İç Kaynak Dergisi – Sayı: 11

İç Kaynak Dergisi – Sayı: 12
İç Kaynak Dergisi – Sayı: 10

İÇ KAYNAK DERGİSİ | Sayı: 11

EMRE’nin Konuşmaları:11

(25.1.1954’te yapılmış olan bir konuşmadan zaptedilebilen notlar):

Emre – Bu yolda zaman gelir ki, insanın (Kendi) diye bir şey kalmaz. Ama her akıl bu yolda yürüyemez. Dünyâya bağlı olan akıl ancak kendi maişetini düşünür. Dünyâ ilimlerinin gayesi de nihayet karnımızı doyurmak için değil mi? Bütün canlılar da böyle değil mi? Eğer biz, geldiğimiz yeri düşünüp aramazsak, bizim de onlardan farkımız olur mu?

Ne kadar âlim olursak olalım, bize (gel!) dedikleri zaman, ilmimizin bir harfini bile götüremeyiz. Hattâ bâzı kimseler bunuyor. İnsan, bunayan kimse anası, babası da olsa, ondan ikrah ediyor. Peygamberimiz bir hadiste (Aklı olmayanın dini de yoktur) diyor. İnsanın aklı mıknatısa, vücudun ve nefsin arzuları da hurda demirlere benzer. Bir mıknatis ne kadar kuvvetli olursa olsun, hurda demirler arasında kalırsa, mıknatıslığı gider. İşte eskiler halktan, bunun için uzaklaşmış, mağaralara çekilmişlerdir. Halbuki halkın, nefse hoş gelen ahlâkından, bizi Allah’tan ayıracak fiillerden çekinmek lâzımdır. Hem işimizi yapmalı, hem de aklımızı zararlı arzu ve ahlâkların hurda demirleri arasında yok olmaktan kurtarmalıyız.

S. – Yâni, el kârda, gönül (Yâr)da; öyle mi efendim?

Emre – Evet efendim.

Aklı o hurdalar arasından kurtarıp serbese çıkarmalı. Akıl, insanları sevmeden serbese çıkmaz. Birine kin güdersin; bu hâldeyken akıl serbes midir? Değildir tabii. Aklımız o kine sarf olup gitmektedir. Aklı bir pekmeze benzetelim, kötü ahlâklarımızı da çömleklere. Aklımızın pekmezini kin çömleğine boşalttık. Bir müddet sonra aklımızı tekrar kafamızın çömleğine boşaltırken, bir kısım aklımız o kin çömleğine bulaşıp kalacak. Aklımızı yalan, haset, şehvet vs. ahlâk küplerine boşalta boşalta, bulaştıra bulaştıra bir gün bakıyoruz ki kafamızın çömleği bomboş kalmış.

Nefisle mücâdeleye bizim gücümüz yetmez. Onu ancak gönülden bağlandığımız (Mânevi Kudret) öldürebilir. (Hâl) tecelli etti mi, nefis kendiliğinden kaçar, gider. Nefisle mücâdele etmek için elimizdeki en kuvvetli silâh, (Tefekkür)dür. Yâni yerken, içerken, çalışırken hep mürebbîmizle berâber olmak, ondan ayrılmamaktır.

Bu tefekkür kurdu küçük bir şeydir ama, o kocaman nefsi pat! diye yere vurur. Eyyûb Peygamberi yiyen kurtlar, işte bu tefekkür, râbıta kurtlarıdır. Eyyûb, düşen kurtları alır, tekrar vücuduna koyarmış; yâni bu tefekkürden büyük bir zevk alırmış.

Hem işimizi yapacağız, hem de tefekkürü bırakmayacağız. Şimendiferden ayrıldığımız sene Avrupa’dan motor gelmiyordu. Yataklar yanınca makineler muattal kalıyordu. Bulursak, eski Avrupa yataklarını korduk. Bulamazsak, öyle kalırdı. Nihayet ben uğraşarak yataklardaki mâdenin hâlitasını buldum. Arkadaşım: (Bu olmaz!) diyordu. Nihayet çiftçinin biri: (Bu hâlitadan yapılan yatağı benim makineye koyun.) dedi. Koyduk; eski yataklardan daha çok dayandı. Fakat bu hâlitayı demire, çeliğe sıvaması çok zor. İçinde yabancı maddeler oluyor; onlar yanınca yatak delik deşik oluyordu. En uzun ve kuvvetli (Doğuş)lar, biz bu yatakları ocakta veyâ oksijenle kaynatırken doğardı. Ne doğuşların doğması işimize, ne de işimiz (Doğuş)lara mâni olmazdı.

Sevgi acâyip bir şeydir vesselâm. Mâddi vücudumuz gıdâ ile, mânevi varlığımız da sevgi ile büyür. Bilhassa küçük çocuklar sevgiye son derece muhtaçtırlar.

Sevgi ve gönül bağlılığı, yâni rabıtâ her şeyi yapar. Yunan Harbi sıraları idi. Arkadaşım Nalbant Hüseyin Efendi, benim müşkül durumda olduğumu Develioğlu’na anlatmış. O sırada birisi dedi ki:( Şimendifere adam alıyorlarmış.) Sordular: (Hangi iş için?), (Kazancılık için). Develioğlu dedi: (Hadi git, şimendifere gir.) (Efendim, ben kazancılıktan anlamam. Ancak nalbantlık bilirim), (Senin nene lâzım… Hadi sen git, imtihana gir.), (Peki efendim.) dedim. Gittim imtihan olmaya. (Bertrand) isminde bir depo müdürü var, o ve diğer makinistler gelmişler. Tâlip olanı imtihan ediyorlar. Ortada bir şimendifer makinesi kazanı var. Eline çekici alan, yanaşıyor kazana, Tak! tuk! vuruyor. Boyuna Fransızca (Ne pa bon!) diyor depo şefi. Nihayet sıra bize geldi. Ama ben Develioğlu’nu bir sâniye bile aklımdan çıkarmıyorum, neme lâzım… Ben de vurdum bir iki çekiç, baktım Mösyö Bertrand benim için (Bon travayye!) dedi. Öylece şimendifere girdim.

Çalışacaksın, yiyeceksin, eğleneceksin, fakat hiçbir dünyâ arzusu, Allah sevgisinin üstünde olmayacak. Mesele burada.

S. – Bütün bu ârzular, bu kısa ömürde nasıl silinecek?

Emre – Bu kısa ömür içinde, bir saatin bin sene olduğu öyle uzun zamanlar var ki… Aklımız o (Kudret)e döndü mü, tamam. Ama kendi aklımla anlayım dersen, mümkün değil.

S. – Dâirenin başı, aynı zamanda sonu; öyle değil mi?

Emre – Evet, evvelce dink beygirleri vardı; onların gözlerini bir keçeyle bağlarlar, buğday, bulgur öğüten taşları çektirirlerdi hayvancağızlara. Hayvanların gözlerini kapattıkları keçeye (gözlük) derlerdi. O hayvan, küçücük bir daire içinde döndüğünü görse, bilse, döner mi? Dünyâ arzuları da aynen böyle, bizim mânevî gözümüzü kapatan bir (gözlük)tür. Bir devre gelir, o gözlüğü, Mürebbîmizin himmetiyle attıktan, atmasını bildikten sonra, çalışacağımız, rızkımızı kazanacağımız vakit o gaflet gözlüğünü gözümüze takar, adamakıllı çalışırız. Çalışmak, mutlaka lâzımdır. Kuş, tek kanatla uçamaz. Müslümanlar ilim, fen, medeniyet semâsında niçin uçamadılar? Kanatlarının birini mutaasıp hocalarla şeyhler kopardı da onun için. Şu kullandığımız buzdolabını biz yapabilseydik, olmaz mıydı sanki…

Harbin çıktığı sene (1939) şimendiferdeyim. İzin aldım, ikinci mevki bir paso ile çocuklarla berâber Edirne’ye gittik. Yanımızda bir de demirci vardı. Edirne’ye gittik. Halbuki halk, Edirne’den harb korkusu yüzünden kaçıyordu. Arabacı bile, (Buraya mı yerleşeceksiniz?) diyordu.

Çocukluğumdan beri âsârı atîkayı severim. Onun için Selîmiye Câmii’ne gittik. İmam bizi çok iyi karşıladı. Bizim kafile 14 kişiydi. Biz câmiyi gezerken, bir ecnebi geldi, imam bizi bıraktı ona koştu. Ben oturdum, onları seyrediyorum. Onu savdıktan sonra yine bizim yanımıza geldi. Dedim: (Hoca Efendi, gelen ecnebiler bu eseri takdir ediyorlar mı?) (Ediyorlar, yalnız ikisinin söyledikleri yüreğimi yaraladı. Bir gün bir Alman geldi, yanında tercümanı var. Üstünde de asker elbisesi vardı. Harbi umûmide bizimle beraber çarpışmış. Şimdi mimârmış. Her tarafı tedkik etti; hattâ taşları birbirine nasıl bitiştirdiklerini bile inceledi. Sonra geldi câminin ortasına sırtüstü yattı: boyuna kubbeye bakıyor. Kalkınca Almana dedim ki: “Bunu yapan usta mükemmel bir mimâr değil mi?”, “Hayır” dedi “bunu yapan adam, afedersiniz, iyi bir eşekmiş..”  Canım sıkıldı: “Sebep?” dedim, “bu bina fenâ bir eser mi?” “Hayır, bilâkis dünyanın en güzel eserlerinden biri. Sinan, bu binâyı yapacağına, kendisi gibi bir adam yapsaydı, yâni kendisinin yerini alacak birini yetiştirseydi daha iyi ederdi.” dedi.
İkincisi bir İngilizdi. Câmiyi, ayakkabısını çıkararak gezdi. Onun yanında da tercümanı vardı. Çıkarken, tercümanı olan Ermeniye: “Bu hoca, şu kapının üzerindeki âyeti biliyor mu?” demiş. “Biliyorum” dedim ve kapının üstündeki taşa bakarak âyeti okumağa başladım. Herif: “Bu nasıl bilmek? Bilse ezberden okurdu “ dedi ve âyeti görmemek için arkasını döndü, ezberden okudu.

Ama, Alman haksız değil miydi? (Hayır, dedim, çok haklı).

S. – Atatürk, ikinci bir Atatürk bıraktı mı? Ama dehâyı bırakamazdı.

Emre – Hepiniz birer Atatürksünüz. Dehâ bırakılamaz ama, sanat öğretilebilir. Öğrenen, dâhi olmasa bile, onun yetiştireceği bir dâhi olabilir. İş ona kalırsa, Allah bile, yarattığı gibi bir mahluk daha yaratıyor mu? Ama gittikçe güzelleşir. Yazısı tekâmül etmiş bir insanın attığı imzâlardan hiçbiri diğerine benzemez, mutlaka aralarında fark vardır, fakat atar ya? Çalışmayınca, Sinan’ın yerine bir Sinan daha yetişmedi.

Profesör Yörükân: (Amerika’nın keşfedildiği zamanlar biz, İstanbul’u fethedecek seviyedeydik) diyordu. Şimdi onlar nerelere gitti… Biz nerede kaldık…

S. – Kendimizi yavaş yavaş topluyoruz.

Emre – Elbette: Her kemâlin bir zevâli, her zevâlin de bir kemâli var. Büyük ölür, küçük büyür. Biz şimdi yeni doğduk, büyüyeceğiz. Büyüyeceğiz ama, çalışırsak.

S. – O gaflet gözlüğünü hangi kudret çıkarır?

Emre – Şimdi elimiz bağlı; benlik bağıyla bağlı. Elimizi bir gün çözdürürsek, o gözlüğü kendimiz takar, çıkarırız.

S. – Zor efendim…

Emre – Zor değil.

S. – Bize göre zor ama, niyetimiz tamam. İşte Bismillâh, annem beni yetiştirdi, bu illere yolladı.

Emre – İşte bizi kurtaracak olan şey, bu menfaatsız sevgidir. İnsanı bu ihyâ eder. Fakat menfaatle karıştı mı, zehir olur.

Bir insanı seversek, onun incindiğini ister miyiz? Sevgiyi bilmeyen insan taş gibidir; kalb kaatilidir, gönül cânisidir.

Dinimizin bânisi Hz. Muhammed’i de bu sevgi bakımından imtihân etmişlerdi. O devrin âlimlerinden dört kişi Hz.Muhammed’i imtihân etmek üzere, onunla birkaç gün devamlı olarak ülfet ediyorlar. İçlerinden birisi akıllı imiş. Hz.Muhammed’i sevgi ölçüsüyle ölçmeye çalışıyor; bakıyor Hz. Muhammed’in sevmediği bir şey var mı diye. Hz.Muhammed neyi sevmez ki… Güneş için karanlık diye bir şey olur mu? O âlimler, Hz.Muhammed’i, tesadüfenmiş gibi, son derece pis kokan bir köpek leşinin yanından geçiriyorlar. Onlar burunlarını kapatarak: (Ne fenâ kokuyor değil mi?) diye Hz. Muhammed’in fikrini soruyorlar. Peygamberimiz gülerek: ( Ne güzel dişleri varmış sağlığında…) deyince, içlerinden biri Müslüman oluyor.

Biz de o Mânevî Güneş gibi olmaya çalışacağız, kötüleri hor görmeyeceğiz, fakat onlardan da sakınacağız.

Mâneviyat da bir başka türlü tahsildir. Bu tahsil, eski bellediklerini unutmakla elde edilir.

Tahsillerin en kuvvetlisi, âile tahsilidir. Diğer tahsiller, âile tahsili temeli üzerine kurulmazsa, insanlığa fayda değil zarar verir. Vicdânı olmayan bir insanın öğreneceği bütün ilimler beşeriyet için zehir olur.

Menî, babadan anaya geçerken, onunla beraber babanın bütün ahlâkı ve hastalıkları da geçer çocuğa. Ananın ahlâkı ise çocuğa ancak sütle geçer. Hani südü pis, südü bozuk derler ya…

Süt pis olur mu? Ne süzgeçlerden süzülüp geliyor… Bu sözle anlatmak istedikleri şey, kötü ahlâktır.

Hz. Muhammed, anadan, babadan, yediğimiz gıdâlardan bize birçok ahlâk geçtiğini mânevî gözleriyle gördüğü, mânevî şuûriyle bildiği için yiyeceğimiz etleri de tayin ve tavsiye etmiştir. Etini yememizi tavsiye ettiği hayvanların işkembeleri vardır, ön dişleri yoktur; çünkü böyle olan hayvanlar ot yerler, et yemezler, tırnakları çataldır, pençeli, yâni yırtıcı değildirler. Bu hayvanlar, işkembeleri olduğu için, yedikleri gıdâyı vücutlarına ham olarak geçirmezler. En kuvvetli süt, merkebin sütü olduğu hâlde, onun etini, südünü tavsiye etmemiştir. Onun etini yer, südünü içersek, ahlâkı da geçer bize.

S. – Ama domuz çift tırnaklıdır.

Emre – Fakat işkembesi yoktur. Sonra, domuzun, eşini diğer erkek domuzlardan kıskanma ahlâkı yoktur. Aynı zamanda kuvvetli bir hazım torbası vardır, her türlü pisliği, hattâ kendi pisliğini yer. Geviş getiremediği için pislikler vücuduna olduğu gibi girer; onun için de pisliği çok kokar. Halbuki eti bize helâl olan hayvânların pislikleri kokmaz.
Eti yenecek kuşların da gagaları ve tırnakları eğri olmayacak. Tırnakları ve gagaları eğri olanlar, yırtıcı ve et yiyici kuşlardır.

Hz. Muhammed’in bütün tavsiyelerinin gayesi, ahlâktır.

Ateş bütün gıdâları pişirdiği gibi, mâneviyat ateşi de bütün ahlâkları pişirir. Yeter ki biz çiğ ahlâkımızın mâneviyat ateşinde pişmesine râzı olalım.

Bu âleme gelip, gözümüz görmeğe, kulağımız duymaya başladığından beri, gördüklerimizi,  duyduklarımızı kalbimize doldurduk. Bunları kalbden sildirmeyince yerine yenisi, mânevîsi yazılamaz.

Eski yazılar silinince, altından öyle bir (Kudret) çıkar ki, Allaaah! Küçültürsen küçüklüğüne nihâyet yok, büyültürsen büyüklüğüne.

(Muhterem okuyucularımıza, bu konuşma ile alâkalı bir doğuş sunuyoruz.):

Doğuş

Dost bilinmez bu zevke dalmayınca,
Bir (Bilen)den izini almayınca,
Aynelyakîn o yüz seyredilir mi,
Tefekkür deryâsına dalmayınca?

Bu yollarda dersin başı: (Tefekkür),
Bu söz, şeriatta oluyor küfür;
Üç yerinden çözülmeden duyulmaz,
Tâ ezelden Hakkın bastığı mühür.

Çözülür mü acıya dayanmadan?
Bu benlikler ateşlere yanmadan?
Bu âlemi nasıl seyretsin gafil,
Âşık olup, uykusundan uyanmadan?

Neyleyim… Böyle edilmiş karar;
Gösteririz; o devre yerden arar; *
Biz yanınca, (Dost)a döndü yönümüz,
Târif etsek, duyana olur zarar.

Hiç göremez, varıp öldürmeyince,
Tekrar diriltip de güldürmeyince;
(Kuş dili)ni öğretmek kaabil değil,
Kalbinden yazıyı sildirmeyince.

Satır üstüne yazı yazılır mı?
Buzun üstüne mühür kazılır mı?
(Emre)! eriyip de su olmayınca,
(Terkîbolan unsur) hiç bozulur mu?

1.3. 1950
Zapteden: Celâl Çalım Saat: 14.10
*Devre: Yanlış


S. – Bunun altından kalkmaya imkân yok.

Emre – Nasıl yok… Deveye sormuşlar: İnişi mi seversin, yokuşu mu? Deve cevap vermiş: İkisi de uzak olsun, sen düzlükden haber ver. Bu yolun düzü var, burnumuzun doğrusuna bakalım.

S. – Göremiyoruz gine.

Emre – Göremiyorum deyişi, gördüğüne, göreceğine işârettir. Herkes böyle diyemez, noksanını itirâf edemez. En büyük devlet, insanın, âczini bilmesidir.


(12.2.1956’da yapılan bir konuşmadan zaptedilebilen notlar):

Emre – Her varlık, ayrı ayrı tek hücrelerden mürekkeptir. O hücreler, kendileri gibi varlıklar doğurduktan sonra ölüyorlar. Ne vakit yok oluyorlar? Miadlarını doldurunca.

Gelelim ahlâka ve akla: Her insan, kendi aklını beğenir. Toplar, topladığını dağıtmak, yaymak ister. Allah dediğimiz varlık ise, herkesi muhittir. Neye benzer; vücudumuzun neresine bir iğne batsa haberimiz olmaz mı? Allah’ın bizleri muhit oluşu da böyledir. Biz nasıl herhangi yerimize bir iğne battığını istemezsek, Allah da hiçbir kuluna zarar verilmesini istemez. Biz ağrıyan kolumuzu nasıl kesip atmazsak, Allah da suç işleyen kullarını öylece reddetmez. Bizim gayemiz de Allahın ahlâkı ile ahlâklanmak olduğuna göre, biz kimseyi hor görmemeli, onları incitmemeliyiz. Onun için, kimsenin imânına, akîdesine karışmayız. Soran olursa, benliksiz olarak, Allah rızâsı için söyleriz; söyleyen olursa dinleriz. Kimsenin incindiğini istemeyiz, ama kendisi incinirse o başka, yine de onun gönlünü almaya çalışırız. Ama zornan olmaz. Mâdem anlamıyor, karışma. Sükût çok iyi şeydir. Olmak isteyen, oldurmaya çalışmaz. Kimseye karışmamalı, kabahatini görmemeli; Allah, Settarül’uyubdur.
Başkalarının hâliyle bizim ne alâkamız var… Ben küçüktüm yâni daha annemin kucağındaydım. Kolordu’nun karşısında bir yerde düğün mü vardı, neydi ihtiyar bir (Haçça Deyze) vardı, o da düğündeydi. Genç bir kadın, kalabalıkta uzaktan ona: (Haçça Deyze! Ver elini öpeyim) dedi. O da (çok yaşa, çok yaşa…) dedi. Ben o genç kadının, uzaktan (ver elini öpeyim) demesine o yaşımda gülmüştüm. Bâzı köpekler, ırmağın ötesindeki köpeklere ürürler. Bizim başkalarını nefsânî olarak tenkid etmemiz, onlara kızmamız da buna benzer.

Her şeyi hoş görmek bir kemâldir ama, bir devre gelir ki bu da bir noksanlık olur. Karşındaki seni ibret alınacak bir insan olarak görüyorsa, ona yaptığı hareketin, meselâ içkinin fenâ olduğunu söyliyeceksin. Ama seni dinlemezmiş, elbette dinlemeyebilir; dinlemedi diye ona kızmayacaksın, karışmayacaksın. Yaptığı hareketin fenâ olduğunu idrâk edemiyen bir arkadaşımıza, güyâ onu incitmemek için: (Çok iyi, çok iyi) dersek, bu, çirkefe düşmüş, boğulmak üzere olan bir insanı kurtarmayıp seyretmeye benzer. Ama karşımızdakini hâkir görüyor, onu kınayarak söz söylüyorsak biz ondan daha fenâ bir insanız demektir. Vicdânın lisânı tatlıdır, iyiliktir, kınayarak konuşma iblisiyettir.

Şimdi hakikati söylemek icabederse, içkiyi bütün peygamberler men’etmiştir. Hz. Muhammed şaraba (ümmülhabâis) yâni bütün habâsetlerin anası demiyor mu? İlmi Ledün’ün menbaı Hz. Muhammed böyle söyledikten sonra, rakı içen kâmildir derlerse inanma. Aklî muvâzenesini kaybeden, kâmil olamaz, çünkü nâkıs.

Bu hususta bir de âyet var ki (hamr)e yâni içkiye Şeytan ameli, Şeytan işi diyor. (hamr) yalnız rakı şarap değildir. Kelâm da, hâl ve ahlâk da tahammür eder.

Beşeriyet nelere mahkümdur… Meşrebi neye, kime yakınsa ona mahküm. Elimizden gelirse ıslâh olacağız, hattâ yerine göre, o can kardeşimizi kurtarmak için cebir ve şiddet bile kullanacağız. (Küllü men aleyhâ fân ve yebka vechü Rabbike Zülcelâli vel ikrâm) âyetinde niçin Zülcelâl demiş de Zülcemâl dememiş. Cemâl, Celâlin altındadır. Çocuğumuz kumar oynamağa heves ederse, onu kendi hâline mi bırakacağız? Hayır. İcabederse döğeceğiz. Arkadaşlarımız fenâ yollara saparlarsa, onlara nefsâniyetsiz nasihat edeceğiz. Her şey hoş görülmez. Hoş görmek, uzaktakiler içindir. Yakınımızın felâketini hoş göremeyiz. Hırsız uzaktayken hoş, yâni onu kınamadığımız, ayıplamadığımız için hoş. Olabilir ki bir gün bu kötü huyunu terk eder diye onu severiz. Zâten sevmesek, onu fenâ huyundan kurtarmak için çalışmayız. Fakat hırsız gelip de şurdan bir şey çalmak isterse, o zaman iş değişir.

Vaktiyle bir adam her şeye, herkese (Merhaba!) dermiş. Merhaba köpek! Merhaba kedi! filân… Bir gün bir değirmene gitmiş, ona da: “Merhaba değirmen!” derken entarisinin eteği değirmen taşlarının arasına sıkışmış; az daha ölüyormuş, yetişip kurtarmışlar. Şehire geliyor. Adam yine her şeye “Merhaba” demeye devâm edermiş. Bir gün gene bir değirmene gidiyor. Değirmene “merhaba” demiş ama bir taraftan da geri geri gidermiş. (Niçin böyle yapıyorsun?) diyorlar. (Kim ki dönüyor, ona uzaktan merhaba!) diyor. Hâli Muhammedîden dönenlere de uzaktan merhaba!


S. – Bir doğuşta, iki mısrâ var, onu iyice anlayamadım. Acabâ hakikî mânâsı benim anladığım gibi mi? Yalnız, o iki mısrâı doğuşun bütünü içinde anlayabilmek için, müsaade ederseniz, doğuş tamamiyle okunsun.

Bu hâl bir (Deryâ’yı Vahdet),
Hiç dibi görünmez, âdet;
Yüzmesini bilen girer,
Orda biter her ibâdet.

Tekmîl olur orda vâde,
Tükenir bütün irâde;
Âdem derisinden olmuş
Namaz kılana seccâde.

Kılan, olur Hakk!a yakın;
Canın varsa, varma sakın;
Gönül eğer kılacaksan,
Kefeni boynuna takın.

Âşıklara budur namaz;
Ölür, eylemez îtiraz;
Orda nice baş kesilir…
Nedir? diye soran olmaz.

Her evliyâlar oradan,
Geçer iken, alır ihsân;
O deryânın dalgaları,
Yaklaşınca, görünür kan.

Dalga çarpar, eder temiz;
Nasıl edip girelim biz?
Muhiddîn, Nesimî , Halîl,
Kenarında gösterir iz.

O izlere ayak basan,
Nidelim düşünemez can;
(Emre)! canından geçersen,
Yüzbin can edilir ihsân.

24.4.1948

S. – Sondan ikinci dörtlükte (Muhiddinî Ârabbî, Nesimî ve Develioğlu Halîl, bu (Vahdet Deryâsı)nın, daha, kenarında yol gösteriyorlar) denilmek istenmiyor mu?

Emre – Evet. O sözü söyleyen (Kudret), Vahdet Deryâsı’nın ortasından söylüyor. Söyleyen, hâşâ ki İsmâil olsun. Hz. Muhammed’in (Bir evin içinde, hattâ benim resmim bile olsa, o evde kılınan namaz kabûl olunmaz.) diye bir hadîsi var, asıl namaz, insanın resmi, yâni her arzuyu, her şeyi, hattâ kendini de kaybedip, (Deniz)in ortasında bulmasıdır. Bir devir gelir de insanı hâl bastığı zaman, o kimse şekil göremez. Ancak tek bir göz görür. Ordan ötesinin zâten târifi yok. Girilecek tek kapı odur. Girecek olan sakınsın, girdiği zaman nefsin arzûlariyle kirli olmasın, sonra başlar kir satmaya. Muzaffer Bey, bir mektubunda yazmıştı: Îsâ demiş ki: (O kapıdan kirli girilmez). İşte Üçüncü Mâkâm. Nalınlar da çıkarılacak. Akılda hiçbir varlık götürülmiyecek.

S. – Mutlaka temizlenmek lâzım değil mi?

Emre – Yâ… Mutlak ve mutlak.


S. – Nedir bu asırlar boyu süren Sünnîlik-Şiîlik mücadelesi…Yazık değil mi? Kardeş gibi geçinsek olmaz mıydı?

Emre – Mücâdele edenler, hakikati anlamayanlardır. Size bir hikâye anlatayım:

Bir gün Şeytan Fir’avnın kapısını çalıyor. Tak! Tak!

—Kim o?

Şeytan sesini çıkarmıyor. Fir’avn bir daha soruyor:

—Kim o?

Yine cevap yok. Nihayet Fir’avn kızmış, kapıyı birdenbire açmış, bakmış ki tanımadığı birisi. Ona çıkışmış:

—Kaç defadır “Kim o?” diyorum da niye sesini çıkarıp “Ben filâncayım” demiyorsun?

Şeytan taşı hemen gediğine koymuş:

—Sen her yerde Allahlığını iddia ediyorsun. Mâdem Allahtın, benim kim olduğumu bileydin. Bak, senin bilgine bir kapı bile mâni oldu. Nerede kaldı senin Allahlığın?

Fir’avn soruyor:

—Sen kimsin?

—Ben, Şeytanım.

—Peki, sen o kadar âlimdin de, niçin cennetten koğuldun?

Şeytan bakıyor ki o da kendisinin bir kabahatini biliyor, işi tatlıya bağlamak için:

—Sus, sus diyor, ikimiz de kabahatliyiz, sesimizi çıkarmayalım.

Kendi kendimizi tenkîd edebilmek seviyesine gelebilirsek, başkalarını kınamak, kötülemekten vazgeçeriz, bu da bir zaman meselesidir.

Zapteden: Şevket Kutkan


 EMRE’den Nükteler, Vecîzeler, Enstantane Cevaplar:

*Beyin denizine, ilim rüzgârları estirdikçe, orada dalgalar, yâni girintiler, çıkıntılar çoğalır, kafa inkişaf eder.

*Eğrilik, kötü kalblilik ateşe benzer, bulunduğu yeri mutlaka yakar.

*Karagöz perdesi, kâmil bir insanın kara gözünün perdesidir. Gözbebeğine de zâten (şah) diyorlar.

*İnsan çok büyüktür ama, küçüklüğünü bilse…

*Bize (Mum söndürürler!) bile diyorlar. Hâşâ! Biz, kendi mumumuzu söndürür, Allahın mumunu yakarız.

*En zor şey, dönen dünyanın üzerinde dönmeden durmaktır.

*Nasreddin Hoca’nın sözleri tohuma benzer. O, (Büyük Hakikat) ağacını güldürücü sözlerin tohumuna gizlemiştir. Tohumun kabuğu ne kadar sağlam olursa, içinden çıkan ağaç o kadar çok yaşar. Nasreddin Hoca da onun için zamanları aşıp geliyor.
*Kimsenin dinî inancına karışmayacağız. Herkes bizim gibi düşünemez. Şu yoldan, bir günde ne kadar insan geçiyor… Bunların hepsine: (Gelin, berâber geçelim.) diyebilir misiniz?

*Vicdânı muazzep olmayan insan, ölüdür. Bir ölüye iğne batırsan duyar mı?

*Başkalarının ızdırâbından acı duyanlar, onlara bitişiktirler. Bunlar büyük adamlardır.


Nasreddin Hoca Fıkralarının Tasavvufî Îzâhı

Bu Kadar Tavuğa Bir Horoz Lâzım

Akşehir çocukları, ceplerine birer yumurta alarak Nasreddin Hoca’yı da yakalayıp zorla hamama götürürler. Soyunurlar, yıkanırlar. Hoca göbek taşında yatarken, evvelden anlaştıkları üzre içlerinden biri der ki:

—Çocuklar! Gelin bir oyun oynayalım. Oyunda kazanamayan hamam parasını versin, olmaz mı?

—Nasıl bir oyun?

—Herkes bir yumurta yumurtlasın. Yumurtlayamayan, hepimizin hamam parasını versin… Nasıl?

Çocuklar hep bir ağızdan bağırırlar:

—Olur.

Nasreddin Hoca da kendileriyle beraber geldiği için ona da sorarlar:

—Bu işe sen ne dersin Hoca?

Konuşmanın başından beri dikkatle dinleyen Hoca, sesini çıkarmamış. Onun sükûtunu ikrar telakkî eden çocuklar, birer birer gıdaklamaya başlarlar, peştemallarının arasına evvelce sakladıkları yumurtaları çıkarıp Hoca’ya gösterirler.

Bunun üzerine Hoca ayağa kalkar, ellerini, kollarını çırpıp sallayarak horoz gibi öter:

—Ö’örü’öööööö!

Çocuklar, bu ummadıkları hareket karşısında şaşırırlar:

—Ne yapıyorsun Efendi Amca?

—Ne yapacağım oğlum, bu kadar tavuğa elbette bir horoz lâzım.

EMRE’nin Tefsirî:

İnsanlar ne kadar yaşlı olurlarsa olsunlar, (Hakikat)e ve (Hakikat)i bilene nazaran çocukturlar. Akılları da çocuk aklıdır. Onun için akıl, dâima oyundan ve oyuncaktan hoşlanır.

Çocuklar hile yapıyorlar. Hile yapan, nefsine mağlüp demektir. Nefsine mağlûb olanlara bizim buralarda “avrat” derler ya, Nasreddin Hoca da yumurtlayan çocuklara hakikati öğretmek için öyle yapıyor. (Ben sizin gibi nefsime mağlûp değilim, siz de böyle olun!) demek istiyor.