz. Mânevî yollarda kendimizi dâima onun bilgisiyle imtihan ederiz. Onun bilgisi bizim için mîyardır, ölçüdür. Sonra o, bilgisini alıp götürmemiş bize bırakmıştır.
S. – Vahîy, insana Allah’tan nasıl iner?
Emre – Gelecek bir yolu yok ki gösterelim. Teli, kablosu yok ki… Misli yok ki… Elektrik nedir acaba? Şu ince tellerden o kudret nasıl geçiyor? Elektriği bulan bile bilmiyor. O bir hâli ilâhîdir.
S. – Kelime olarak mı geliyor?
Emre – Hâl, Hâl;
S. – O hâl, kelimeler hâline nasıl geçiyor? Bunu anlayamaz mıyız?
Emre – Bu ancak tefekkürle olur. İşte bunun için Peygamberimiz: (Bir saatlik tefekkür, 60 yıllık ibâdetten daha hayırlıdır.) demiş. Bu sorduğun, ibâdetin en güzelidir. (Namaz, fuhşiyâtı men eder; fakat zikir daha büyüktür.) diye bir âyet var. Zikir, Allah! Allah! diye tespih çekmek değil, bu meseleleri konuşmaktır. Namazla insan fuhşiyâtı mutlak surette terk edebiliyor mu?
S. – Pêki, acaba onlar namazı şeklen kılmıyorlar mı?
Emre – Evet, biz de onu söylüyoruz. Dediğiniz gibi, şeklin bir de içi var.
S. – (İlmi Ledün)ü öğrenmek, şeriatı öğrenmekle başlamaz mı?
Emre – Şeriat nedir?
S. – Şeklen biliyoruz şeriatı.
Emre – Namaz, şeriat değil, bir borçtur. Şeriat, ahlâktır. Ve nefsine gücü yeten kimse, ancak şeriat ehlidir.
S. – Şeriatın kelime mânâsı?
Emre – Kanun.
S. – Nefsine gücü yetmeyen?
Emre – Şeriat ehli değil.
S. – Gücü yetsin, yetmesin, ona boyun eğmiyor mu?
Emre – Korkudan eğilen boynun ne kıymeti var? Korku geçtikten sonra çeşitli fiilleri yapmıyor muyuz? Bu, riyâdır. İnsan ya olduğu gibi görünmeli, ya göründüğü gibi olmalı.
S. – İnsânı Kâmil’in vasıfları nelerdir?
Emre – Ahlâkı, hâli. Amma insan, İnsanı kâmil olmayınca, İnsan-ı Kâmil’i göremez. Mansur insan-ı kâmil değil mi idi? Onun kâmil olduğunu bilselerdi, onu öldürürler miydi?
S. – Onu diğer insanlardan nasıl tefrik ederiz?
Emre – Ahlâkıyla.
S. – Bu hususta âyet, hadîs var mı?
Emre – Kâmilin birine papazlar geliyorlar: (Senden bir şey soracağız; bilir misin?) diyorlar. (Ya bilirim, ya bilmem.) diyor. (Ölçüden soracağız, bilir misin?) diyorlar. (Bilirim.) (Şekerin ölçüsü ne?) (Okka.), (Halının) (Arşın), (Filânın ne?) (Filân), (İnsanın ölçüsü ne?) (Ahlâkı.) (Ama bâzı insanlar ahlâklarını gizlerler) (Onların ölçüsü de konuştukları insanlar.) Demek ki kâmil insanın ölçüsü, ahlâkı ve arkadaşları.
S. – Bâzıları iyi insanlarla konuşurlar ama, tabiatları fenâdır.
Emre – Onun fena olduğunu anlayınca, iyi insanlar onunla konuşmazlar.
S. – İnsanı Kâmil bir taneymiş.
Emre – İnsanı Kâmil çok da, Allah bir tanedir.
S. – Bir tane olsaydı, yol kapanırdı değil mi?
Emre – Evet; fakat şu var ki, Nâhiyeye vâliyi oturtmazlar. Onların büyüklükleri hizmetlerinde, herkesi düşünmelerinde.
S. – İnsanı Kâmiller arasında mertebe var mı?
Emre – Var. Kabûl edeceğiz. Vâliler çok ama, Reisicumhur bir tane. Anlatabildik mi? Niyazî:
Her ne denlü âşikâr etsem, hafâsın arttır,
Ol ayân iken, anı örter delâil, beyyinât.
S. – Neden Bâyezîd de (Ben Allah’ım!) diyor, Mansur da?.. Hangisi doğru?
Emre – Hepsi de doğru. Demirleri ateşe soksak, hangisine elimizi dokundurabiliriz? Soğuyana kadar hepsi de (Ben ateşim!) diyebilir.
S. – Her demir, ateşliği kendi bünyesinde hisseder ama…
Emre – Hissettiğinden söylüyor zâten. Sen de (Ben Hakk’ım!) desen, küfür değildir.
S. – Şimdi ben bu suâli soracaktım.
Emre – Kedinin kedilik, köpeğin köpeklik hakkı var. Şu sigaranın kâğıdı ile paketinki bir mi? Bunlar ateşte yanıp kül olduktan sonra aynı olurlar.
Allah’ın Müfsid, Mudil isimleri de var. Hepsi hak. Şeytan sıfatı da hak. Kim değiştirebilir? Kimin gücü yeter? Fakat kötü bir sıfata mazhar bir insan isterse, Allah’a yalvararak o kötü sıfattan kurtulabilir.
S. – İlmi Ledün’ün metodu var mı?
Emre – Var. Evvelâ, Allah’ın yasak ettiği şeyleri unutmak. Sonra, (Ben nereden geldim? Nereye gidiyorum? Sonum ne olacak?) diye tefekkür etmeğe başlamak. Böylece acz ilmini ikmâl etmek lâzım. Yarısına kadar bu acz ilmi devam eder. İnsan, aczini bilmedikçe oraya ayak basamaz.
S. – Bu ilmin sonu neresi?
Emre – Makam-ı Fenâ. Acz devam eder ama insan, büyüdükçe aczini daha çok bilir.
İlmi Ledün, acz ilmidir. Tenezzül etmesi çok zor.
İlim denince, insan bu ilmi dünyâ ilimlerine benzetiyor. Halbuki bunlar birbirlerine zıt gibi bir şey. Dünya ilmi, bu, unutmak ilmi. Ama bu, çalışmayı terketmek doğru değil ha! Çalışmak buna kat’iyyen mâni değil. Eskiler yanlış anlamışlar, bu milleti tembelliğe sevk etmişler, geri koymuşlar. Nerede Müslüman bir millet varsa, Avrupa’ya avuç açıyor. Bunu hep cahil hocalar yapmışlardır.
S. – Aziz Efendi: (Biz her şeyi bilmek için bir şeyi biliriz.) demişti.
Emre – Sormadın mı o (bir) şey neymiş?
S. – Her halde Allah’ı bilmek.
Emre – Kolay mı onu bilmek…
S. – Bilmek için bulmak mı, bulmak için bilmek mi lâzım?
Emre – İkisi de lâzım. Bulmadan bilemezsin, bilmeden bulamazsın. Evvelce bir mertebelerden bahsederlerdi. İlmelyakîn, Aynelyakîn, Hakkalyakîn. Evvelâ bilmek lâzım; bildikten sonra sıra görmeğe gelir. Ondan sonra senden sana yakın olur; seninle beraber olur; sen kendine ondan daha uzaksın; o sana o kadar yakındır.
S. – İlmelyakîn deyince ne anlamalıyız?
Emre – İlmelyakîn, Allah’ın varlığına inanmaktır. Ama, bir âlimin inanması ile câhilin inanması bir olabilir mi? İlim küçük bir kelime ama, bütün dünya ilimlerini bilmek kolay mı? Mümkün mü? Üniversiteyi bile bitirmek için onbeş sene lâzım. Fakat bu ilmi öğrenmekten hiçbir kimse ümidini kesmemeli. Üniversiteyi bitirmek için 15 sene lâzım ama Allah çok rahîmdir, isterse, insanın müşkülünü bir senede, hattâ bir günde halleder. Bunu da, insanın aşkına göre verir.
S. – Yâni bu ilim için bir tahdit yok, öyle mi?
Emre – Evet.
S. – İnsan kendi kendine bulabilir mi?
Emre – Hayır. Eğer böyle olsaydı, peygamberlere ne hâcet vardı…
S. – Yalnız Kur’ân’la olmaz mı bu iş?
Emre – Kur’ân bir kâğıttır, öpsek, koynumuza koysak, yüksek bir yere asıp altından geçsek, bize bir ilim öğretebilir mi? Mutlaka Kur’ânı bize izah edecek canlı bir insan lâzım. Kur’ân’da bir yeri anlamasak da Kur’ân’a sorsak, o, müşkülümüzü halledebilir mi?
Dağ köylüklerinin birinde bir mektep yapmışlar. Hükümetten de bir öğretmen istemişler: Öğretmen gelmiş. Herkes öğretmeni evine bir gece dâvet edermiş. Yine bir gece, öğretmen bakmış ki rafta kalın bir kitap var, sormuş:
—Bu kitap ne kitabı? Evin çocuğu cevap veriyor:
—Ölü kitabı.
—Nasıl şey bu?
—Bu kitabı ölü ölünce okurlar.
Öğretmen merak ediyor, kitabı eline alıp bakıyor ki Kur’ân. Demek ki
Kur’ân’ı o köyde yalnız ölülere okurlarmış. Halbuki Kur’ân, ölüler için değil, bizim içindir.
S. – Mehmet Akif de:
Ya açar Nazm-ı Celîli bakarız yaprağına,
Yahut üfler, geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kur’ân-bunu hakkiyle bilin,
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için. diyor.
Emre – Yunus Emre de:
Sağlığında âyet, hadîs nesine…
Son deminde muhtâç olur (Yâsin)e;
İletip koyacak makberesine
Oğlum, kızım, malım mülküm! diyemez.
diyor. İnsanlar, hayattayken âyetlerin, hadîslerin mânâlarını anlamağa çalışmazlar, sonra biz, onlar can derdine düşmüşken, habire Yâsin okumaya çalışırız.
Kur’ân’da : (Yâ Muhammed! Sen de ölüsün, onlar da!) diyor Allah,
Asıl şimdi okutmalıyız Yâsin’i kendimize. Fakat dinlemek istemezsek, okumazlar da. İlle bizim istememiz şart.
S. – Tefsîrin ilmi ledünne faydası olmaz mı?
Emre – Vallahi, tefsîr, akla göredir. Halbuki Peygamberimiz; (Kur’ân’ı aklına göre tefsîr eden kâfirdir) diyor. Tefsîrler birbirine uymadığına göre, hep müfessirlerin kendi akıllarına göredir. Bunların hangisi kâfir, hangisi mü’min? O halde, müfessirlerin değil, doğrudan doğruya Allah’ın sözüne inanmalı.
S. – Tefsîrler müfessirlerin aklına göre olduğuna göre, ilmi ledün, aklın dışında öyleyse?
Emre – Aklın bir müddet yoldaşlığı var. Fakat akıl damlası, aslı olan denize düşünce, Kur’ân’ı söyleyenle beraber olur; o vakit Kur’ân canlanır, kendikendini tefsîr eder. Bir ana, çocuğuna nasıl gıda veriyorsa, Canlı Kur’ân da, kendisini ana bilenlere sözüyle, gözüyle, özüyle meme vermeğe başlar. Kur’ân, bize kendini izah edebilir mi?
S. – Hayır.
Emre – Fakat bâzı insanlar vardır ki, Allah’ta fâni olmuşlardır, onlara ne vakit sorarsak, söylerler. Çocuk anasına ne kadar zahmet verse, ana ondan zevk alır. Kâmil insan da, riyâsız ve şeksiz şüphesiz isteyenlere geceleri bile uykusuz kalarak mânevî gıda verir.
S. – Hazreti Ali: (Ben Canlı Kur’ân’ım, o, Susan Kur’ân) diyor. Bu canlı Kur’ân oluş, ilmendir, değil mi?
Emre – Hayır, hâlendir. Mânevî yolda yürüyüp çalışanların gözlerinde dönüp dolaşıyor Canlı Kur’ân.
S. – (Fusûs-ül-Hikem)i dört senedir okuyorum, anlayamadım.
Emre – Bunları anlayabilmek için kulaktaki mühür çözülmeli. Ama zaman gelir ki anlarsınız. Canlı bir arkadaş bulursunuz, o size anlatır. Mürebbîsiz olmaz. Ben de apar topar okuyorum; fakat bir bankacılık kitabını anlayabilir miyim? Mutlaka bir öğretmen lâzım. Ama insan azmederse mutlaka tasavvufu öğrenebilir. Biz: (Allah nedir?) derken, Allah bizimle beraberdir; bizimle beraber kendini arıyor. Bütün kitaplar (Bir Nokta)yı tarif ediyor. Ne kadar emek çekmişler, asılmışlar, derilerini yüzdürmüşler, hep bize bu (Mesele)yi anlatabilmek için.
S. – İlâhi âşk, beşerî aşkla kıyâs edilebilir mi?
Emre – Hayır. Bu âşk, bütün aşkların fevkindedir. Neyi sevsek, sonunda ölmez mi?
S. – Ölür.
Emre – Bizim sevdiğimiz varlık ölmez. Ona âşık olan da ölmez. Âşık, sevdiğinden başka bir şey düşünemez. Biz de bu yolda sevdiğimiz bir (Kâmil İnsan)ı düşündükçe, sevgiyle aklımızda taşıdıkça, kendi varlığımız ona naklolmaya, boşalan yere de O dolmaya başlar. Akıl bunu nasıl anlasın? Akıl (Bu vücut bir gün öleceğine göre, ben de onunla beraber öleceğim.) der, kendisini bu vücuttan ibâret zanneder. Halbuki bu vücut bir âlettir. Biz bunun içindeyken bu ilmi çalışıp, öğrenmeliyiz; yoksa, bir daha bu fırsat ele geçmez.
S. – Bu vücut bizden değil mi?
Emre – Biz içindeyken bizden; içinden çıktıktan sonra bizden değil.
S. – Benlik veya bizlik, bir küll olarak kabûl edilemez mi? Ben şuurum olduğu için diriyim; şuurum kaybolunca, yâni bayıldığım zaman benliğim de kayboluyor.
Emre – Bazı insanlar kendilerini kaybetmezler.
S. – Herodot, güneşin iki defa batıdan doğduğunu yazıyor. Bunu Herodot’a bir Mısır rahibi söylemiş.
Emre – O, ikisini görmüş; kim bilir kaç defa… Fakat batıdan doğan güneş bu güneş değil, ilim güneşi. Din güneşi de Avrupa’dan doğacak. İslâmiyet’i bizden öğrenip bize öğretecekler.
S. – Kıyamet hakkında ne düşünürsünüz?
Emre – Kıyametin alâmetleri var diyorlar: Herkes kendi derdine düşecek, kimse kimseyi bilmeyecekmiş. Şimdi birbirimizin içini biliyor muyuz? Bir zelzele olsa, herkes kendi derdine düşmüyor mu?
S. – Kıyamet deyince, biz, dünyâ atomlarının parçalanmasını tasavvur ediyoruz.
Emre – Şimdi güyâ atomu öğrendik de onun için böyle zannediyoruz. İkiyüz sene evvel, atomu bilmeyen insanlar kıyameti nasıl tasavvur ediyorlardı acaba?
S. – Dünyanın evveli yok mu?
Emre – Yok.
S. – Dünyâ tekâmül etmiyor mu?
Emre – Dünyâ tekâmül etmez, insanlar tekâmül eder.
S. – Dünyâ, kaos hâlinden nihayet bu hâle geldi diye bir nazariye var.
Emre – Bu bir nazariyedir nihayet. İnsanlar, bir iptidâ, bir intihâ bulmayınca rahat edemezler. Aklın hududu olduğu için, her şeye bir başlangıç, bir son tasavvur ederiz. Bu nazariyeyi ortaya atan insan, onu isbat edebilir mi? Bir de insanların maymundan geldiğini iddiâ ediyorlar. Mâdemki tek hücreli hayvanlardan maymuna, insana kadar bir tekâmül varmış şimdi niçin olmuyor bu? Bu nazariyeye göre, şimdi yarı maymun, yarı insan hayvanlara rastlamamız lâzımdı. Halbuki her şeye Allah hâkimdir. Dünyanın evveli de âhiri de böyledir.
S. – Cehennem hakkındaki fikriniz? Sizce âzabın mekânı yok mudur?
Emre – Evde bir yangın olsa, siz de o yangını burada haber alsanız, kalbinizi bir ateş sarmaz mı? En büyük cehennem cehîldir, en büyük cennet de ilâhî zevktir.
S. – Altmış senelik insan ömrü, nefisten kurtulup Allah’ta yok olmak için kâfi midir?
Emre – Akılla kurtulmak için kâfi değil; fakat Allah’ın yardımiyle bin saatlik yol bir saatte alınabilir.
Zapteden:Şevket Kutkan
Nasreddin Hoca Fıkralarının Tasavvufî Îzâhı
Sesim Nerelere Kadar Gidiyor?
Hoca mahallelerindeki mescidin müezzinliğini de yaparmış. Bir gün, onun sokakta koşa koşa ezan okuduğunu görenler sorarlar:
—Hoca efendi, neden böyle ezan okuya okuya, oraya buraya koşuyorsun?
Hoca, gayet ciddî cevap vermiş:
—Sesim nerelere kadar gidiyor, onu anlamak istiyorum.
EMRE’nin Tefsîri:
Nasreddin Hoca’nın okuduğu ezan, Hakikat, Tasavvuf ezanıdır. Etrafındakilere bu ezanı duyuramayınca, işi mizaha ve şakaya döküyor; maksadı, içinde yok olduğu Hakikati, bulunduğu muhite anlatmak. Bunun için kendisini gülünç mevkie düşürmekten bile çekinmiyor. Şefkat böyle olur işte…
İç Kaynak: Aşağıdaki (doğuş), (Hakikat Ezanı)nın ne olduğunu çok güzel anlatıyor:
Bu bir bilinmedik ilim,
Durmadan söylüyor dilim;
Kim ki canından geçerse,
-Ben bilirim- bildiririm.
Yürür, ulaşır Tanrı’ya,
Yüzünü döndürür (Ay)a.
Bu Müezzin’in sesini,
Duyan, görür doya doya.
Kim bu sesi (Hak)dan duyar,
Muhammed ardına uyar;
Muhammed’e kim uyarsa,
Alır, kabûl eder o Yâr.
Kimler ki ardına gelir,
Muhammed kim imiş bilir;
Eğer, gönül âşık isen,
Yönü Muhammed’e çevir.
Dâim bize onun yönü,
Durmayıp çağırır ünü;
Anası, babası yoktur,
Böyle devreder her günü.
Elinde vardır bir bayrak,
Ona vermiş Hak, tutarak;
Âşık olup yürümezse,
Giderken bağlanır ayak.
Onu över bütün diller,
Böyle çağırır deliller;
Bu hâle agâh olmayan,
Mekke’de, Kudüs’te beller.
Orda görülmüş mü Hûdâ?_
Hem orada, hem burada;
Orada aranan Allah,
Muhtaç mıdır bin bir ada?
O ne doğar, ne doğurur
Âşıklardan eder zuhûr;
Mü’mîn gönlü Beytullahtır,
Kendi evi orda durur.
Bilmez, eğri yola sapar;
Kuldan ayrı değil Gaffâr,
İbrahim Hicaz yaptıysa,
Kendisi de gönül yapar.
Bilen, bulur, eder tavaf,
Her günahları olur af;
Kim ki bize inanmazsa,
Şahittir bu söze Mushaf.
Bilen, arar, söyler Kur’ân;
Mü’mînler okuyor her ân;
Mânâsını bilenlere
Bu (Emre) olmuştur kurban.
Mânâsıdır Kur’ânda (Nûn),
Okuyanlar, olur mecnun;
Bu (Emre) aşikâr eder,
Taş atarlar onun içun.
24.2.1948