ÖNSÖZ
DOĞUŞLAR 2
“Hurûfta olmazsa nokta”,
“Her yazıda olur hatâ”;
Beni “”Nokta”sız bırakma,
Varlığımı et ihâta.
Şevket Kutkan
(İsmail Emre)yi, bir kere de (1) bu büyük kitabın kapısından mânevi bir cihâna, lâyemut bir gönül cennetine girecek olan muhterem okuyuculara, ancak idrâkimin dar zâviyesinin kavrayışı nisbetinde takdîm etmeğe çalışırken, bu büyük işin benim gibi küçük bir insana düşmüş olmasından duyduğum acz, cidden büyüktür.
Şimdi bu acz-içinde düşünüyorum: Emre’yi ben nasıl anlatayım? Nereden başlıyayım, nerede bitireyim? Fakat (Mânã)nın hacme sığmıyan genişliği, (acz)in çerçevesine girer mi? Bir (Doğuş)unda:
Babam Kâbe’yi yaptı, taşı aldı dünyâdan,
Ben geldim, (Gönül) yaptım, kapısı: bütün insan…
diyen (Gönül Kâbesi Mimârı)nı bir küçük kum tânesi nasıl anlatsın?.. Benim için, onu anlamak bile mümkün değilken, anlatmak ne mümkün…
Aczim hakîkaten büyük; onun için sözü, rahmetli (İç Varlık) mecmuası sâhibi ve Halk Bankası Teftiş Hey’eti Reisi Turgut Akkaş’ın gönül-dilli kalemine bırakıyorum. Turgut Akkaş, Emre’yi devlet adamlarımızdan birine tanıttığı mektubunda diyor ki:
(Aziz Türkiyemizin her sâhadaki hamlelerine muvâzî olarak, din anlayışında dahî bir reform temâyülünün son yarım asır içinde ilk belirtileri sezilmeğe başladı. Ben kendi hesâbıma, bu şuûrun geniş halk tabakaları arasına nasıl sirâyet ettirilebileceğini düşünür, bu muazzam dâvânın azameti altında titrer dururdum.
Benim otuz senelik neşriyâtımı tâkîb-edenler, bir korkak ve âcizin cılız sesinden başka birşey bulamamışlarsa bile, hiç olmazsa bu sâhadaki açlığın ve susuzluğun ifâdesini benden dinlemiş olmalıdırlar.
(İç Varlık), (2) bu husrânın son can çekişme hamleleri olmasına rağmen, mânevi ufuklarda bir inkişaf emâresi görememenin azap ve husrânı içinde gözlerimi kapatacağa benziyordum. Çok şükür, bir kalp krizinin acı günleri arasında bir hidâyet ve ümit nûru gibi, Adana’dan yükselen bir halk çocuğunun rûha sinen ve gönülleri fetheden mübârek hitapları, yaşlı günlerimin bir tesellîsi gibi bana saâdet verdi.
(1) Bundan evvelki kitap: (Yeni Yunus Emre ve Doğuşları), Ülkü basım-evi-İstanbul 1951. (2) (İç Varlık): Turgut Akkaş’ın çıkarmış olduğu metapsişik tebliğler ve araştırmalar mecmuası idi. Turgut Akkaş şimdi Hakk’ın rahmetine kavuşmuş bulunmaktadır.
Bilmem siyasî ve idârî hayatınızın dağdağaları arasında kendisinden haberdâr – olabildiniz mi? İsmail Emre, nûr yüzlü, ışık sözlü bir can. Herşeyden güzeli, en karışık ruh muammâlarını ve cemiyet meselelerini (sehl-i mümteni’) denecek selâsetle velîler gibi dile getirmesinde ve gönüllere sindirmesinde. Bu zamanda herkes kolay kolay dinlemiyor; dinliyenlerin yüzde biri anlamıyor; anlatabilenlerin binde biri, şuur ve îmânımıza yerleşip hayâtımıza istikamet veremiyor. Halbuki (Lisân-ül-halk aklâm-ül Hak) diyenlerle ben gençliğimde alay ederdim, fikirlerine omuz silkerdim. Bugün altmışına yaklaşmanın tecrübe mihekinden geçtikten sonra, halk için konuşabilenlerin ve onun rûhuna nüfûz edebilenlerin semâpâye varlığına inanıyorum.
Eski Yunus Emre’ye ebediyyet vâdeden ilâhî mazhariyyet kaynakları, çok şükür, kurumamış ve en tâze, duru nîmetlerini bugün de, en ileri tefekkür nizam ve sistemine uygun olarak verip durmaktadır; hem de Adanalı bir mübarek sanatkârımızın, bir kaynakçı kardeşimizin lisâniyle muhîtine çağdaş medeniyet cereyanlarının ışığını tutmaktadır.
Dördüncü seneyi bulan neşriyatları, yalnız memleket hudutları dâhilinde değil, yabancı diyarlarda da alâka tevlîd-eden bu mübârek cereyân, lâik Türkiye idealizminin en geniş arzûlarını tatmin edecek bir mâhiyet taşımaktadır.
Cenâbı Hak bir şeyi murâd-ettiği zaman, bütün esbâbını da birden halk edermiş: Bu halk ideolojisi sâhasında beklenen büyük hareketin ilk gönüllüleri de, Adana’da, “tıpkı ilk Millî Mücâdele Savaşında olduğu gibi” bir mütevâzı küme haline gelmişler, kendi dar imkânlariyle, büsbütün çorak bir iç varlık âleminde sağlı-sollu binbir çeşit cereyanla mücâdele etmeğe başlamışlardır. Maksatları o kadar saf, tuttukları yol o kadar temiz ki…)
Sayın Turgut Akkaş’ın, Emre’yle ilk tanışmasının intıbâı olan bu ihâtalı satırlar, bu kitaba başlıbaşına bir önsöz, bir medhal olmak değerindedir.
İsmâil Emre’nin, 1951’de neşredilen ve içinde 1210 tasavvufî şiiri bulunan birinci kitabından sonra, ilim ve edebiyet âlemine bu ikinci kitabı da takdîm edilmektedir.
Birinci kitabı görmemiş olan okuyuculara Emre’yi tanıtmak üzere, onun o kitabındaki biyografisinden bazı parçaları buraya naklediyoruz:
İsmâil Emre, nüfus kağıdına göre (1315-1899)’da, fakat hakîkatte (1316-1900)’de Adana’da doğmuştur. Kendisinden alınan mâlûmata göre, babası Koca Hoca Hakkı efendi, ulemâdan bir zâttır. Dedesinin adı Ahmed efendidir. Dedesinin babası da (Emir Halil) adıyla tanınmış bir müderristir. Emir Halil efendi aslen Harput’ludur. Bu zat, Harput’tan Adana’ya gelerek Adana’da yerleşmiştir. Bu aile, Adana’da (Kocahocalar) diye mâruftur.
İsmâil Emre beş yaşında babasını, on yaşında da annesini kaybetmiştir. On yaşında hem öksüz, hem de yetim kalan küçük İsmâil, kendinden yaşça çok büyük olan amcazadesi nalband Şükrü efendinin yanında 17 yaşına kadar kalmış ve ondan nalbandlık öğrenmiştir.
Emre, Birinci Cihan harbinin son senelerinde gönüllü olarak asker olmuş ve talimgâhta hizmet görmüştür.
1921’de (Bozantı-Halep-Nuseybin ve Tebdîdâtı Demiryolları) işletmesi hizmetine girerek Adana garı deposunda kazancı ve kaynakçı olarak uzun seneler çalışmıştır. Bu vazifesinden 1943 yılında ve istîfâ etmek sûretiyle ayrılmış, yine Adana’da serbest çalışmaya başlamıştır.
İsmâil Emre’nin ilk çocuğu olan Emine ile ondan sonrakisi Halil, küçük yaşta ölmüşlerdir. Hayatta Hafize, Rûşen, Fuzûle, Neş’e isimlerinde dört kızı ve Fikri adında bir oğlu vardır. Hanımı’nın ismi Ayşe’dir.
Emre, mektep medrese yüzü görmemiştir. Sonradan öğrendiği eski harfleri Yunus Emre, Mısrî Niyâzî divanlarını şöyle böyle okuyacak kadar bilmektedir.
Emre’nin eski harfleri öğrenmesi enteresandır: Emre, 17-18 yaşlarındayken düştüğü Allah aşkı ateşine, Yunus ve Niyazi gibi âşık şairlerin şiirlerini dinliyerek su serpmeğe çalışırmış; Fakat arkadaşları, bu divanları, Emre’nin her istediği zaman okuyamazlarmış; o da buna üzülürmüş. Bu tecessürle işe başlıyan Emre, okumayı, harf ve hece usuliyle değil, kelimelerin şekillerini, resimlerini hâfızasına nakşederek öğrenmiştir. İlk öğrendiği kelime, Mısrî Niyazi’nin (Kasab elinde koyunum!) mısraındaki kasap kelimesi olmuştur. Bu kelimeyi, o zamanki kasap dükkânlarıının arap harfleriyle yazılı tabelâlarında da seyrederek iyice öğrenmiş ve düştüğü ilâhi aşk ateşinde yıllarca yandıktan sonra, nihayet, nefsinin ve benliğinin koyununu Usta’sının bıçağı altına yatırmıştır.
Peygamberimizle Eshâbının hayatlarına ve İslâm târihine dâir mâlumât ile diğer peygamberlere ait kıssaların çoğunu, bu hususta bilgisi olan kimselerin sözlerini can kulağıyle dinliyerek, kısmen de Ahmediyye, Muhammediyye, Şahmaran, Kan Kalesi gibi tasavvufî kitap ve hikâyeleri okuyarak öğrenmiştir.
Bu çoğu şifâhî olarak elde edilen bilgilere, bazıları noksan veya yanlış ezberlenmiş birkaç âyet ve hadîsi de ilâve edersek, Emre’nin, bizim anladığımız mânâdaki kültürü tamamlanmış olur. Evet, Emre, Fıkıh, Ferâiz, Nahiv, Aruz gibi dünya ve medrese ilimlerinden hiçbirini okumamıştır; fakat buna mukabil, Mârifetnâme sâhibi İbrahim Hakkı’nın:
Ger fakîh-oldunsa, fehm-et: (Ennehuum lâyefkahûn),
Ger fakîr-oldunsa, sultân-ı cihansın bî-mihen;
(Fıkr-ı fakr)u (Nahv-i mahv) öğren (Hadîs-i Aşk)dan,
Âşinâ-yi Aşk ol, andan şöyle her dem bî-dehen.
dediği gibi, (Hiçlik Fıkhı) ile (Yokluk Nahvi)ni mükemmelen okuyup bitirmiştir. Tasavvuf nereden başlar, nerede biterse, Emre de oradan başlamış ve başladığı yolu, kendisini bitirmek sûretiyle tamamlıyarak bir (Aşk Güneşi) olmuş ve (Aşk Manzûmesi)nde dönen seyyârelere ışık vermek üzere, hareket ettiği noktaya tekrar gelmiştir.
Emre, bizim anladığımız mânâda bir şâir değildir. Çünkü şâirler, eğer münevverseler, şiirlerini kâğıt üzerine, ölçüp biçerek, düşünüp taşınarak, yazarlar. Tahsîli olmayan şâirler ise, sazlarını özlerine akord-ederek şiir söylerler; yâni kâğıt üzerine yazmazlar. Fakat birincilerin yazdıkları da, ikincilerin söyledikleri de tamamiyle kendi arzû ve irâdelerinin eseri olan şeylerdir.
Emre de saz şairleri gibi şiir “söyler”; yani kâğıt üzerine yazı yazmaz. Fakat onunla saz şairleri arasında şu fark vardır ki, Emre şiir söylerken kendinde değildir, yani ne söylediğinden kendisinin haberi yoktur; ağzından çıkan sözleri kulağı işitmez. O söylerken, yanında eli kalem tutan biri bulunur da, söylenen şiiri zaptederse ne âlâ; aksi taktirde, söylenen şiir zâyi olup gider.
Emre’nin, mânevî ihâta ve vukufu içine giren hâdiseler vesîlesiyle ve ilâhi bir tazyikle söylediği bu tasavvufî şiirlerin gerek lâfzî, gerek fikrî inşâsında kendi irâdesinin hiçbir rolü ve tesiri yoktur. Yani, tıpkı, hamile bir kadının, çocuğunu doğurması veya doğurmaması nasıl elinde değilse, bu şiirleri söylemek veya söylememek de Emre’nin elinde değildir. Bunun içindir ki o, kendisinin olmıyan bu şiirlere (Doğuş) adını vermektedir. Ve Emre, kendi varlığının, bu doğuşları söyliyen (Kudret) ile, onları dinliyenler veya okuyanlar arasında sadece bir vasıta vazifesi gördüğünü daima söylemektedir. Yani telefondan gelen sesler, yahut bir plâkta okunan şarkılar, nasıl telefona veya plâğa ait değilse, bu doğuşlar da Emre’ye ait değildir. Emre bir (ney)dir ve o (Kudret), zaman zaman gelip bu neyi üflemektedir.
Burada bir noktaya işaret etmek, yerinde olur: Emre’nin, bu doğuşları söylerken kendinden haberi olmaması hali, (bayılma) mânâsına alınmamalıdır. Emre, doğuş söylerken bayılmıyor; bilâkis, kalkıyor, oturuyor, sigara içiyor, hatta eğer doğuş, kendisi iş başındayken, yani dükkânda kaynak yaparken geldiyse, kaynak yapmakta devam ediyor; fakat sadece ne yaptığını ve ne söylediğini bilmiyor. Doğuş bittikten sonra bir de bakıyor ki, kaynak, doğuş hâli gelmeden evvel yaptığı kaynaklardan daha mükemmel olmuş. Bunun içindir ki bu hale (kendinden geçmek) yerine (kendinden çıkmak) denilirse, durum ve hâdise, daha doğru olarak ifade edilmiş olur. Çünkü (kendinden geçmek) tâbirinde (bayılmak) mefhûmu da vardır. Halbuki Emre, doğuş söylerken ne bayılıyor, ne de uyuyor; yani onun hali, herhangi bir sar’avî buhran veya marazî bir heyecan değildir. O, bir medyum da değildir.
Emre, bu doğuşların, kendi iç âleminde daima ve hiç durmadan söylendiğini, ancak icabedenlerin ses ve söz halinde dışarı çıktığını söylemektedir.
Emre, bu halin kendisine gelişini şöyle aanlatmaktadır: (Doğuş söylemeden evvel, bana tatlı bir ağırlık geliyor; vücudumda bir cereyan hissediyorum. Bu cereyan beni birkaç sefer, elektrik çarpar gibi sarsıyor; ondan sonra ne dünya, ne ahiret, ne bilgi, ne görgü, ne işitgi, ne de duygu kalıyor…).
İşte böylece, doğuşları söyliyen o Kudret gelip, Emre’nin terkederek boş bıraktığı vücut kürsüsüne oturuyor, söylemeğe başlıyormuş.
Doğuş bitip, Emre, kendine geldikten sonra: (Okuyun bakalım; biz de diinliyelim de istifade edelim) diyor. Bu sözlerinden, onun, doğuş söylerken hiçbirşeyden haberi olmadığı anlaşılıyor. Ancak doğuşun bitiminde (Emre!) diye mahlasını söylerken yavaş yavaş kendine geliyor, fakat yine de iradesini kullanamıyormuş. Şu doğuş, bizi bu konuda ve kendi ifadesiyle biraz daha aydınlatacaktır:
Elimde değildir bu doğan doğuş;
Çalışsan, tutulmaz gökte uçan kuş;
Söyler iken bilmem, kulağım duymaz,
Gözümü açarım, bakarım: doğmuş.
Hiç, aczimden başka, benim kârım yok,
Şükür, aşktan gayri hiçbir vârım yok;
Dertlerimin başı, dâim inilti;
İki dünya için âhü-zârım yok.
Bilmem nerden oldum derde giriftâr..
Dünya ve ahiret, bu başıma dar;
Makbûl-oldu dilek, arzu, emelim,
Aldı, kabul-etti, istedi Gaffâr.
Ellerinde, etti beni oyuncak,
Bazı yüksek eder, bazı da alçak;
Alır bu dilimi, bana söyletir
Kendi sözü ile bana: Enelhak!
Diyen, duyan kendi; ben bir vasıta;
Anlamıyan der ki: eyledi hatâ;
Anca bu aşk ile bîçare (Emre),
Kendini, götürüp Mâşûka sata.
Zapt: Vasfiye Değirmenci
Çiftehan: 21.5.957 sa: 18.20
Bir gün bu mevzûda kendisine şöyle bir sual sorulmuştu: (“Doğuşlar benim sözüm değildir” diyorsunuz; fakat bazı doğuşlarda meselâ: “Ben âcizim, hem toprağım; ilân-ettin sen, Mevlâ!” diyorsunuz; bu sözler sizin değil midir?) Emre, bu suale şu cevabı vermişti: (Bu sözler benimdir ama, söyleten, yine odur. Yani otomobilin hızı tekerlekten değil, gazdandır. Bu mısralarda Onun kelime ve kafiyeleriyle benim aczim konuşmuştur.).
Yine Emre’nin, muhtelif vesilelerle kendisine “doğuş” mevzuunda sorulan suallere verdiği cevaplar veya konuşmaları arasında söylediği bazı sözler vardır ki, bunları biraraya getirmek, doğuş halini kaabil olduğu kadar anlamamıza yardım edebilir:
Rahmetli Profesör Yusuf Ziya Yörükan, Emre ile bizzat görüşmek üzere Adana’ya geldiği zaman, aralarında fasılasız 13 saat devam eden bir konuşma olmuştu. Bu konuşma esnasında Profesör şöyle bir soru sormuştu:
– Size gelen bu hal, kaabil-i izah mı?
Emre – Hayır. Bu hali hiçbir lisan tarif edemez. Ben bu halin hâkimi değil, mahkûmuyum. Doğuşu söyliyen kudrette yok olmazsam söyliyemem. (Akl-ı cüz’) (Akl-ı Küll)e yaklaşır, Akl-ı Küll söyler. Doğuşları söyliyen akıl, ağız ve dil bizim ama, söylerken (Akl-ı Küll)e teslim edilmiştir. Yalçın kayaya iple çıkıldığı gibi, O Kudrete de kendi ağzımız, dilimiz, aklımız, bilgimizle gidilir.
Ben fakir, Allah denilen Kudretten hiç ayrılmak istemem; fakat işte şimdi sizinle tanıştık; sizin sevginiz gönlümün bir köşesinde kalır. Bu sevgi sebebiyle, o Kudret, doğuş olurken sizi öğebilir. Birisi fenalık yapsa, o Kudret, o fenalığı da söyler, iltimas bilmez; fakat kabahatimizi isim tasrîh etmeden söyler. Kabahatimizi bilsek de uyansak ne iyi olur ama, o sözler nefse çok acı ve ağır gelir. Halbuki doğuşun ihtarı, (Aman aman, çukura düşeceksin!) demeğe benzer.
Doğuşlar, görüş ve arzularımız üzerine (1) doğar:Mûsanın, ateş arzusu ile, Allahı öyle görmesi gibi. Arzularımız, görüşümüzü renklendiren bir gözlüğe benzer.
– Doğuşlarla konuşmalar arasında ne fark var?
Emre – Doğuşları söylerken, ne söylediğimi hiç bilmem. Bu konuşmalar da doğuş gibidir. Şimdi beni uyandırdınız, aklım ermeğe başladı. Ben ne söylediğimi ve ne söyliyeceğimi bilsem, asıl o (Bilen) kaçar, kor gider. Bazan doğuş söylerken kapının zili çalıyor, bir an kendime geliyorum; sonra o söyliyen, yine başlıyor söylemeğe.
Bu doğuşların gerisi, devamı çok gibi görünüyor ve yeni doğuşlar, ifade bakımından tekâmül ediyor.
– Bir doğuşta bulunsak?
Emre – Elimde değil söylemek. Hâkim olan, o Kudrettir; ben onun mahkûmuyum. Bazen çarşıda, sokakta söyler; ayıkırım ki söylüyor, hemen bir sokağa saparım.
Doğuşlar, aşk kelâmıdır. Aşka bürünmüş sözler nazımla çıkar ve onları herkes anlıyamaz. Bu konuşmalar, o doğuşların şerhidir. Ama bunları da anlamak için ayni hale bürünmek lâzımdır. Mensur sözleri herkes anlar; çünkü yazan, aklıyle yazmıştır; okuyan da aklıyle anlar. Bu doğuşlar ise aklın değil, aşkın, Allahın sözleridir. Mutasavvıf şairler, şiirlerini akıllariyle yazdıkları için şeriattan korkarak, (Hakikat)i gizli ve rumuzlu olarak söylemişler, çekinmişlerdir; bu doğuşları söyliyen Kudret ise kimseden çekinmez; onun için açıkça söyler.
Bazı kimseler, doğuşlara, onların kimden zuhur ettiğini görmeden, çok kıymet verirler; fakat yakına gelip de doğuşu söyliyeni görünce, eski hükümlerini değiştirirler. Bunda da haklıdırlar; çünkü bu hali anlamak için o halle hallenmek lâzımdır. Aşkı ancak aşk anlar. Onları da aşk istilâ ediverse, doğuşları ve çıktığı yeri bir görürler. Kimisinin aklında şeyhlik vardır; bizi öyle görmek istiyor; bakıyor ki bizim şeyhlikle, sakalla, tespihle işimiz yok, onun için doğuşlara kıymet vermiyor. Kimisi doğuşlara bektaşilik aklı ve gözlüğü ile bakıyor; aradığını bulamayınca da bırakıp gidiyor. Herkes hicâbı ile beraber geliyor ve kendisine hicâbı mani oluyor. (Hiçbir dinde, millette bulunmaz erkânımız) diye bir söz var, bizim halimiz de öyle: Ne kayıd biliriz, ne kuyûd. Şeyhlik, şahlık, bütün bunlar insanı Allahtan ayıran birer kayıd, birer perdedir. Bizim gibi olmıyan bizi anlıyamaz.
(1) “Kendisine mânen bağlı olanların arzu, görüş ve bilgilerine göre” denilmek isteniyor. Ş.K.
Biz bu âlemden göçsek, bu gölge kaybolsa, bütün mektepler, bütün münevver insanlar bu doğuşlara kıymet verecekler. Biz fânî olsak, bu hal çok şâşaalanır. Bazıları bu doğuşların bizden zuhûr ettiğine inanamıyorlar; o Kudrete garkolmazlarsa inanamazlar.
Yunus Emre’nin az bir okuması-yazması vardı. Önceleri, bazı şiirlerini akliyle, yani kalemiyle yazmıştır; fakat sonra Kudretullah kendisini sarınca, başlamış söylemeğe. Yunusun şiirlerinin kıymet bulması, şiir ve edebiyat bakımından son derece güzel olmasından değil, mânevî kudretinden ve aşkındandır. Yunusta edebiyat ve kafiye bakımından düşük şiirler çoktur. Lakin aşk, kafiyeye, mafiyeye, mahkûm olmaz. Çünkü insanlığa anlatacağı birşey, bir hâl vardır; onu kafiyeye, edebiyata feda etmez. Yunusu bütün dünyaya tanıtan Kudretullahtır.
Bizim yolumuz, “doğuş” yolu değil, ahlâk ve istikamet yoludur. Biz bu yola, doğuş söylemek için çıkmamıştık; tesadüfen yolumuz buradan geçmiştir.)
Bu halin Emre’de ilk defa vukuu şöyle olmuştur:
Emre; bir gün birkaç arkadaşiyle beraber oturuyormuş. İçlerinden biri, Nesîmî’yi beğendiğini ifade eden bir söz söyleyince, Emre’nin ağzından şu sözler, elinde olmadan dökülmüş: (Okuduğun şiirlerden daha iyileri bizden doğacak). Kendi iradesi dışında ağzından çıkan, fakat içinde bir gurur kokusu, bir benlik iddiası bulunan böyle bir söz söylemiş olmasından dolayı müteessir olmuş; lâkin bu sözler, kendi iradesine tâbi olmadan söylenmiş olduğu için, biraz teselli bulmuş ve zuhûrâta tâbi olmuş.
Bir başka gün, Emre, vaktiyle ezberlemiş olduğu tasavvufî şiirleri makamla okurken, kendisine tasavvuf ilmini öğreten ve 1933’te vefat eden zatın, Develioğlu’nun mâneviyyeti, her vakitki gibi yine görünerek sert ve âmirâne bir hitapla: (Kendinden oku!) (1) demiş. Halbuki ne şiirden, ne de vezinden haberi olan Emre şaşırmış; fakat aynı emir, bir ikinci, bir üçüncü defa daha tekrarlanınca kendini kaybetmiş ve söylemeğe başlamış.
Doğuş doğarken, Emre’nin yüzü; kalbi çarpan bir kimsenin yüzü gibi sararıyor; gözleri de, sıtma nöbeti içinde yanan bir adamın gözlerine benziyor. Bu görünüşe rağmen, Emre, Doğuşları hiç titremiyen sakin bir sesle ve kendine has bir besteyle söylüyor.
Emre, bu doğuş söyleme halini, ilk zamanlar, en yakın arkadaşlarına, hatta ailesine bile söylemek istememiştir. Fakat bu halin gelmesi de, gitmesi de elinde olmadığı için, ister istemez doğuş söylemekte devam etmiştir.
Emre bu doğuşları besteyle söylediğinden, arkadaşları, kendisini türkü söylüyor zannetmişler, işin farkına varamamışlardır. Bu hali en evvel sezen ve anlıyan kimse, o zamanlar Adana garı deposunda süpürgecilik yapan Mustafa Baba isminde birisidir. Emre’nin kendisinden geçtiğini yüzünün sararmasından anlıyan Mustafa Baba, söylenen şiirlerin tasavvufî değerlerini de idrâk edecek seviyede olduğundan, Emre’nin peşini bırakmamıştır. Mustafa Baba, Emre’yi aşka getirip söyletmek için süpürgesini kucağına alıp saz çalıyormuş gibi yaparak hafiften türkü söylermiş. Emre bu ahengin tesiriyle kendinden geçip doğuş söylemeğe başlayınca, süpürgeci Mustafa Baba, onu ağlıyarak dinlermiş.
O zamanlar Devlet Demir Yolları Adana Deposunda çalışan Emre’nin yakın iş arkadaşları, bu halin farkına daha sonra varabilmişler, fakat ekseriya iş başındayken doğan bu doğuşların pek azını sigara paketleri veya kâğıt parçaları üzerine zaptedebilmişlerdir. Bu doğuşlardan bir kısmı tam zaptedilememiş, bir kısmı da kaybolmuştur.
Bu hâl, Emre’ye, kırk yaşına girdiği 1940 yılında gelmiştir. Emre’nin o seneden bu zamana kadar, 24-25 yıldır söylemiş olduğu doğuşlardan zapt ve tesbit edilebilenler 2400 kadardır.
18-19 sene evvel, kendisiyle ilk tanıştığım sıralarda Emre, Eski Yunus Emre’nin de, kendisi gibi, (doğuş) söylemiş olduğunu, yani onun da yazıp bozar bir şair olmadığını söylediği zaman hayret etmiştim. Emre’nin mânevî bir vukufla haber verdiği bu enteresan hususiyeti öğrenince, Yunus Emre’nin dîvânında buna dair işaret ve îmâlar bulunup bulunmadığını araştırdım. Bulabildiğim parçalar, Emre’nin sözünü te’yîd ediyordu:
1 – Miskin Yûnus bu sözü can içinden söyledi,
Söyler iken bîhaber; (Tapduk Emre)m kârıdır.
2 – Miskin Yûnus bu sözü kendisinden söylemez;
Hak Çalap vermişidi sabakın dilimize.
3 – Yûnus işbu sözleri Hak varlığından söyler,
İster isen kânını, miskinlikte bulasın.
4 – Yûnus sana tuttu yüzün, hem unuttu kendi özün,
Senden sana söyler sözün, söz söyliyen, sensin bana.
5 – Yûnus değil bunu diyen, Kudret dilidir söyliyen;
Kâfir olur inanmıyan: (Evvel), (Âhir) heman benim!
Bu sözlerden anlaşılıyor ki, Eski Yunus Emre de bizim anladığımız mânâda bir şair değil, (Hak Çalab)a teslim olarak onun diliyle (doğuş) söyliyen bir Hak âşıkıdır. Eski Yunus Emre’nin, kendisini, bizim bildiğimiz şairlerden saymadığı da şu mısraından anlaşılmaktadır:
“Yûnus, Hak tecellîsin şair dilince söyler.”
Çok sonra öğrendim ki, Eski Yunus Emre’ye dair olan an’anavî rivâyetler de bu iddiayı teyid etmekte imiş. Bu riyâyetlere göre, (Tapduk Emre)nin mâneviyeti Yunusa görünerek:
– Hadi söyle!
demiş; Yunus da kendinden geçerek şiirler söylemeğe başlamış.
Lakin ilmin usûlü: “görmediği ve tecrübe etmediği şeye inanmamak”tır. Yani herhangi bir edebiyat tarihçisi, bu rivâyete itimad edemez, dolayısıyle de Eski Yunus Emre’nin şiirlerine (doğuş) diyemez. Fakat bu yüzden de Eski Yunusa dair olan etüdlerin bir tarafı, hatta en mühim tarafı noksan ve karanlık kalmış olur. Fakat düşünmek lâzımdır ki, sesini bütün sıcaklığı ve samimiyetiyle yediyüz yıllık bir zamanın ötesinden bize kadar duyurabilen Yunus Emre: (Bu sözleri söyliyen ben değilim; beni söyleten, daha doğrusu, benim dilimden söyliyen, Allahtır.) derken yalan mı söylemiş oluyor? Ve biz edebiyat tarihimizin en kıymetli sahifelerini yalancı bir şaire mi ayırmaktayız? Elbette hayır. O halde Yûnusun sözlerine inanmamız lâzımdır. Bâhusus bugün, Eski Yunus Emre gibi kendinden çıkarak doğuşlar söyliyen Yeni bir Emre vardır ki, ilim adamları, Eski Yûnusun iddiasını, Emreyle görüşerek tahkîk etmek imkânına sahiptirler.
İsmâil Emre, milletimizin – onu andığı zaman – kendisiyle iftihar edeceği büyük bir mutasavvıftır. Her türlü değerini bir tarafa bıraksak bile, onun, kendinden çıkarak tasavvufî değeri pek büyük 2400 şiir söylemesi, kendisiyle ilgilenmek için kâfi bir sebeptir.
Marazî bir hassasiyet neticesi şair Enis Behiç Koryürek’te tecellî eden hal ile de alâkadar olmıyan edebiyet tarihçilerimizin ve ilim adamlarımızın, Emre’yle ilgilenmeleri ilim ve edebiyat namına bir kazanç olur.
Bu halin, yani sakin bir cezbeye gelerek “doğuş” söyleme halinin Emre’de zuhûr ve tecelli ettiğine, birçok kimselerle beraber biz de onsekiz senedenberi ve birçok defalar şahit olduk, hâlâ da olmaktayız. Esasen, Emre hayatta olduğu için, bu hali bizzat müşâhede etmek herkes için mümkündür. Ve böyle bir fırsatı kaçırmamak, edebiyat tarihçilerimizin, hatta Maarif Vekâletimizin vazifesidir. Bu fırsat kaçırılır ve bu tetkik ihmal edilirse, yarın, edebiyat tarihimizin muâhaze ve teessüfünden kurtulamayız. Bilhassa şunu da nazarı itibara almak lâzımdır ki, bu zat, şimdi 65 yaşındadır. Allah göstermesin, onun yarın ölmiyeceğini kim iddia ve hayatını kim garanti edebilir? Emre, edebiyat, tasavvuf ve ilim adamlarımızın tetkik mevzûu olmadan bu âlemi terk ederse, böyle bir fırsatın kaçırılması hazîn olmaz mı? Ve bundan dolayı istikbalin edebiyat tarihçileri, cemiyetimizin bu alâkasızlığına ve lâ-kaydîsine teessüf etmezler mi? İşte bu satırların, yıllardan beri devam eden telaş ve feryadı, o teessüfün ağır gölgesinin, bizim neslin alnına düşmesine razı olamamaktan ileri geliyor.
Emre 1934 yılında soyadı kanunu çıktığı zaman, (Emre) soyadını bir emri vâki neticesi almıştır. Emre, okuyup yazması pek iyi olmadığı için, yazması kolay olsun diye tek heceli bir soyadı almayı düşünürken, o zaman Devlet Demir Yolları Adana deposunun saatçisi olan Bay Recep, birgün Emre’yi kolundan tutup: (Gel sana “Emre” soyadını alalım; çünkü Emre âşık demektir; sen de bir Hak âşıkısın; bu soyadı sana iyi gider) diyerek onu zorla Nüfus Dairesine götürüyor ve (Emre) soyadını nüfus kütüğüne işletiyor.
Ona, birinci kitabımızda (Yeni Yunus Emre) denilişi, sadece bir soyadı benzeyişinden dolayı değildir, Yeni Emre, tuttuğu tasavvuf yolunun, Eski Yunus Emre’nin gittiği yoldan, yani aşk yolundan başka bir şey olmaadığını söylemektedir:
1 – Emre, Yunus ile taşır O Tapduk eline odun.
2 – Yûnustur benim başım, Ondan vuruldu aşım:
Derd elinde gezerken, Odur benim yoldaşım.
3 – Yunus Emre’nin mezarını arayıp buldukları havâdisi üzerine doğan aşağıdaki doğuş, yediyüz yıl evvel Eski Yunus Emre’yi söyletmiş olan (Büyük Kudret)in şimdi de Emre’nin dilinden söylediğini anlatmaktadır:
Dostu anlayınca, dürdük defteri,
Can gaaib-olunca gördük Dilber’i.
O Yunus Emre’nin olduk mezeri, (1)
Meydana çıkardık gizli esrârı.
Dirisi dururken, ararlar mezer,
Taş ile toprakta bu (Hâl) ne gezer..
Bu putu yapanlar, kan ile özer;
Dirisi dururken, ararlar mezer.
Kesilmiş ağaçta, olur mu yaprak?
Taş ile toprakta olur mu dudak?
Dirisinden çıkar dâim (Enelhak!),
Dirisi dururken, ararlar mezer.
O’na fedâ oldum, dâim mevcûdum,
İşaret ediyor benim vücudum,
Hareketsiz olur, Hakka sücûdum;
Dirisi dururken, ararlar mezer.
(Hâl) târîf edemez yapılan binâ,
Acep benzemez mi her hâlim ona?
Beraber yürüdük bizler Rahmâna;
Dirisi dururken, ararlar mezer.
Bilenler bilir ki, O’nun diliyim,
Hızır’la İlyasın tutan eliyim,
Bazı âkıl olur, bazı deliyim;
Dirisi dururken, ararlar mezer.
Altıyüzden artık geçti yılımız,
Beraber söylüyor bizim dilimiz,
(Makaam-ı Fenâ)dır daim elimiz;
Dirisi dururken, ararlar mezer.
Beraber dirildik, hiç yoktur ölüm,
Yaktı, kodu gitti, çürümez külüm,
Yaprağı yerlere dökülmez gülüm;
Dirisi dururken, ararlar mezer.
Biz bir çiçek olduk, dâim açarız,
Dünya, ahirete koku saçarız,
Bazı ayân olur, bazı kaçarız;
Dirisi dururken, ararlar mezer.
Bilmiyenler, bizden ederler ikrah.
Gözümüzde durur Hazret-i Allah;
Beytullah perdesi örtülmüş, siyah;
Dirisi dururken, ararlar mezer.
Hâlim: (Yûnus) oldu, beden: çerçeve;
Aldım da sakladım gönlümde eve,
Yok-olur giderim ben seve seve;
Dirisi dururken, ararlar mezer.
(Yûnus Emre) oldu bu bendeki dil,
Aşk birleştirmiştir, hiç ayrı değil,
Ba hâl, (Yûnus) iken, oldu (İsmâil);
Dirisi dururken, ararlar mezer.
Bir zaman ben baktım (Yûnus Emre)den,
Her dâim diridir benden Emr-eden;
Battı ise, çıktı âşık (Emre)den;
Dirisi dururken, ararlar mezer.
Zapteden : Vasfiye Değirmenci
6.8.1949 sa : 7.30
—————————————————-
(1) Mezer : Mezar
(Doğuş hâli)ne şâhid-olmuş büyük ve beynelmilel bir âlimin, sayın Prof. Dr. Annemarie Schimmel’in NUMEN mecmuasında neşredildikten sonra ayrıca basılan (Yunus Emre) başlıklı makalesinden, İsmail Emre’ye tahsis ettiği kısmı buraya almakta fayda mülâhaza ediyoruz:
[. . . . Şiirlerinin melodisine Meram değirmenlerinin monoton gürültüsü, yahut Konya pazarındaki Kuyumcu çekicinin ritmi, hemen hemen farkına varılmadan girmiş bulunan Mevlânâ Rûmî’nin Mesnevî’sinin bazı kısımlarında ve birçok gazellerin meydana gelişinde olduğu gibi, Yunus Emre ve haleflerinde de, Tanrı tarafından ilhâm-edilmiş çok miktarda şiir görebilmekteyiz.
Yunus Emre’nin tipik örneklerini bugünkü Türkiye’de de görüyoruz. En ilgi çekicisi, (Yeni Yunus Emre) (x) denilenidir. Yeni Yunus Emre, bir kaynakçıdır. Adana’da 1899’da doğmuştur. Yeni ve eski yazılarla yazılmış bir iki kelimeyi güçlükle okuyabiliyorsa da, isminden başka bir şey yazamaz. 1940’dan beri, kendisine zaman zaman ilham gelmektedir. Bu ilham, ilk defa, Emre’nin çalıştığı demiryolları atölyesinde temizleyicilik yapan bir adam tarafından fark edildi. Daha sonra hadise duyuldu ve Emre’nin yanında bulunanlar, söylenen basit melodileri yazmaya başladılar. Bizzat ben, böyle iki şiirin nasıl doğduğuna şahit oldum: (Bunlara “doğuş” diyorlar): 15 Aralık 1955’te ısıtılmış bir otomobille Konya yolundaydık. Dışarıdaki sıcaklık, aşağı yukarı -3 derece idi. Şoförün yanında oturan Emre, “doğuş”ları birdenbire besteyle okumaya başladı. Birlikte seyahat eden beş yolcudan biri, mısraları yazdı. Yirmi dakika zarfında, halk şiiri tarzında, hece vezniyle, İsmâil Emre’nin tercihan kullandığı “aaxa” kafiye şemalı iki uzun şiir meydana geldi. Ve ayni zamanda olayın mânevî heyecaniyle arabanın içi öyle ısındı ki pencereler kalın bir buğu ile örtüldü ve biz, geri kalan 90 kilometreyi, Konya’ya kadar hiç üşümeden aldık. Emre, ne söylediğini hiç hatırlamıyordu.
Şeriatçiler tarafından kötü ve şüpheli görülmesine rağmen, bu halk âşıkının, etrafında sadık bir zümre bulması gayet tabiidir. Bizlere (yani Avrupalılara) göre şaşırtıcı bir sürpriz teşkil eden böyle tabiat-üstü bir hulûs hadisesi, Anadolu’da tabii karşılanır. Bu, kısmen, memleketin târik-i dünyalığı, kısmen de, yüzyıllar boyunca devam eden tarikatlerin tesiriyle izah edilebilir. Kardiyognozi, peygamberâne rüyalar (Bunlar İslâm dinince de desteklenmektedir), telepati, tanıdığım muhitlerde sık sık rastlanan tezâhürlerdendi.]
(x) İsmail Emre : Yeni Yunus Emre ve Doğuşları (Şevket Kutkan neşri), İstanbul 1951, 672 s.19.2.1951’e kadar 1210 doğuş.
Emre’nin tasavvufî doğuşları, bir taraftan (İlâhî Hakikat)i anlatmaya çalışırken, diğer taraftan da, bize, (tasavvufî ahlâk) merdiveninin basamaklarını işaret etmektedir. İnsanları (Mânevi Sevgi)ye götürecek tek yol, bu ahlâktır.
Emre diyor ki: Bu sevgi, ancak, ahlâkımızdaki hayvânî sıfatlar yok olduktan sonra doğabileceğine göre, tasavvuf, son hecesi (şer) olan (beşer)i (İnsan) ve sonra da (Âdem) yapmak için uğraşır.
Macerası mukaddes kitaplarda yazılı olan Nuh peygamber de, (kötü ahlâk) tûfanında bocalayan (vücut) gemisini kurtarıp, bu geminin içinde bulunan ve herbiri bir fena huyumuzun sembolü olan hayvanları (irade) ve (ahlâk) bağları ile bağlayıp kendine râm ederek (İnsan) olmamış mıdır?
Mukaddes kitaplarda tabiat ve akıl dışı gibi görünen olayları böyle anlayıp, böyle anlatan Emre, tasavvufun, hiçbir din ve millet farkı gözetmeksizin bütün insanlara hitabettiğini ve dinler arasındaki münâfereti (insanları sevmek) yoluyle yoketmeğe çalıştığını söylemektedir. Allah, ne sadece müslümanların, ne de sırf mûsevilerin veya hıristiyanların Allahıdır. O, Kur’ânın, ilk sûresinde kendisini (bütün âlemlerin, yani herkesin Rabbı) olarak tanıtmaktadır. Bu sûrenin, vahiy tarihi itibariyle ilk sûre olmadığı halde Kur’anın başına alınmasındaki hikmet, bu şefkat nüktesini ihtiva etmiş olmasından başka birşey olmasa gerektir.
Şefkatini, bilâistisna bütün insanların üstüne bir yağmur gibi yağdıran böyle bir Allahta fânî olan Emre’nin doğuşları, aanlamasından ziyade, anlatması güç olan tasavvufu, her türlü idrâke hitab-edebilecek bir belâgatla izah etmektedir.
Bu doğuşlarda parlıyan hakikat ışığı, ahlâk ve idrak gecelerini aydınlatan bir ışıktır. Bilhassa şu son senelerde dîni, irticâ ve yobazlık; tasavvufu da tekkecilik, tarikatçılık ve zındıklık zanneden ve Allahı, mahdut bir zümrenin Allahı olarak kabul edip, diğer insanları Tanrının şefkat dairesinin dışında bırakan dar düşünceli insanların karanlık dünyasına bu ışığın doğmasını, milletimizin selâmeti bakımından da bütün kalbimizle temenni ederiz.
Münevver zümre istisna edilecek olursa, halkımızın umumi idrak ve telâkkisi, mutasavvıfla softayı, yani hakiki dindarla mürtecii birbirine karıştırır. Bunun içindir ki Emre’yi tespihli, sakallı bir şeyh, mürteci ve yobaz bir tarikatçı zannedenler de vardır.
Emre, bir gün, kendisine: (Size tarikatçı diyorlar; ne dersiniz?) diye sorulan bir suale şu cevabı vermişti:
– Ben tarik marik bilmem. Bu iş, yani tasavvuf, bir kelâmdır, anlıyabilirsen anla; bir mâneviyettir, yürüyebilirsen yürü.
Tarikatlar, büyük tasavvufçular göçtükten sonra, onların büyüklüklerini anlıyamıyan ve Allahta fâni olamıyan kimseler tarafından, menfaat veya şöhret temini için kurulmuştur herhalde.. O büyük adamların isimleri, kendilerinden sonrakilere menfaat vasıtası olmuş. Halbuki o büyük insanlar, tarikatı küfür saymışlardır. Fakat işin hakikatini anlıyamıyanlar, onların ektikleri nûr-u ilâhinin ancak menfaat tanelerini toplamışlardır.
Anlayışın, idrakin tarîki olur mu ki, biz tarîkatçı olalım?
İşin esasını anlayıp da tarikat girdabının içinden çıkanlar, gerçekten kurtulmuşlardır. Gerisi, tespih, def, dünbelek gibi bağlara bağlanıp kalmışlardır. Kudretullah, böyle kayıtlarla bağlanır mı?
Tarîkatta merasim, yani resmiyet var; bâtında, yani hakikatte ise sadece sevgi var.
Tarîkat, bir nevi din siyasetidir. Halbuki siyasetten vazgeçmiyen kimse, mâneviyyeti anlıyamaz. Mâneviyyetin esası da şu: İnsan, (Mâşûk)unu bulup, ona âşık olacak. Böyle yapmazsa, tespihle, zikirle, defle, dümbelekle çekilecek emeklerin hepsi havaynan cıva!
Mevlânâ: (Tekkem kâinat, medresem dünyâdır) diyormuş; bak Kâmil İnsan kelâmına! Koca Mevlâna! tekkeyi, tarîkatı ne güzel anlıyor, ne güzel anlatıyor…
Yine Mevlânâ’nın dediği gibi, herkes, bizi kendi zannına göre görüyor, kendi zannına göre anlıyor; zannına göre dost, zannına göre düşman, zannına göre tarîkatçı, zannına göre mürteci ve mutaassıp olarak görüyor.
Mürteciler, Atatürk’ün heykeline put diyorlar. Halbuki o heykel, memleket için çalışan, vatanımızı kurtaran insana minnetimizin ifadesidir. Bu cahil adamlar, ellerinden gelse, milleti, memleketi mahvedecekler. Hükümet onların ellerine geçse, -geçmez ya- bunlar medeniyete, yani atoma karşı hangi silahı kullanacaklar acaba? Cenbiyeyi mi?
İslâmiyet kılıkla mıdır? İslâmiyet, her bakımdan selâmete erişmek demektir. Onlar, ilim ve fen, hatta din bakımından selâmet, gerçek kurtuluşa ulaşmışlar mıdır? Onlar, değil medeniyeti, dini bile anlamıyorlar. (Turhan Selçuk’un yapmış olduğu bir mürteci karikatürünü göstererek): bak şu karikatüre; ne güzel yapmış; eline de tespihi vermiş! Tespih çekmekten ne çıkar? Tespih çekilirken (tık! tık!) diye çıkan ses, bir kelâm mıdır? Bunun bir mânâsı olabilir mi? Bu ses bize herhangi bir ilmi veya hali öğretebilir mi? Bizi bir felaketten korur mu? Hudutlarımızı müdafaa edebilir mi?
Mürteciler, mutaassıplar Kur’andaki (tesbih)i, “tespih çekmek” zannediyorlar; halbuki tesbih, hizmettir. Ayların, yıldızların tesbihleri, bize ışık vermeleridir. Yemekler, hep bizi tesbih ediyorlar; biz onları yersek insan olacaklar; insan olmayı bekliyorlar. Mürteciler ve tarikatçılar da, güya Allaha tespihle varacaklar! Çok uzak! Allaha, hizmetle, sevgiyle, aşkla varılır.
Avrupa terakki etmiş, başlıkların en güzelini, yani şaapkayı giyiyor; bizim mürteciler ise, sırf muhalefet olsun diye bere giyiyorlar. Avrupa Hidrojen bombası yaptı; bunlar ona (Salâten Tüncinâ) ile karşı koyacaklar! Onlar tayyare yapıyorlar; bunlar hâlâ deveye mübârek diyorlar!
Mürteci’, misvâki temizlik için değil, sevap kazanmak için kullanıyor. O kokulu ağacı dişlerine sürdükten sonra kuşağının arasına sokuyor. Halbuki Hz.Muhammed, dişlerimizin diplerindeki mikropları gördü de misvakî onun için kullandırdı.
Bunlar, İslâmiyeti, her türlü terakkiye arka çevirmek zannediyorlar ve bu yanlış kanaatleerini de herkese, bilhassa cahil halka aşılamağa çalışıyorlar.
İşte bizi bunlar mahvettiler: Verdiler elimize bir tespih, doldurdular kucağımıza bir kucak kıl, yani sakal; bir köşede uyuştuk kaldık.
Hakikaten, ellerine fırsat geçse, kadınları tekrar torbaya, yani çarşafa; kafese, yani karanlığa sokarlar. Fakat artık onların eline hiçbir fırsat geçmez. Çünkü gençliğin elindeki meşale, irticaın (nefes)inden sönmiyecek kadar kuvvetlidir.
Emre’nin dünya görüşü ve Kur’andaki tabiat-üstü olayları izah edişi, tamamıyle aklın, mantığın ve müsbet ilimlerin çerçevesi içindedir. Emre’nin iman semasında hiçbir hurafe ve taassup bulutu yoktur. Cahil hocaların ve dolayısiyle bir kısım halkın kafasında yer eden (Dünya, öküzün boynuzu üzerindedir) inanışını Emre, bakınız nasıl izah ediyor:
(Bu söz, büyük ve kâmil bir insanın sözüdür ve doğrudur. Fakat hocaların anlayışı yanlıştır. Onlar bu sözü zâhirî mânâsiyle anlıyorlar. Halbuki her sözün, bir de mecazî mânâsı vardır. Meselâ, buradaki “dünya” sözünden maksat, yer yuvarlağı değil, bizi İlâhî Hakîkat menbaından ayıracak olan her türlü dünya düşünceleri, dünya sevgileri, dünya gafletidir. Nitekim, bu sözü söyliyen ârif zat kim ise, (Küre, öküzün boynuzu üstündedir) dememiş, (Dünya öküzün boynuzu üstündedir) demiş, Çünkü “Küre” ile “Dünya” başka başka şeylerdir. Küre, üzerinde yaşadığımız toprak yuvarlağın ismidir; “dünya” ise, demin de söylediğimiz gibi, dünya dağdağasının, dünya gürültü patırtılarının ağırlığı, azabı ve ıstırabıdır ki, bu ağırlığı da ancak dünyaya mahkûm bir “akıl öküzü” çekebilir.
Fakat “mal, mülk, para, evlât, devlet” gibi dünya esbâbı, bizi Allahtan ayırmıyorsa, bunlar, o sözdeki “dünya”dan sayılmaz. Bilâkis, bizi gayemize daha kolay götürecek vasıtalardır.)
Görülüyor ki, bu türlü bir izah, cahil halkımızı, hem atom devrini yaşıyan Batı dünyasının eşiğinde, zelzeleyi hâlâ öküzün başını sallamasiyle izah etmek gibi bir zavallılığa düşmekten kurtarıyor, hem de hakikatle yüzyüze getiriyor.
Yine Emre, halkın çok kıymet verdiği ve müthiş bir surette tesiri altında kaldığı kerâmet mevzuunda diyor ki:
(Kerâmet, ilâhî Kudret menbaı olan bir insana kalben, mânen bağlanıp kendinden geçen bir kimseden zuhûr edebilir. Böyle bir menbaa telîm-olarak kendinden geçen bir insan, maddî kuvvetlerden müteessir olmuyor, meselâ ateşte yanmıyor. Yanan, zaten akıldır; akıldan geçince, ortada yanacak bir şey kalmıyor. “Biz çıkınca aradan, kalır bizi Yaradan”; ateş, Yaradanı yakar mı?
Bununla beraber, kerâmetin ilk defa ve kendiliğinden zuhûru kerâmet, fakat arzu edilerek tekrar edilmesi, yani Allaha ait bu kuvvetin, başkalarına gösterilmek için, tarafımızdan keyfi olarak kullanılması kerâhettir. Bu bakımdan kerâmet, bir nevi küfürdür. Asıl kerâmet, kerâmet kudretini izhâr etmeyip zaptedebilmektir.
Kerâmet, beşeriyeti kurtarmaz; insanlığa hiçbir faydası yoktur; bilâkis, zararı vardır. Çünkü kerâmeti gören kimse, bu fevkalbeşer kudrete imrenir, ayni kudrete kendisinin de sahip olmasını ister. Halbuki bu hal, tasavvuf yolunun gayesi değil, bir merhalesidir. Ve bu yolda nereyi beğenirsek orada kaldık demektir.
Nice insanlar vardır ki, herşeyi yapabilecek kudrete sahip oldukları halde, hiçbir şey yapmazlar, Allahın kudretini lüzumsuz yere harcamazlar. Çünkü onlar, kendilerini Allahın âleti olarak bilirler. Allah, onlar vasıtasiyle bir kerâmet gösterirse, bu zuhûrata sadece tâbi olurlar; yoksa, kendiliklerinden birşey yapmazlar.
İnsanlara kerâmet gösterenler, Allah kendilerine hangi kudreti vermişse, ancak onu yapabilirler. Başka birşey yapabiliyorlar mı? Geçen gün, cenup kazalarımızdan birinde bazı dervişlerin kerâmet göstermek için fırına girdiklerini söylüyorlardı. Peki, o dervişler, ellerinde kudret varsa, kasabalarındaki trahomluları iyi etseler ya?…
Hz.Muhammed böyle şeyler yaptı mı? Bir gün Hz. Muhammedin yanında Hz. Ali de varken, bir kadın, yakasından tutup sürükliyerek getirdiği bir adamı Peygamberimize şikâyet ediyor: “Ya Muhammed, bu adam benim yoğurdumu yedi, parasını vermedi; ondan dâvâcıyım”. Adam inkâr edince, Hz. Muhammed kadına soruyor: “İki şahidin var mı?” “Hayır”. “Öyleyse birşey yapamayız”. Adam yakayı kurtarıyor; kadın da me’yus bir halde gidiyor. Fakat Hz.Ali dayanamıyarak soruyor: “Ya Muhammed, ben adamın midesinde yoğurdu gördüm; sen niçin kadının yoğurdunu adama ödettirmedin?” “Ya Ali, ben adamı, yoğurdu yerken de gördüm, hatta onunla beraber yedim ama keramet başka, bu dünya işleri başka. Hadi biz ikimiz yoğurdu gördük; kadılar, hâkimler de adamın midesinde yoğurdu görebilecek mi? İnsanların suçlarını, senin gibi, gözlerinde okuyabilecekler mi? Onlar neye göre hüküm versinler? Biz, bu cemiyetin içinde yaşıyoruz. Onun kanunlarının dışına veya üstüne çıkamayız”.
İrticâı ve dolayısıyle tarîkatı, miskinliği, tembelliği, tevekkülü ve târik-i dünyalığı ka’iyyen reddederek, ekmeğini alnının teriyle kazanan bu tahsilsiz, ümmî kaynakçının, çok sağlam hükümlere varan dünya görüşü, müsbet ilimler, ahlâk, medeniyet ve hakikat çerçevesi içindedir.
Emre’nin getirdiği tasavvuf, XX. asrın bütün maddî terakkileriyle elele vermiş dinamik bir tefekkür sistemidir. Bu manevî tefekkür hayatı, bir meyvanın “iç”ine, maddî terakkiyat da onun kabuğuna benzetilebilir. Bu taktirde, âşikâr bir hakikattir ki, kabuksuz kalan meyva çürüyüp kokar, içsiz kabuk ise, kof bir görünüşten başka bir şey olamaz. Meyvanın içi büyüdükçe nasıl dışı da büyürse, ve her ikisinin hayatları nasıl birbirlerinin mevcudiyetleriyle kaaimse, Emre’nin anladığı ve anlatmak istediği tasavvuf da, insanın iç ve dış hayatını, birbirine paralel iki terakki çizgisi üzerinde gayeye götürmektedir.
Mazideki birçok mutasavvıflar, tasavvuf meyvasının “maddî terakkî kabuğu”nu, lüzumsuz sanarak soyup attıkları için, ellerindeki bu meyvayı kokutmuşlar, insanlığın istifadesine arz edememişlerdir. Emre’ye göre, “dünya hayatı” arabasını çeken kuvvetli hayvanların dizginini idare edemediği için başını fıçısının sükûnuna sokan Diyojen, bu aksayan mutasavvıfların tipik bir numunesidir. Emre, suyu tasla içmek imkânı varken, Diyojen gibi avucuyla içmez. O, bulursa, suyunu altın bir tasla da içer. Fakat (Gönlüne) o altın tasın ne kendisi, ne gölgesi, ne de ismi girer.
Yine Emre diyor ki: (Dünyadan kaçıp kurtulmak için mağaralara çekilen târik-i dünya’lar, dünyayı, yani dünya endişesini oraya akıllarında taşıyarak götürmüyorlar mı? Çünkü “dünya” denilen şey, mal-mülk, çoluk-çocuk, tarla-tapan gibi maddî şeyler değil, bu maddî şeylerin bizi gaflete düşüren, yani Allahtan ayıran sevgisidir. (1) O sevgileri aklından atamıyan bir insanın, mağaraya çekilmekle dünyadan kaçtığını zannetmesi, deve kuşunun avcıdan saklanmak için başını kumlara sokup, vücudunu meydanda bırakmasına benzer.
Târik-i dünyalar, mutaassıp hocalar ve kalp şeyhler bizden değildir. Bunlar dindar değil “dini dar” kimselerdir. Köylünün ve cahil halkın düşmanı da bunlardır. Bir lâmba, binlerce mumluk bile olsa, herhangi bir örtü, onun ışığını kapatabilir. Cahil hocalarla kalp şeyhlerin taassubu da aynen böyle bir örtüdür ve islâmiyet ışığını kapatmıştır. Bu ışığın meydana çıkabilmesi için o perdenin ortadan kalkması lâzımdır.
Taassup; terakki istemiyor, medeniyet ve refah vasıtalarını dine aykırı buluyor. Allah, birçok işlerin yapılmasını bize bıraktığı halde, mürteciler ve tekke mütevekkilleri, bunları yine Allaha bırakarak tevekkül köşesine çekiliyorlar; yani milletimizin terakkisi için çalışmıyorlar. Halbuki maddî terakkî olmazsa, insan Allahı bile düşünemez.
Dini anlamıyan bu insanlar gibi, mağaralarda, camilerde îtikâfa çekilip boyuna tespih çekecek olursak, yani dinin içine giremez de dışında kalırsak, böyle bir din anlayışı elbette terakkiye manidir. Zaten bizi, bu anlayış geri bıraktı. Halbuki Peygamberimiz, her türlü terakkiyi sevmiş, bizlere de o günün en ileri bilgisini vermiştir. Şimdi hayatta olsaydı, bugünün en ileri bilgisini ve yaşayışını tavsiye ederdi; yani “deveye değil, tayyareye binin!” derdi.)
Bunun içindir ki Emre, dünya nimetlerinden âzâmi surette istifade ederek vatanımıza, milletimize faydalı bir insan olmamız lâzım geldiğini, bilhassa “târik-i dünya”lık fikrine saplanmış olanlara her vesileyle anlatmak ister.
Böyle düşünen ve böyle söyleyen bir insana mürteci, mutaassıp veya tarîkatçı denebilir mi? Hatta insafla itiraf edelim ki, din ve dünya anlayışında biz, bu seviyede miyiz? Belki bize mürteci, mutaassıp denilebilir de, Emre’ye denemez.
Emre’nin doğuşlarında millî ve vatanî sesler de vardır. Bu, onu diğer mutasavvıflardan ayıran bir husûsiyettir. Emre, vatanını ve milletini olgun bir sevgiyle sever. O, kendisini söyleten Kudret’te fânî olunca, söylediği doğuşlardan bazıları, onun kalbinde ve aklında bulunan bu vatanî ve millî renklere de boyanarak doğmaktadır. Aşağıdaki doğuş ile 163 numaralı doğuşun takdim ettiğimiz dörtlükleri, Emre’nin millî bir renkle boyanmış doğuşlarındandır:
Ninni deyim, büyü, ey yavrum, sana,
Büyü, hizmet eyle Güzel Vatan’a;
Murâdı karnında kalıp durmasın,
İftihâr-eylesin seninle Ana.
Gaayetle cesûr ol, bekle sınırı,
Sana teslîm olsun milletin ârı;
Deden, târihleri duydu, dinledi,
Tâ ezelden budur Türklerin kârı.
Evvelden senindi Fas’la Ardahan,
Senden titrer idi yanbakan düşman;
O al bayrağını gören, korkardı,
Her kalb çırpınırdı, sanki bir hazan.
Eski vatanını, büyü de ara,
Garbı Tûnus idi, şarkı Buhârâ;
Akdeniz Hâkimi derlerdi sana,
Gemine havuzdu güzel Marmara.
Cihânı tutmuştu bizim ünümüz,
Kılıçla olurdu o düğünümüz;
Çadırı-çatmayı teslîm alırdı,
Her nereye dönse, dâim, yönümüz.
Yine öyle cesur kanımız bizim,
Dâim kurban bekler canımız bizim,
Her kulakta gizli, durmaz anılır,
Söylenir, duyulur şânımız bizim.
Hiç mağlûb olur mu kurd ile arslan?
Başları kalkarsa, dururlar dîvan;
Ölü değil (Emre)! bu yavruların,
Diri kan vermiştir bunlara Rahman.
Doğuşu zapteden: Vasfiye Değirmenci
Zapt tarihi: 25/12/952 Saat: 9.10
. . . . . . . . . . . . . . . . . . .
. . . . . . . . . . . . . . . . . . .
. . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Dağlar ile taşlar doluyken mâden,
İstifâde etmez, gezdirir beden;
Vatan köşeleri hazîne dolu,
Acep görülmüyor Yârabbî, neden?
Veren hem Ganî’dir, hem dahî sahî,
Her ne kadar verse, tükenmez, bâkî;
Cehil geriye kor, ilim ileri;
Çalışmayıp yatan, etmez terakkî.
İleri bakmıyan, her dâim muhtaç,
Bazı karnı doyar, bazı, kalır aç;
İlimler güneşi bize de doğsa,
Düşman ile dosta kalmaz ihtiyaç.
(Emre)! sen sabr-eyle, yakın zamânı,
Yaklaşıp geliyor; hiç sıkma canı;
Her şeye Kaadirdir, hem dahî Muhît,
Sen de ondan dile böyle erkânı.
Eğer kim sevmese Yurdu, Vatanı,
Kalbine koymuştur vahşî hayvanı;
Siper-etmek için dökmüş, akıtmış
Sayısı belirsiz şehitler, kanı,
Altı köşesine, sanki akan su;
Can fedâ eyleyip kurmuşlar pusu;
İçinde duranda, eğer olmazsa,
-Karataşa benzer- millet kaygusu.
Bu doğuştaki temennilerin tahakkukunu hangi Türk istemez ki…
Emre’nin mânevî portresine birkaç çizgi daha ilâve edebilmek için, onun, ânî olarak sorulan suallere verdiği cevapları ve muhtelif vesîlelerle yapmış olduğu ahlâkî, tasavvufî, nüktelerden birkaçını da vermek istiyoruz. Halkımızın din anlayışına karışmış olan birçok hurâfeleri hakikatin süngeriyle silip temizliyen bu cevaplar ve nükteler, okuyuculara, Emre’nin din anlayışındaki ileri fikirliliğini ve ahlâkî hüviyetini, kendi ağzından orijinal cevaplar ve ânî tesbitler halinde takdim edecektir:
Sual – Mansur, günde 1000 rekât namaz kılarmış; ne dersiniz?
Emre – Mümkün mü hiç? Bir rekât namaz 3 dakikada kılınsa, 1000 rekat için 3000 dakika lâzımdır. 3000 dakika da, hesap edelim, bakalım, ne ediyor? 50 saat ediyor. Mansurun, günde 1000 rekât namaz kılabilmesi için 50 saat lâzım. Halbuki bir gün, ancak 24 saattir.
Tecrübe edip, bir gün 150 rekât namaz kıl; bakalım ertesi gün 100 rekât kılabilir misin? Usanırsın. Halbuki ibaret, zevk almak için yapılır, usanmak, ikrâh-etmek için değil.
Bu gibi sözler, düşüncesiz mutaassıpların uydurmalarıdır.
Sual – Bazı evliyâların vücutları kabirde çürümüyormuş; bu olur mu?
Emre – Bütün insanların vücutlarının çürüyeceğini Hz. Muhammed söylemiş.
S. – Ne demiş?
Emre – (Küllü şey’in yerciu ilâ aslihî = Herşey aslına dönecek) demiş. Vücut; nelerden yapılmışsa, onlara dönecek. O halde bu vücut, mutlaka çürüyüp dağılacak, toprak olacaktır. Yalnız, harpte veya doğumda fazla kan kaybederek ölenlerle, ishal, verem gibi hastalıklar çekip bir deri bir kemik kaldıktan sonra vefat edenlerin; bir de, uzun bir zaman yaptıkları “rıyâzat” sonunda gözlerini kapayanların vücutları geç çürüyebilir. Çünkü bunların vücutlarında kan kalmamış, hayat kudretleri azalmıştır. Çürüyecek olan da bu hayatî kudretlerdir.
Bazı ölüler de killi topraklarda sıkışıp kalırlar; bunlar da çürümiyebilirler; fakat muvakkat bir zaman için. Bugün çürümezlerse, yarın; yarın çürümezlerse, 1000 sene sonra; yine de çürümezlerse, 100.000 sene sonra mutlaka çürüyeceklerdir. Zira “Anâsır-ı Erbaa”dan mürekkep olan vücudun, suyu uçmuş, harareti gitmiş, gaz kısmı da havaya karışmıştır; o halde geriye kalan toprak unsuru, yani kemiği de aslına rücu’ edecektir. Zamanla taşlar bile çürüyor da vücudun kemik, kireç kısmı çürümez mi? Hem, vücudun çürümemesinde bir fevkalâdelik mi var ki?
S. – Evliyâların vücudu çürümez diyorlar da…
Emre – Evliyâ olan, vücut değil, akıldır. Herhangi bir şeyden zevk alan veya azap çeken, vücudumuz değil, aklımızdır. Rüyada bazan ayağımız kırılıyor da, müthiş bir ağrı duyuyoruz. Bir de uyanıyoruz ki ne ayağımız kırılmış, ne bir şey. Ayağımız kırılmadığı halde o acıyı nasıl duyduk? Demek ki acıyı duyan şey, vücut değil, akılmış. Eğer dediğiniz doğru olsaydı, yani evliyâların cesetleri çürümeseydi, bütün peygamberlerin cesetleri bu güne kadar sağlam bir halde kalırdı. Halbuki onların vücutları çoktan çürümüştür; fakat halleri çürümemiştir; gittikçe de büyüyüp duruyor.
Sual – Herkesin gökte bir yıldızı varmış; ölen kimselerin yıldızları akarmış; doğru mu?
Emre – Eğer böyle olsaydı, şimdi Kore’de harb olduğuna göre, her gece yıldız yağmuru yağması lâzımdı. Böyle şeylerin aslı yoktur. İnsanın yıldızı, gözleridir. Biz ölünce, bunlar akar, söner.
Biz, söylenen sözleri yanlış anlıyoruz.
Sual – Mehdî ne zaman doğacak?
Emre – Allah, insanı yaratırken, Mehdîsini de, Şeytanını da beraber yaratmıştır. İnsan kendisinin Mehdî’sini doğurmalı, Şeytanını da mahkûm etmeli. Mısrî Niyazi:
Nefse vurdum kırk “Erbaîn”, Mehdî, benim adlimdürür,
Öldü ol Deccâl-i laîn, İsâ, benim fadlımdurur,
Kıldı beni Rabbim emîn; Âhir emir katlimdürür;
Ya sen beni, ya ben seni! Ya sen beni, ya ben seni!
diyor. Niyazi Allahta yok olunca, Mehdîsi kendi içinden çıkıyor. Bizden hâriçte ne Mehdî var, ne Deccal. Hepsi de içimizde, yani ahlâkımızdadır.
Birgün konuşulurken, tespih çeke çeke aklını kaybeden birisi için “esmâ çalgını” denildi. Bunun üzerine Emre şunları söyledi:
– Demek ki bu “esmâ”, yani tespih çekmek insanı çalarmış! Öyleyse buna hiç yanaşmamalı. Nakşî ismindeki mutasavvıf şâir:
Gel ey sofî, ko esmâyı, Müsemmâ’dan haberdâr-ol:
Senin cism-i lâtifin hep sıfâtullah imiş bildim.
diyor. İş, bir kere tam mânâsiyle (Allah!) diyebilmekte ve bu ikrardan dönmemekte. Tespih çekerek 100.000 defa Allah! de, ne çıkar?..
Bektâşî, Mevlevî’ye soruyor: (Siz ne yaparsınız, erenler?) Mevlevî, “semâ'” âyîninde döndüklerini kasdederek: (Biz, Allah! der, döneriz) diyor. Bektâşi, bu işi beğenmediğini anlatmak için: (Cık? diyor, biz, Allah! der, dururuz).
İşte böyle: Yüzbinlerce defa Allah! deyip tespih çekeceğimize, yerini bilip, bir kere cânü yürekten Allah! demeli ve bir daha sözümüzden dönmemeliyiz.
Sual – İki melek varmış: biri sevaplarımızı, öbürü de günahlarımızı Levh-i Mahfûz’a yazarmış. Bir de günahları tartacak terazi varmış; buna ne dersiniz? Böyle şeyler olur mu?
Emre – Bu sözler hurâfe gibi veya çocukça görülüyor ama, ayni şeyler Kur’anda da var. Kur’anınsa, hayâl ve hurâfeyle hiçbir münasebeti yoktur. O halde bu âyetleri başka türlü anlamalı: Hangi insan, yapmış olduğu fenalıkları unutabilir? Yaptığımız şeyler vicdanımıza öyle bir yazılır ki, onları unutmamıza imkân yoktur. Öyleyse vicdanımıza Levh-i Mahfuz diyebiliriz. Zaten Levh-i Mahfuz’un mânâsı “saklanmış, muhafaza edilmiş levha” değil midir?
İşte Allahın bahsettiği (Terazi), iyiyi kötüden ayıran “insaf” ve “vicdan”ımızdan başka birşey değildir. Gözlerimizle kulaklarımız, bu vicdan terazisinin kefelerine; kalbimiz de yine bu kantarın topuna benzemez mi?
Başka türlü şeyleri böyle anlarsak, Kur’anın hayat ve hakikatten ayrı bir şey olmadığı anlaşılmış olur.
Sual – Birisi : (Elektrik yakmak günah) diyor; buna ne dersiniz?
Emre – Ona hakikaten günah. Çünkü onun aklı 2000 sene evvelki karanlıkta, kendi idrak karanlığında yaşıyor; ona azap lâzım.
Peygamberimiz şimdi hayatta olsaydı, en iyi ışığı kullanırdı. Onlar, Peygamberimizi (Abdullahın oğlu Muhammed) zannediyorlar; onun (daima tekamül eden bir hâl) olduğunu bilemiyorlar. Mutaassıplardan biri: (Sabun bid’attir; çünkü Peygamberimizin zamanında sabun yoktu; şimdi de kullanmamak lâzımdır) diyormuş. Peygamberimizin zamanında kâğıt da yoktu; o zaman kâğıt yoktu diye, şimdi din kitaplarını veya Kur’ânı kağıtlara basmayıp da deriler üzerine mi yazalım?
Şu taassup ve irticâ’ ne kötü şey!..
Sual – Uğurluluk ve uğursuzluk diye bir şey var mıdır?
Emre – Akla göre! Var diyen için var, yok diyen için yok.
Sual – Elektron ve protonlar her madende birdir; ancak, madenlerin cinsini protonların adedi tayin ediyor; yani bir gün kimyevî usullerle meselâ demiri veya bakırı altın yapabilecekler.
Emre – Hepsine proton diyorlar ama, cinsleri ayrı ayrıdır. Meselâ bütün kedilere “kedi” diyoruz; halbuki bunların dişisi var, erkeği var, tekiri var, düz beyazı var. İnsanlar erkek kediyi dişi yapabiliyorlar mı ki her madeni altın yapabilsinler?
Bir gün de tefsir konusunda şunları söylemişti:
– Avcılar, dağlık arazide avlanırken, tüfek attıkları zaman dağlardan sırayla aksisadâlar gelir: Güm! Fakat kuşu vuran, tüfeğin ağzından çıkan birinci güm!dür. Dağlardan gelen güm!ler kuş vurmaz.
Tefsir de buna benzer: Mânâ kuşunu vuran, birinci gümdür, âyetin gümüdür.
Emre – Vücudun aptesi su ile; fiilin, ahlâkın aptesi ilim ve aşk iledir.
Emre – Tasavvuf, bütün insanları bilâtefrik ve şehvetsiz sevmektir.
Emre – Din, tekâmül edince tasavvuf olur.
Emre – Tasavvuf, bir duymak, bir uymaktır.
Sual – Kur’ânı, arapça olduğu için anlıyamıyoruz.
Emre – Kur’ân arapça olsaydı, Araplar anlar ve hep evliyâ olurlardı. Kur’ân arapça değil, Rabcadır. Kur’anı ne Arap anlar , ne Türk; Kur’ânı Kur’ân olan anlar.
Emre – Peygamberimizin duy adı : Muhammed, huy adı: Mustafa, soyadı: Allah’tır.
Emre – Bazı kimseler Peygamberimize (kıl) ile, yani sakal bırakarak; bazı kimseler de (kîl) ile, kîl ü kaalle, yani ilimle uymaya çalışıyorlar; halbuki o, ne (kıl), ne de (kîl)dir; o, bir (hâl), bir (Âbıhayat)tır.
Sual – Size zındık diyorlar?
Emre – Biz zındık değiliz; Allahı saklıyan sandığız.
Sual – Tasavvufla uğraşanlara dinsiz diyorlar?
Emre – Din, Allahta hitam bulan bir yoldur. Din yoluna adım atmadan evvelki hâl, dinsizliktir; bu dinsizlik fena. Din yolunu yürüyüp bitirdikten, yani Allahta fani olduktan sonraki hâl de dinsizliktir. Bu da (fenâ) ama, (fânîlik) mânâsına gelen fena. Birincisi kötü (fena), ikincisi iyi (fenâ). Birinci fena: (varlık), yani Allahtan ayrı oluştur. İkinci (fenâ: yokluk), yani Allahta yok oluştur.
Allahın dini olur mu?
Emre – Allahtan gönül yapmasını öğrenmeye başladık mı, (Fenâfillâh) eline doğru adım atmaya başladık demektir.
Emre – Hacca gidecek olanlar, küsmüş oldukları kimselerle barışıyorlar; ne güzel şey! Biz kimseye küsmiyelim, kırılmayalım. Nasıl, kırık bir kâsede su durmazsa, kırık bir kalbde, yani başkasına kırılan, küsen kalpte de Allah durmaz.
Bir gün, kırılmaz bardaktan bahsediliyordu; Emre bu vesileyle şunları söyledi:
– Kırılmaz bir gönül, yıkılmaz bir ev, uyumaz bir göz, herşeyi anlar ve anlatır bir söz, dışındakileri de içine alan bir öz sahibi olalım.
Sual – Sen hiç incinir misin?
Emre – Ben sizin incittiğinizle incinirim.
S. – Ben size vaktiyle çok söğdüm; hakkınızı helâl edin.
Emre – Biz ne oluyoruz, biz kim oluyoruz ki başkasında hakkımız olsun? Bizi sevenle söven birdir.
Bir gün insanlardan şikâyet ediliyordu. Emre bu şikâyetleri, kimseyi incitmeden şu sözlerle tatlıya bağladı:
– Söğsünler, sevelim; döğsünler, yine sevelim, sevelim, sevelim!
Bir gün tahsilden bahsediliyordu. Emre, tahsili şöyle tarif etti:
– Tahsil, toplamak demek değil mi? İnsan, etrafından toplayıp, bir de kendini topladı mı, tamam!
Emre’nin kızı Neşe, bağda, babasına:
– Baba, gece hırsız geldi galiba..
demişti. Emre sordu:
– Hırsız neye benzer kızım? Merkebe mi, ağaca mı, neye?
– İnsana, baba.
– Madem insana benziyor, öyleyse hırsız olduğu şüpheli, belki hırsız değildir? Sonra, merkep merkepliğinden, ağaç, ağaçlığından kurtulamaz ama, insan, fena ahlâkından vazgeçip kurtulabilir.
Emre – Eğri bir tel, bir delikten nasıl giremezse, eğri bir kalp de (Mâneviyyet) kapısından, yani gönülden içeri giremez.
Emre – Yemin ederken Kur’âna elimizi değil, kalbimizi koymalıyız. Hele Kur’ânı kalbimize koyarsak, yemine de lüzum kalmaz.
Emre – Hayvanlar birbirlerini yerler; beşeriyet de öyle (Beşer), (Âdem) olduktan sonra yemekten, içmekten kurtulur.
Kur’ândaki (Yasak! yapma!) gibi hitaplar hep (beşer)edir. (İnsan)lara olan hitap daha tatlıdır. (Âdem)lere olan hitap ise, başka bir âlem…
Nasreddin Hoca’nın büyük bir mutasavvıf olduğunu ve fıkralarının da tasavvufî hakikat ile tasavvufî ahlâkı telkin etmek istediğini ilk söyliyen, Emredir. Bu görüş, asıl Nasreddin Hoca fıkralarını, taklitlerinden ayırmak için şaşmaz bir mihenktir.
Rahmetli Remzi Oğuz Arık ile Emre, Adana’da, Dr. İhsan Önal delaletiyle ilk tanışmalarında bu mevzu üzerinde konuşurlarken, Remzi Oğuz, Emre’ye: (Madem Nasreddin Hoca fıkralarının tasavvufî bir mânâ taşıdığını iddia ediyorsunuz, ben size bir fıkra anlatayım, siz bunu tasavvufa tatbik edin) diyerek şu fıkrayı anlatıyor:
(Nasreddin Hoca’nın bir evi varmış. Hoca bir gün evine diyor ki: “Sen artık adamakıllı eskidin; nerdeyse yıkılacaksın. Gel seninle bir anlaşma yapalım. Sen bana ne zaman yıkılacağını haber ver de, ben senin altında kalmıyayım”. Ev de “Peki” diyor. Aradan epey bir zaman geçiyor. Bir gün ev yıkılıyor. Bereket versin ki, yıkıldığı zaman, Hoca, evin içinde değilmiş. Akşam Hoca geliyor; bakıyor ki ev yıkılmış, ona: “Hani sen bana ne zaman yıkılacağını haber verecektin?” diyor. Ev de:”Ben sana çok söyledim ama sen anlamadın. Bir gün duvarım çatladı, bir gün sıvalarım döküldü, bir gün tuğlam düştü. Bunlar hep sana benim yıkılacağımı haber veriyordu. Bizim dilimiz böyledir” diyor.)
Emre, fıkrayı şöyle mânâlandırıyor: (Evi insan vücuduna benzetsek, olmaz mı? Evin yıkılması da ölüm olsun. Duvarın çatlaması, sıvaların dökülmesi, tuğlanın düşmesi de hastalanmamıza, saçlarımızın, dişlerimizin dökülmesine benzetilemez mi?
Emre bu izahı yaparkan, Remzi Oğuz Arık, ağrıyan dişinin sızısını dindirmek için Dr. İhsan Önal’dan bir aspirin istiyor. Bunun üzerine Emre: (İşte bakın, ev, size, bir tuğlasının düşmek üzere olduğunu haber veriyor) deyince, bu izah ve bu yerinde misal, rahmetlinin çok hoşuna gidiyor ve bunu not defterine kaydediyor.
Emre, fıkranın gerçek mânâsını şu sözlerle tamamlıyor: Bu vücut binası, bir gün nasıl olsa ölüm zelzelesiyle yıkılacaktır. İş, bu ev yıkılmadan, “ölmeden evvel ölerek” Ebedî Ev’e, “Emîn Belde”ye, yani bir kâmil insanın gönlüne göç etmektedir.
Emre, bu mevzuda şunları da söylemektedir: Nasreddin Hoca, hem isnad, hem de istinad merkezi olmuştur. Ârifler, mutasavvıflar; kendi sözlerini, tesir etsin diye Hoca’ya atfetmişlerdir.
Nasreddin Hoca’ya bazen de müstehcen fıkralar isnad edilmiştir. Bazı hikâyelere de bu kabîl ilâveler yapılmıştır: hoca, bindiği dalı kestikten sonra, merkebin yokuşta üç defa yellenmesi gibi. Bunlar Nasreddin Hoca’ya ait değildir.
Bir gün de, Emre’ye, (Hoca’nın, bindiği dalı kesmesi) ile ne kasdettiği sorulmuştu, Emre şu cevabı vermişti: (Kâmil bir insanın gönül ağacına çıkmışken, Allahın yasak ettiği fiillerin baltasiyle bindiği dalı kesme) demek istiyor.
Emre’nin din anlayışı nasıldır? Onun bu husustaki görüşleri, tasavvuf çerçevesinden hariç değildir. Almanya’da, Düsseldorf’a tabi Lindorf’ta bulunan Anneliese Debus isminde mektepli bir Alman kızının, 1952 yılında Adana lisesi II. sınıfında bulunan Lütfi Küstü’ye hitaben yazdığı mektupta, dinimizin mahiyetine dair bilgi edinmek üzere sorduğu suale karşılık olarak yazılmış uzun cevapta Emre’nin din anlayışı bütün tafsilâtiyle izah edilmiştir ki, bu mektup, Emre’nin muhtelif vesilelerle söylemiş olduğu fikirlerin bir hulâsasıdır. Biz de, Emre’nin din anlayışını esaslı bir surette verebilmek için, buraya o mektubun bazı kısımlarını nakletmek istiyoruz.
Emre diyor ki: (Dinlerin, bir iç, bir de dış tarafları vardır: Dış taraf, şeklî ibadetler ve merasimlerdir. İç taraf ise, Allahın ne veya kim olduğunu anlatan fikir ve mânã cephesidir.
Dinlerin şekil tarafları, insanların vücutlarını, mânaları ise akıllarını ilgilendirir. Şeklî ibadetler, insanları dinin mânâsına götürecek olan bir yoldur. Binaenaleyh bunlar, gaye değil, vasıtadır. Din, sırf şekliyattan ibaret bir mecburiyet olsaydı, yerinden kalkamıyacak kadar hasta veya ihtiyar olan insanların artık dinle alâkaları kalmaması icabederdi. Halbuki din, vücudun değil, aklın takibedeceği bir yoldur.
Dinler, eğer birbirleriyle mukayese edilmek icabederse evvelâ şekil, sonra da mânã taraflariyle mukayese olunmalıdır. Hangi dinin şekil tarafı insan vücuduna faydalı, mâna tarafı da aklı en mâkul bir izahla tatmin ediyorsa, o din daha üstün olmak icabeder.
İslâmiyetin şartları, hepimizce de mâlûmdur ki namaz, oruç, hac, zekât ve kelime-i şehâdet’tir.
Hz. Muhammed’in her sözünde ve her emrinde bir hikmet olduğu gibi, namaz ve abdest emirlerinde de bir hikmet ve dolayısiyle bizler için fayda vardır.
Abdestteki hikmet şudur:
Allah, geri bir hayat içinde yuvarlanan Arapları, pislikten ve tembellikten kurtarmak için, onlara beş vakit abdest almalarını emretmiştir.
Peygamberimiz, bilhassa sineklerin, türlü hastalık mikroplarını insandan insana naklettiklerini mânen gördüğü ve bildiği için, vücudun mikroplarla temas eden kısımlarını yıkamamızı emretmiştir. Abdestte yıkadığımız yerlerden bilhassa yüzümüz çok nazik bir uzuvdur. Yüzde birçok ince damarlar vardır ki, bunlar zedelenir de mikrop kaparlarsa, menenjit, delilik gibi bir çok hastalıklara yol açabilirler. Zaten tabîatullah, insanı bu gibi hastalıklara karşı korumak için, yüzümüzün derisindeki mesâmattan çıkan yağlarla bir müdafaa sistemi kurmuştur. Bu yağ, mikropların bir kısmını tutar ve öldürür.
Kulağın arkası ve ense de vücudun en nazik yerlerindendir. Buralarda çıkacak çıbanlar, tehlikeli neticeler doğurabilir. Abdestte ense ile kulak arkalarının yıkanması, buralarının temizliği içindir.
O sıcak muhitte başın ıslatılmasındaki fayda ise âşikârdır.
Peygamberimiz, bütün bunları gördüğü ve bildiği için, tedbirlerini ona göre almış, emirlerini de ona göre vermiştir. İşte abdestte yüz yıkanınca, oradaki yağlar temizlenirken, onlara yapışıp kalmış mikropların bir kısmı da giderilmiş olur ki, bu kadarcık bir temizlik bile, o zamanın insanları için faydadan hâlî değildir.
Namaza gelince: Sabah namazının vakti, güneş doğmadan evvelki zamandır. Fecir ışığı ve o sırada esen serin sabah rüzgarı, insan vücudundaki kan ve yağ muvazenesini, ayarlanmasını temin eder.
Fecir ışığında bir çok hâssalar vardır. Radyo, nasıl ses dalgalarını ziya vasıtasiyle alıp bütün dünyaya yayıyorsa, vücudumuzdaki sağlık mikropları da fecir ışığından kudret alarak iştahlanır ve daha iyi çalışmaya başlarlar. Bu mikropların hasta ve sakat olanları vardır. Sabahleyin erkenden kalkınca, bizim gibi bütün gece uyumuş olan bu mahlûklar da fecir ışığı ile uyanır ve soğuk suyla alınan abdestle de canlanırlar.
Namaza durmak için kollarımızı başımızın hizasına kadar kaldırınca, parmaklarımızın uçlarında sıkışıp kalmış olan varlıklar da harekete geçmiş olur. Sonra, sağ elimizi sol elimizin üstüne koyup bilekten kavrayınca, vücudumuzdaki elektrik sağdan sola devredilerek, sol elimizin ucundan, karın boşluğu istikametinde sarfolunur. Bu akımın vücuda, bilhassa apandisite faydası vardır.
Rükûda, göğüs ve karın boşluğumuzdaki organlar da harekete geçirilmiş olur. Bu hareketlerin müddeti, saatin herkes tarafından kullanılmadığı bir memlekette (Sübhâne Rabbiyel’azîm) gibi birtakım kısa fakat mânâlı cümleciklerin birkaç defa tekrarlanmasiyle tâyin edilmiştir ki, bunda bile, o cümlecikler delâletiyle dinin mânã gayesine bir yönelme faydası sağlanmıştır.
Erkenden kılınan böyle bir sabah namazından sonra vücut artık zinde bir halde günlük faaliyetine başlıyacak bir hale gelmiş olacaktır.
Yukarıda izah edilen hareketler, namazın dış tarafıdır. Halbuki namazdan maksat, şekil ve hareket değil, Allah huzurunda olduğumuzu bilmek ve okunan sûrelerin mânâlarını anlamaktır. Nitekim, namaz hareketlerini, namaz sûrelerini okumadan, sadece jimnastik yapar gibi yapmak, namaz sayılmaz. Şu halde esas olan şey, sûrelerin mânâlarını anlamaktır.
Namazda neler okunduğuna dair de bir fikir verebilmek için, her rekâtta mutlaka ve diğer sûrelerden evvel okunan “Fâtiha” sûresinin ilk âyetinin mânâsı üzerinde duralım:
Bu âyette “Âlemlerin, yani herkesin Rabbi olan Allaha hamdolsun” denilmektedir. Bu âyeti vicdanının akliyle okuyan ve ona inanan bir insan, Allahın, bütün insanların Rabbı, yani mürebbîsi olduğunu anladıktan sonra, o kimse için din ve milliyet farkı ve husumeti kalır mı? Görülüyor ki, Hz. Muhammed, yalnız müslümanların Rabbı olan bir Allaha değil, “bütün insanların Rabbı olan Allaha hamdolsun!” diyerek bütün insanlığa hitapetmektedir.
Peygamberimiz, Hirâ dağında yedi sene bilerek ve isteyerek aç, susuz, kendi kabuğuna çekilip, daha doğrusu kendi kabuğundan çıkıp Allahta fânî olmak üzere olduğu sıralarda, kuluçka olmuş bir tavuğa benziyordu: ne kendinden haberi vardı, ne de etrafından. Bu, bir istiğrak hali idi. Bu yüzden, bu müddet zarfında insanları ve onların iyiliğini, saadetini düşünemedi. Yani onların gerek bedeni, gerek mânevî istifadeleri için “Aptes alın! Namaz kılın!” gibi emirler veremedi; çünkü Allahta fânî olmuştu; yani onun nazarında Allahtan başka hiçbir kimse ve hiçbir şey yoktu.
Gurk tavuklar, altlarındaki yumurtalardan civcivler çıkınca, hudutsuz bir şefkat devresine girer ve bu şefkatin sevkiyle onları beslemeğe, büyütmeye başlarlar. Hz. Muhammed de Allahta tamamiyle fânî olup muhitleşince, evvelce bir zerre iken, her tarafı aydınlatan bir güneş haline geldi. Karanlıkta kalmış insanların vicdanları, ondan doğan bu ışığa pervaneler gibi üşüşünce, kendisinden de hudutsuz bir analık şefkati zuhûr-etti. Bu şefkat, onu, daldığı âlemden “âlem-i fark”a getirdi ve o, ancak o zaman etrafını görebildi. İşte o vakit, bütün insanların, Allahın birer parçası olduklarını anladı ve Allaha, insanlardan zuhûr-eden sıfatlarına göre 1001 isim verdi.İslâm dinindeki bu Allah görüşü, diğer dinlerde yoktur. Bu görüş, Allahı, kendi başına, mücerred, bizden ayrı bir kudret olmaktan çıkardı; onu, bizim aramızda, bizimle düşüp kalkan, sıfatları bizden zuhûr-eden “Muhit Bir Varlık” olarak bize tanıttı.
Peygamberimiz “Hakikat” ve “Bilgi” güneşi olunca, nazarı ve görgüsü de elbette ışık ve aydın olacaktı. Güneş için, karanlık bir yer görmek mümkün olabilir mi? O, her yeri aydınlık görür. Hakikat güneşi olan Peygamberimizin görgüsü ve sözleri de, Mekke’deki cahil ve uyuşuk insanlar için bir lûtuf oldu.
İşte kendisinde hudutsuz bir şefkat zuhûr-ettiği bu sırada Peygamberimiz, muhitleşen görgüsünün manevî mikroskobu ile o devir, o muhit insanlarının, temizlik bakımından abdeste, bedenî hareket ve manevî istifade bakımından da namaza ihtiyaçları olduğunu gördü ve emirlerini de ona göre verdi. Yani bu emirler keyfi olmayıp hepsinin de dayandıkları birer hikmet, birer sebep ve dolayısiyle beşeriyet için faydaları vardır.
Oruç, islâmiyetin sıhhî, Hac ve Zekât ise içtimâî bir gayeye bakan mühim cepheleridir.
Kelime-i Şehâdet ise, İslâmiyetin henüz yeni kurulduğu, şiddetle takip edildiği ve imhâ edilmek istendiği zamanlardaki sâdık ve pervasız müntesiplerinin rozeti mesâbesindeydi. Bu sözü, hele korkmadan söyliyebilen insanlardaki sadâkat ve cesaretin vicdanlara saçtığı ışık, karanlıkta kalmış birçok insanlara hakikatin yolunu göstermiştir. Bununla beraber, “Mânevî Hakikat”, bunun da ötesindedir.)
Şimdi, Emre’nin güzel ve inandırıcı sözlerinin davetine icâbet ederek “Şekil” duvarlarının ötesindeki “Hakikat” cennetine girelim:
Emre’nin çok güzel ve beliğ teşbihiyle: (Peygamberler, Allahın elbiseleridirler. Allah, elbisesi eskidikçe, o elbiseyi çıkarır, yeni bir elbise giyer. Yani peygamberler ölür, fakat “peygamberlik hâli” ölmez; ezelî ve ebedî olarak diridir. İnsanlara ilâhî hakikati söyleyenler, Mûsâ, İsâ veya Muhammed değil, bunların ağızlariyle konuşan Allahtır. şu halde ortadan peygamberlerin isimlerini kaldırıp da sadece peygamberlik halini nazarı itibara alacak olursak, insanların, bir gün ayni “Sevgi” ışığı etrafında toplanabilecekleri ümidi kalbimizde daha kuvvetle çarpabilir.)
Bu ümit nabzının harâretini duyabilmek için, buraya, (Yeni Yunus Emre) gazetesinin 6/4/953 tarih ve 70 numaralı sayısındaki İsâ ve hıristiyanlık mevzûlu bir konuşmanın bazı parçalarını nakletmek istiyoruz. Bu konuşma, Emre’yle tasavvuf mevzuu üzerinde konuşup görüşmek üzere Atina’dan kalkarak Adana’ya gelen Bay Niko Rossopulos ve Bay Erriko Orologas ile Emre arasında olmuştur. İlk mülâkat, bilâfâsıla 29, bir hafta sonra olan ikincisi ise 25 saat sürmüştür:
(Emre – Bütün peygamberler, beşeriyete hizmet etmek için gelmişlerdir. Onların ne kadar zahmet çektiklerini bilsek… Hizmetin zahmetini onlar çekerler ama, tadını da ancak onlar alırlar. Onlar, insan vücudundaki organlardan ağıza benzerler. Ağız, vücudun bütün uzuvlarına gıda verebilmek için durmadan çalışır, yorulur; fakat her gıdanın tadını da ancak o alır. Şekeri elimizin üstüne koysak, el, şekerin tadını alabilir mi? Tad almak, ağıza mahsustur.
Peygamberler de böyledirler. Onlar, hiçbir din ve millet farkı gözetmeksizin bütün insanlara hizmet etmek isterler. Hiçbir menfaat mukaabili olmaksızın bütün insanları, fakat şehvetsiz severler ve herkesin kendilerinden üstün olmasını arzu ederler. Çünkü bu dünyada en tatlı şey, insanları sevmektir. İnsanlar o kadar tatlıdır ki… Ah bir kere bu zevk idrâk-olunabilse…
Mevlânâ Celâleddîni Rûmî’nin sevmediği hiçbir millet ve hiçbir kimse yokmuş. Öldüğü zaman, cenazesine hıristiyanlar, mûseviler, ateşperestler, herkes gitmiş. Bir hıristiyana: “Sen İsevîsin; niçin bir müslümanın cenaze merasiminde bulunuyorsun?” diyorlar da, adam: “İsa’yı ve İsa’nın büyüklüğünü bana Mevlânâ öğretti; onun cenazesinde nasıl bulunmam?” diye cevap veriyor.
“Tevhîd”de ne din farkı vardır, ne de mezhep.
Niko – Hakikaten öyle. Ben İncilin, İsâ’nın sözlerinin hakiki mânâsına, tasavvufu anladıktan sonra nüfûzetmeğe başladım.
Emre – İsâ, ölmez bir varlıktır. İsâ ihtiyarlamaz; daima 33 yaşındadır. Diğer peygamberler 40 yaşlarında peygamber olmuşlarken, İsâ, mala-mülke, şehvete kapılmadığı için kırk yaşından evvel, 33 yaşında kemâle ermiştir. Daha özlü söylemek lâzım gelirse, İsâ, etten, kemikten müteşekkil maddî bir varlık, yani Meryemin oğlu Nâsıra’lı İsâ değil, o maddî vücuttaki aklın eriştiği “Hâl”dir. Hâl ihtiyarlar mı?
İsâ, 1953 sene evvel dünyaya gelmiş, bir müddet yaşayıp ölmüş bir insan değildir. İsâ’yı Allah olarak tanıyanların, onun, yani Allahın ölmüş olduğunu söylemeleri doğru mudur? Allah ölür mü? O halde İsâ, bizimle beraberdir ve hiç ölmiyecektir.
Niko – İsâ, İncilde: “Ben gelip sizi ikaametgâh yapacağım” diyor; fakat bunu sizin izahettiğiniz gibi anlıyamıyorlar.
Emre – Evet, bu sözleri anlamak kolay olmadığı gibi, hazmetmek, daha da zordur. Herkesin havsalası denizler kadar geniş ve büyük değildir ki… Bazılarımızın anlayış kudreti, bir tas su hacmindedir. Bir tas suda balık olur mu ki, İsânın sözleri her kafaya sığsın? Küçük bir idrak tasının içindeki suya büyük fikir taşları atarsak, su elbette dışarıya taşacaktır.)
Birgün Emre’ye şöyle bir sual sorulmuştu:
– Kur’ânda, bütün insanlar kastedilerek, yani din tefrîki yapılmadan deniliyor ki: “Allaha iman edip doğru yolda yürüyenler ve iyi amel sahipleri ebedî kurtuluşa nâil olacaklardır.”. Bu nasıl olabilir? Biz yalnız İslâm dininden olanların kurtuluşa nâil olacaklarını, diğer dinlerden olanların ise cehennemde yanacaklarını zannediyoruz; buna ne dersiniz?
Emre bu suale şu cevabı vermişti:
– (Hakikat, âyetin bildirdiği gibidir; yani insanları selâmete ancak “doğruluk” götürür. Din, Allaha giden bir yol değil midir? Şu halde gerek mûsevîlik, gerek hıristiyanlık, gerekse müslümanlık; bu yolun birer merhalesidir, sonu yani gayesi değildir. Bizi gayemize ulaştıracak bir yolun, ister başında, ister ortasında, isterse sona varmaya bir karış kala bir yerinde durup kalmışsak, gayemize varmış sayılabilir miyiz? Mademki yol, dinden de öteye gitmektedir, o halde bu yolun sonunu bulmaya çalışalım.
Dinimizin ismi islâmdır. “İslâm” kelimesi, bir insanı selâmete ulaştırmak mânâsınadır. Yani bu dine mensup olanların, selâmeti bulmuş olmaları icabeder. Selâmeti bulmak demek de, Kur’ânın bildirdiği bütün esrârın hakikatine vâkıf ve binnetice her bakımdan mutmain ve Allahta fânî olmak demektir. Din, insanı böyle bir Allah görgüsüne ve yokluğa götürmelidir. Böyle bir temele dayanmıyan iman, zandan başka bir şey değildir.
Kur’ânda Allahtan, melekten, Arş’tan; Kürsî’den, Tûr dağından ve Şeytandan bahsedilmektedir. Bunlar nedir? Allahı biliyor muyuz ki ona koşalım? Şeytanı tanıyor muyuz ki ondan kaçalım? Bize: “Meleği, yahut Şeytanı tarif ediniz, yahut bunların resimlerini çiziniz” deseler, bunları nasıl tarif ederiz? Yahut, çizeceğimiz resim hakikate uyar mı? Allaha veya melek, şeytan denilen şeylere, onları görmeden inanıyorsak, bu imân, yakînî değil, zannîdir.
Biz meleği, ekseriya, uçan bir kanatlı kadın veya çocuk, Şeytanı da kuyruklu, külahlı, boynuzlu bir mahlûk olarak tasavvur ederiz. Halbuki gökte kanatlı, kuyruklu, külahlı olarak ne melek, ne de şeytan vardır.
Tıb ilmi, Peygamberimizin mânevî görgüsüne doğru terakki ediyor ama, henüz o seviyeye yaklaşamamıştır. Fen, mikroskopla, kanımızda birçok küçük varlıklar, mikroplar olduğunu görüyor. Bu mikropların, mikroskopla da görülemiyen nice gıdaları var ki, onlar da mikroptur ve bunların da gıdası olan mikropları aletlerle görmek belki çok zor olacaktır. Ve bu küçülüşün, nâmütenâhîye kadar gittiği, yani sonu olmadığı da mâlûmdur. Fakat akıl, sonsuzluğa eremez; çünkü kendisinin bir hududu vardır. Bunun için de her şeye bir hudud tayin eder.
Peygamberimiz, mikroskopların göremediği ve hiçbir aletin de göremiyeceği küçüklükteki nâmütenâhî mikropları “Mânevî mikroskop” ile görmüş, bunların faydalı olanlarına melek, zararlı olanlarına da cin demiştir.
Vücudumuzda o kadar çok sanatkâr mikroplar vardır ki.. Bunların kendilerine göre gözleri, kulakları, şuurları ve konuşmaları vardır. Bunların her biri bir melektir. Kıl yapan melekler, kılı boyayanlar, kemiklere kireç görürenler, vücuttaki pislikleri dışarı atanlar…
Şeytan da, zannettiğimiz gibi, kuyruklu, boynuzlu bir mahlûk değildir. Şeytan, bizi fenalığa, kötülüğe sevk eden aklımız, nefsimiz, fena huylarımızdır. Zaten bunun içindir ki Allah, Kur’anda “Nefsinizi öldürün!” diyor.
Görülüyor ki Kur’ânda bilmediğimiz şeyler var. Bilmediğimizi itiraf edebileceğimiz daha birçok şeyler de vardır: Kur’ândaki “Emîn Belde”nin nerede olduğunu bilmeden, oraya gitmek elbette mümkün değildir. “Emîn Belde”ye bütün müslümanlar, gelmiş, geçmiş ve gelecek bütün müslümanlar, hatta bütün insanlar davet edilmektedir. Eğer tefsir kitaplarında bildirildiği gibi, “Emîn Belde”den maksat “Mekke” olsa, bu küçük şehir bütün müslümanları, bütün insanları nasıl alabilecek?
Görülüyor ki “Emîn Belde”, Mekkeden başka bir yer olmak icabediyor. Şu halde ancak, Kur’ânı, yani dinimizi bütün esrâr ve hakikatleriyle bilen kimseler selâmete, islâmiyete ulaşmış olurlar. Bundan da anlaşılıyor ki müslümanlık, muayyen bir zümrenin inhisârında değildir ve olamaz. Zaten islâmiyet, bütün insanlığın dini olmak iddiasındadır.
Avrupalıların kafası, birşeye körükörüne inanmadığı için, onlar hakikati arıyor. Kur’ânı ciddî bir surette tetkik ediyorlar. Bir hadiste denildiği gibi, “Hakikat, mü’minlerin, kaybetmiş oldukları kendi mallarıdır”; yani onu nerede bulurlarsa, hiç kimseye sormadan alabilirler. Çünkü hakikat, başkalarına ait bir mal değil, kim arıyorsa onun malıdır. O halde islâm dini, Arapların, Türklerin, Şarklıların değil, onu anlıyarak kabul eden bütün insanların, bütün insanlığındır. Ne yazık ki mutaassıp dindarlar, nalıncı keseri gibi, kurtuluşu, cenneti kendilerine, husrânı ve cehennemi ise kendi dinlerinden olmıyanlara ayırırlar. İnsanlar arasındaki düşmanlığı doğuran da bu egoizmdir, bu din düşmanlığıdır. Lâkin milletler dinsiz yaşıyamazlar. Vicdan bir lâmbaya benzer; din de onun kibritidir. Bu din kibritini yakıp vicdan lâmbasına değiriverince, sevgi, şefkat ve insaf ışığı parlamaya başlar. Bu ışıkla aydınlanmıyan gönüller karanlıktır. Din düşmanlığı yapanlar ve güdenler de bu karanlık kalblerdir. Bunlar, cephede birbirleriyle savaşan ordulara; din tefrik etmeden bütün insanları seven mutasavvıflar ise, muharip tarafların yaralarını saran Kızılhaç’a veya Kızılay’a benzerler. Kızılay veya Kızılhaç, her iki tarafın da yaralılarına da ayni şefkati gösterir; çünkü düşmanlık diye birşey bilmez.
Demek ki bütün bu gürültüler, gaflet uykusundaki sayıklamalarımızdan başka birşey değildir.
İşte böyle bir tefekkür ve vicdan hürriyeti ve böyle bir müsâmaha ile hareket eden avrupalı bilgin kafalar, imzalarının telkin ettiği itimat ışığı etrafına toplanan insanlarla beraber islâmiyetin işaret ettiği “Hakikat”e doğru yürüyorlar.
İslâmiyet derken, onu bir rekabet hissiyle yüksek tutup, diğer dinleri hakîr ve aşağı gördüğümüz zannedilmesin. Mûsevilik olmasa isevîyyet, isevîlik olmasa islâmiyet olmazdı. Allah, kulları arasında mûsevîlik, îsevîlik, müslümanlık tefrîki yapmaz. Çünkü O, Kur’ânda bildirdiği gibi, “Rabl ül’âlemîn”dir; yani yalnız müslümanların değil, bütün insanların Rabbıdır, Allahıdır. O’nun sözünü kimler duyar, anlar ve tutarlarsa, onlar kurtulurlar. Çünkü Kur’ân bütün insanlara hitabetmektedir. Ve ortada bir tek “Hakîkat” vardır ki ona doğru gitmeğe de “din” denir. O “Hakîkat Noktası”na herkes, bulunduğu yerden gidecektir; bundan tabiî birşey olamaz. Binâenaleyh bugün, artık din rekabetine, din düşmanlığına değil, din birliğine lüzum vardır. Esasen dinler değil, mutaassıp dindarlar birbirlerine düşman nazariyle bakmaktadırlar. Halbuki bütün dinler, insanlara sevgi aşılamağa çalışır.
Dinler birbirlerini inkâr etmemelidirler. Ederlerse, tenâkuza düşmüş olurlar. Çünkü eski dinler, yeni dinin temeli, diğer bir tâbirle yeni din eskisinin çocuğudur. Ne çocuk, aslını inkâr edebilir, ne de ana, evlâdından vazgeçer. Ortada kifâyetsiz bir mûsevîyet olmasaydı, İsâ, iddilalarının binasını hangi temel üzerine kuracaktı? Hıristiyanlığın doğmasını zarûrî kılan şey, mûsevîliğin, tekâmül eden insan kafasını ve vicdanını tatmin edemiyerek kifâyetsiz kalışıdır. Şu halde hıristiyanlık, mûsevîliğin mütekâmil bir devamıdır.
Bir merdivenin ilk basamakları olmazsa, istediğimiz yüksekliğe çıkamayız; binaenaleyh, diğer dinleri inkâr eden bir din veya dindar, kendini inkâr eden garip bir egoizm içinde kalır; egoizm ise, bütün dinlerin ve dolayısiyle Allahın reddettiği bir şeydir. Şefkat esasına dayanan hiçbir din, ilâhî ve uhrevî saadeti kendi inhisârına, yani bir ümmet, bir zümre inhisârına almak istemez. Bunun içindir ki her yeni din, kendinden evvelki dini inkâr etmemiş, ancak kifâyetsiz bulmuştur. Civciv, kendisine hayat vermiş olan kabuğu ve onun içindeki mugaddî mâyii inkâr edebilir mi? Fakat doğan civciv, artık ne kabuk, ne de mugaddî mâyîdir.
Her yeni din getiren peygamber, kendinden önceki peygamberlerin ümmeti olmuş olmalıdır. Bu bakımdan dinler, dâirevî bir şekilde ve bir merkez etrafında sıkıca sarılmış bir şerit banta benzerler. İlk insanlık dini, bu dairenin en dışındaki banttır. En son din de, yuvarlağın merkezindeki banttır ve selâmet ancak merkezdedir. Bu sarılmış bandı, merkezinden parmağınızla itince, merkezdeki bant, en yukarıya çıkmış olur.
İsâlar, Mûsâlar, Muhammetler; insanlarla Allah arasında birer vasıta olduklarına göre, gaye değildirler. O halde bu isimleri ortadan kaldırırsak, geriye Allah kalır. Bütün dinlerin gayeleri, yani aradıkları şey de işte bu Allahtır. (1) Mademki gayelerimiz birdir, o halde niçin birbirimize düşman olalım? İsa, İncilde: “Mûsâ benim düşmanımdır!”, yahut Muhammet:”İsâ benim hasmımdır!” demişler mi? Onlar böyle birşey söylemedikleri halde, onların ümmetleri olacak bizler, düşmanlık havası yaratırsak, insanlar arasından düşmanlığı kaldırmak üzere gelmiş olan bu peygamberler, buna razı olurlar mı? Onlar birbirlerinin dostu ve tamamlayıcısıdırlar. Bir insanın gözü kulağına, kulağı beynine düşman olabilir mi ki İsâ Mûsâya, Mûsâ Muhammede, dolayısiyle insanlar birbirlerine düşman olsunlar?
Bu din düşmanlığının ortadan kalkabilmesi için, muhtelif dinlere mensup insanlar, gerçek bir idrakle ve vicdanlariyle anlamalıdırlar ki, “insanlar, insanlık denilen tek bir vücudun birbirini tamamlıyan uzuvlarıdırlar.”.
(1) Bu münasebetle şu olayı kaydetmeden geçemiyeceğiz. Bundan 8-10 sene evvel, Emre ile din ve tasavvuf konuları üzerinde görüşmeğe gelen “The Chicago Daily News” gazetesiyle Institute of Current World Affairs American Universities Field Stoff Inc. mümessili Mr. Richard D. Robinson, Emreyle görüşürlerken, Mr. Robinson, Peygamberler arasında, bilhassa İsâ lehine bir derece farkını ihsâs etmek istiyerek konuşunca, Emre, esas ve mühim olan şeyin peygamberlik veya peygamberler olmayıp, Allah olduğunu anlatmak için Mr. Robinson’a sorar:
– Bugün günlerden nedir?
– Çarşamba.
– Bakın bakalım, güneşin üzerinde “Çarşamba” yazılı mı?
– ?!?!!
Emre, maksadını şöyle açıklar:
– Allahı güneşe benzetecek olursak, Peygamberler de, olsa olsa, haftanın gelip geçen günlerine benzerler. Bâkî olan, güneştir, çarşambalar, perşembeler değil.
İnsanlar taassubu terkederek Mûsâyı, İsâyı, Muhammedi ayrı ayrı varlıklar olarak görmeseler de, din anlayışlarını (Bir Nokta)da tevhîd edebilseler, dünya ne tatlı bir huzura kavuşurdu.
İnsanları bu anlayışa, ancak vicdan ve düşünce hürriyeti götürebilir. Bîtaraf bir hıristiyan, herhangi bir dinde, meselâ islâmiyette insanları Allaha en kısa yoldan kavuşturmanın yollarını bulursa, bu hakîkati din taassubuna fedâ edip saklamalı mıdır? Beşeriyete bildirmemeli midir?
Hür fikirli bir hıristiyan, meselâ islâmiyette beşeriyetin saadetini temin edecek bir hakikat bulursa, şöyle düşünebilir: (İsâ’nın maddî vücudu çarmıha gerilmiştir ama, mâneviyeti ebedî olarak diridir; binaenaleyh islâmiyetteki, yani Kur’ândaki hakikati Muuhammedin dilinden söyliyen de ayni kudrettir. Şu halde bu hakikati kabul etmemek için hiçbir sebep yoktur.). Böyle düşününce, ortada ne din ihtilâfı kalır, ne de düşmanlık. Zaten dinler, insanları İsâ’ya, Mûsâ’ya, Muhammede değil vicdana götürür; vicdan da Allaha teslim eder.
Din yolu yürünüp bitirilirse, eski duygumuz, eski görgümüz değişir, (Din Bilgi)miz (Din Lezzeti)ne, (Din Zevki)ne inkılâb eder. Ve biz ancak bundan sonra Yaradana vâsıl olabiliriz.
Hangi dinden olursa olsun, herhangi bir insana: “Dininden mi vazgeçersin, Allahtan mı?” diye sorsalar, “Allahtan vazgeçmem, dinden vazgeçerim” cevabını verir. Bu da gösteriyor ki din, gaye değil, vasıtadır. Muhammed dini de, insanları Allaha götüren bir yol, bir vasıtadır. Fakat din ağacının meyva veren dalıdır. Bu ağacın meyvası ise (İrfâniyyet), (sâfiyyet) ve (Aşk)tır.
Hakiki kalp huzuru; söz, yani ilim bitip, (hâl) ve (Aşk) geldikten sonra başlar. İnsanlar şimdi maddî huzurun peşindedirler; yakında onu bulacaklardır. Bu maddî huzur, insanları (Mânevî Huzur)u aramaya sevk edecektir ve zaman gelecektir ki, tek bir din, dünyadaki bütün insanları huzur çatısı altında toplıyacaktır. Bu büyük ve mesut günün doğmasına; isim ve imzalarının etrafında âlemşümûl bir itimat hâlesi teşekkül etmiş olan Garplı din ve ilim adamlarının, bütün dinleri vicdan güneşinin ışığı altında ve bîtaraf bir gözle tetkik ve mukayese etmeleri büyük yardımda bulunabilir; fakat asıl bu din birleşmesinin tahakkuku için bütün insanların birbirlerini sevmeleri lâzımdır. İnsanları sevmek için de, içimizdeki, yani aklımızdaki kötü ahlâk, kötü düşünce yılanlarının öldürülmesi şarttır. İçimizdeki yılanlar ölürse, dışardaki yılanlar da bizden kaçmaz; onlar da bizi severler. Böylece, Allahın “Celâl” sıfatı “Cemâl”e inkılâb eder ve dünyaya korku yerine sevgi hâkim olarak, insanları birleştirir.
Herşey tekâmüle tâbi olduğu gibi, din de tekâmül yolundadır. Yüksek dinler, bugünkü seviyelerine, çok iptidâî inanışlardan hareket ederek gelmişlerdir. Yani (Âdem)in din anlayışı, büyüye büyüye bugünkü muhammedî gerçekliğe ulaşmıştır. O halde biz insanların da, artık taassubu bırakarak, dinin canlı bir içtimâî müessese olduğunu; her canlı şey büyüyeceği için, dinin de tekâmül edebileceğini kabul etmemiz lâzımdır. Bu dînî tekâmül kervanından bir tarafa çekilip çömelen ve üstelik, tekâmüle arkasını çeviren her mutaassıp kafa, hakikatten her saniye fersah fersah geride kalmaktadır.
Din anlayışının tekâmülü bizi tasavvufa götürür. Dinler, büyük bir nehirin kollarına benzerler. Bu kollar birleşerek ana nehiri teşkil ederler. Bu ana nehir “tasavvuf”tur. Din dereleri birleşip tasavvuf ırmağı haline geldikten sonra (Vahdet Ummânı)na dökülebilirler. Böyle bir tekâmül takip etmeyen bir din anlayışı, taklitte kalmağa mahkûmdur. Taklitte kalıp da tahkîka varamazsak, tersine çevrilmiş bir halde bocalıyan kaplumbağalara benzeriz. Bu vaziyetteki bir kaplumbağa, elleri, ayakları kıpırdadığı için belki kendini yürüyor zannedebilir; fakat, maalesef, hayır.
Bu taklidin ne demek olduğunu anlatabilmek için, misal olarak, hıristiyanlıktaki “haç çıkarma” hareketini ele alalım. Bu hareket, sağ elin parmaklarını birleştirerek omuzlara, alına ve gögüse, dokundurmaktan ibarettir. Mihanikî bir surette yapılan bu hareket, sadece, İsânın çarmıha gerildiğini anlatmakta, yani hazin bir hadiseyi sembolleştirmektedir. Halbuki dînî bir hareket veya jest, bizi gayemize götürecek bir mânâ taşımalıdır. Meselâ haç çıkarmayı: “Allah ne sağda, ne solda; insanın kafasıyla kalbindedir” diye anlar ve böyle tefsir edersek, bu anlayış, haçı hıristiyanlık hudutları dışına çıkarıp insanı şöyle bir tefekküre götürür: (Allah ne sağda, ne solda; yani ne câmide, ne de kilisedeymiş; Allah, bir insanın kalbinde ve kafasındaymış. Ben de bir insanım; acaba benim kalbimde mi? Hayır; çünkü onun kudreti bende mevcut değil. O halde kimde?).
Görülüyor ki bu tarzdaki bir tefekkür, bizi, kendisinde Allahın bütün kudretleri tecellî eden (Kâmil İnsan)ı aramağa, yani gayeye sevk etmektedir.
Haçı mihanikî bir tarzda çıkarmak mı iyi, yoksa böyle bir anlayışla gayeye varmak mı? Gerçi İsâ’nın çarmıha gerildiği direklerin hayâli altında ağlamak, insanın içini ferahlatır ama, aklını uyandırmaz. Halbuki asıl mesele, aklın, gaflet uykusundan uyanıp, diri çarmıhı, diri haçı ve diri İsâyı bulabilmesindedir.
“Çarmıh”, dört çivi demektir. İşte bizim de, kollarımızı iki tarafa açarsak, hâsıl olacak vücut-kol direklerine “Anâsır-ı Erbaa” dedikleri “su, hava, toprak, ateş” çivileriyle çakılı olduğumuz meydana çıkmaz mı? Biz, İsâdan evvel, kendimiz için ağlıyabilsek… İsâ kendini çoktan kurtarmış. Gözyaşlarımız, onun ayaklarının dibinden evvel, kendi kulaklarımıza aksa…
Zaten İsâ, çarmıhta değil, bizim içimizdedir. Zira herşey insanda mevcuttur. Bu kâinatta maddî-manevî neler varsa -Ay, güneş ve yıldızlara varıncaya kadar herşey, hatta gelmiş, gelecek herşey- bir insanın içinde vardır. Öyleyse bir insanda İsâ da vardır, Muhammed de, Allah da.
İnsan, bu kâinattan daha büyük olan iç varlığının âlemine akıl ve tefekkür adımını attıktan sonra mânen büyümeye, tekâmül etmeye başlar. Bu tefekkür adımını atmıyan bir insan ne İsâya varabilir; ne Muhammed’e ne de Allaha.
Tefekkür yürüyüşü, insanları canlı gayeye, yani bugün yaşıyan, hayatta olan (Kâmil İnsan)a götürür.
Peki, Kâmil İnsan’a, dolayısiyle Allaha vâsıl ve onda fânî olabilmek için nasıl bir yol takib edelim?
Malûmdur ki, Allahın emirlerinden ibaret birer yol olan bütün dinlerin gayesi, bu yollarda yürüyen insanları (Emir Eden)e, yani Allaha götürmaktir. Fakat biz bu yollardan hangisini seçelim? Bu sür’at asrında öyle bir yol tutmalıyız ki, bu yol, bizi Allaha kestirmeden götürsün.
Bu arayışta, hareket noktamız şu sual olabilir: (Hangi din, Allahı bu dünyada, yani maddî hayatımızda göstermeyi vaat ediyor?). Bu (Tecellî)yi dünyada vaat eden, yani âhirete bırakmıyan bir din, şüphe yok ki, büyük gayeye en kısa yoldan ve en çabuk götüren dindir.
Esasen, dinin gayesi de, bize, Allahı, önce tanıtmak, sonra göstermek, daha sonra da onda fânî olmanın yollarını öğretmektir. Tasavvufun ana kitabı olan Kur’ân: (Allahı dünyada göremiyen, âhirette de göremiyecektir!) diyerek, istiyenleri, bu dünyada Allaha kavuşturmayı vaad etmektedir. Peygamberimizin: (Ölmeden evvel ölünüz!) tavsiyesiyle de bu kavuşmanın yolu ve usûlü gösterilmektedir.
Demek ki, Kur’ânın ve hadislerin açtığı yoldan yürüyenler için, Allahı bu dünyada iken görmek ve onda fânî olmak imkânı varmış.
Fakat mesele, bu vaade inanmakla bitmiş olmıyacaktır. Zira böyle bir iddiayı, kitap sahifelerindeki satırlar ispat edemez. Kur’âna; (Hadi iddiânı ispat et!) diyemeyiz. Öyleyse, biz bu vaadi ve daveti bir insandan işitmek isteriz ki, ona: (Hadi iddiânı ispat et de gösterdiğin yola gidelim) dediğimiz zaman, o, iddiasını ispat edebilsin. Bizin için yakînî bir iman, ancak böyle bir iddianın ispatından sonra hâsıl olabilir. Zaten akıl, anlamadan, inanmadan muutmain olmaz. Hakikî din ise, akl-ı selîmin bütün şüphelerine, suallerine cevap verebilen, her müşkilini halledebilen bir dindir. Akıl, bu suretle tatmin olunduktan sonra zevke düşüp huzura kavuşabilir. Bu huzuru da ancak Kâmil İnsan sağlayabilir.
Kâmil İnsan, her devirde bir tanedir. Bu (Kâmil İnsan), hakikâten Allahın bütün kuvvet ve kudretlerine sahiptir; fakat o, bu kudreti, şuna buna kerâmet göstermek için kötüye kullanmaz, yerine sarfeder.
(Kâmil İnsan), bir elektrik jeneratörüne benzer. Ona aklımızın sevgi telleriyle temas eder etmez, ondaki lûtuf cereyanı -çünkü onda kahır nâmına hiçbir şey yoktur- haberimiz olmadan bize de geçmeğe başlar; onu aklımızdan çıkarır çıkarmaz kesilir. Bu kanunu yapan, kendisidir; fakat yaptığı kanuna kendisi de itaat eder. Bunun içindir ki o, hiçbir kimseye iltimas etmez, (Âdil-i Mutlak)tır.
Bu lûtuf cereyanı, ahlâkımızda bize yaramıyacak ne gibi kirler varsa, onları yavaş yavaş, hatta haberimiz olmadan temizler. Biz o (Kudret)i annemiz olarak tanıyıp, onun kucağına atıldıktan sonra, o da bizi elbette, hatta mecburen, evlat olarak bağrına basar ve yüzümüzdeki, gözümüzdeki kirleri, anne şefkatiyle bile mukayese edilemiyecek kadar hudutsuz bir şefkatle temizler.
Biz ondan ne kadar uzaklarda bulunursak bulunalım, o daima bizimle beraberdir. Onun için zaman, mekân diye birşey yoktur. Zaman, tabiatın icabı ve tabiata mahkûm beşer aklının icadı olan bir şeydir. Güneşte oturabilen bir insan için gece, gündüz, ay, sene denilen şeyler, yani zaman olur mu? Kâmil İnsan için de ne zaman vardır, ne de mekân. Biz ondan binlerce kilometre uzaklarda olsak bile, herhangi bir maddî, mânevî tehlike anında ondan yardım istersek, bizi mutlak ve mutlak kurtarır. Yeter ki ondan akıl uzaklığıyle ayrı olmıyalım. Çünkü akıl uzaklığı, mekân uzaklığıyle mukayese edilemiyecek kadar müthiş bir mesafedir ve (Kâmil İnsan), ancak oraya gidemez. Allahın bir kanunu vardır: Lûtfu Allahtan evvela biz istiyeceğiz. Bir hadîs-i kudsîde Allah: (Bana bir karış yaklaşana ben bir arşın yaklaşırım) diyor.
Bu dünyadaki maddî hayatımız devam ederken (Kâmil İnsan)ı sever ve aklımızı ona sığınmaya alıştırırsak, bu alışkanlık, ölümden sonraki (aklî hayat)ımızda da devam eder ve rüyaya benziyen o hayatımızda karşılaşacağımız (aklî, zannî tehlikeler)den -ki bunlar hakikatte mevcut değildir- bizi kurtarır.
Şimdi kıymetini pek bilemediğimiz bu maddî vücudumuz, maddî hayatımız, bize muvakkat zevkler ve sefahetler yolunda harcanmak için değil, lâzımgelen hazırlığı yaparak ebedî huzur diyarına gitmek için verilmiş bir lûtuf taşıtıdır. İrademiz de bu taşıtın direksiyonudur. Onu hüsran uçurumuna veya Kâmil İnsan’ın davet ettiği vicdân, irfân, gönül cennetine götürmek bizim elimizdedir. Maddî vücudumuzun yaratılmasındaki sebep ve hikmet, öbür dünyadaki imtihanı kazanmak için (İlâhî Bilgi)yi bu dünyada öğrenmemiz lâzımgeldiği hakikatiyle ilgilidir. Bunu anlatmak içindir ki (Dünya, âhiretin tarlasıdır) denilmiştir. Şu halde akıl, ahirete gitmeden evvel, bu dünyadaki hayatında, bütün tehlikelerden kaçıp kurtulacak emin bir yer arayıp bulmalıdır. Bu emin melcee Kur’ânda (Beled-ül-emîn) denilmektedir.
Yine Kur’ân, öbür dünyaya, ancak, şüphe, korku, sevgi ve arzularından sıyrılarak giden insanların kurtuluşa nâil olabileceklerini anlatmak için: (Bir gün gelecek ki, o gün, insana malın da, evlâdın da yardımı ve faydası olmıyacaktır. O gün, ancak “kalb-i selîm” ile gelenler kurtulacaklardır..) diyor.
İnsanların “kalb-i elîm”ini “kalb-i selîm” yapacak yegane kudret, (Kâmil İnsan) dadır. Biz onun kudretine iman eder ve onu seversek, o da bizi sever ve aklımızın elinden tutarak bizi (Gönül Huzuru) cennetine götürür. Fakat, iki cihanın da hâkimi olan Kâmil İnsan’ın bizi sevk ve idare edebilmesi için, bizim ona, nedensiz, niçinsiz bir teslimiyetle tâbi olmamız şarttır. Asıl tasavvuf, asıl mânevî ve ilâhî bilgi, bu teslimiyettir. İnsanı, bu bilgiden başka kurtaracak hiçbir şey yoktur. Bütün Türk, Arap ve İranlı mutasavvıflar, bütün şiirlerinde, bütün eserlerinde, hep bizleri uyandırmak gayretiyle bu hakikâti söylemiş durmuşlardır.
Bu konuda Emre diyor ki: Eğer Garplı din âlimleri, taassuba kapılmadan ve vicdanlarının aklıyle okuyarak hakikî mânâsına nüfuz ederlerse anlarlar ki Kur’ân, bu ilmi, bu hakikati sembolik ifadelerin mahfazasına saklıyarak vermektedir. Bunun içindir ki, Kur’ânın, “ilâhî hakikat”i anlatan âyetlerini zahirî mânâlariyle değil, iç mânâlariyle, tasavvuf idrakiyle anlamak, yani Kur’ânın mânâ kapılarını, Kâmil İnsan’dan alacağımız anahtarla açmak lâzımdır. Aksi taktirde bu kapalı kapının eşiğinde kalırız. Çünkü, yine Emre’nin nükteli ifadesiyle anlattığı gibi, “Kur’ân, Arapça değil, Rabcadır”. Yani milletlerin diliyle değil, Rabbın diliyle söylenmiştir. Mesele, Kur’ânın zâhirî mânâsını anlamaktan ibaret olsaydı, Arapça bildikleri için bütün Arapların evliyâ olmaları lâzım gelirdi. İşte bunun böyle olmadığını anlatmak içindir ki Mısrî Niyâzi:
Cevzin yeşil kabuğun yemekle tad bulunmaz;
Zâhir ile ey fakîh! Kur’ânı arzularsın.
diyor. Eğer hakikî mânâsı anlaşılırsa, Kur’ân, dolayısiyle tasavvuf, bizi öyle bir yere götürür ki, orada Kur’ânın bir (İnsan) olduğu anlaşılır. Emre, bunu bir doğuşunda bakınız ne güzel anlatıyor:
Yazar iken Fürkaanı,
Hurûfât eder canı;
Akılnan okumanın
Hiç olur mu imkânı…
Harf edersin âlemi,
Gözdür onun kalemi;
Fürkaanı yazmak için
Seversin bir âdemi.
Onun kâğıdı: vicdân,
Okuyup yazan: Sultan;
Sıra sıra dizilir,
Noktasıdır cümle can.
Yazarsan, olur Kitap;
Böyle edilir hitap;
Dönüp de okuyunca,
Her yandan kalkar hicap.
Mihrâb-edilir beden,
Kalmaz ne sen, ne de ben;
Aman târîf-eyleme
Bu hâlleri, bilmeden.
Bu hâl, dâim âşikâr,
Bilen, bilmeyen arar;
Ehli olmıyan, görse,
Neylesin, eder inkâr.
Emre! sen yazdın, bak, gör,
Gösterme, olur küfür;
Âşık olmıyanların
Gözlerinde var mühür.
Gösterirken Muhammed,
Çokları etti hiddet;
Başka türlü söylenmez,
Hallâk etmiştir âdet.
30/11/1948
Doğuşta bahsedilen (Canlı Kur’ân)ın harfleri ve noktaları olan bütün insanları birleştirip seversek halâsa kavuşuruz. (Vahdet-i Vücut) sırrı da ancak o zaman tecelli eder.
Yine Emre’yi dinliyelim: (Vahdet-i Vücut = vücut, varlık birliği) tâbiri, Allahtan ayrı olan varlıklarımızın Allaha teslim edilmesi, onunla birleştirilmesi icabettiğini anlatmak istemektedir. Fakat bu birleşmeyi, ancak Allahla birleşmiş olan kimse bilebilir. Ve bu birleşme yolunu da ancak böyle bir insan gösterebilir. Ölümü tatmadan ölümden bahsetmek, nasıl kuru lâftan ibaret kalırsa, (Vahdet-i Vücûd)u sözle anlamak veya anlatmak da aynen böyle olur.
Bir insan, bu Vahdet-i Vücûd hâlini iktisap edince, yani o hâli bir gömlek, hatta deri gibi üzerine giyince, hiçbir kimseyi Allahtan ayrı göremez. İnsanlara bu (Vahdet) gözüyle bakabilenler, onların son derece güzel olduklarını görür ve hiçbirinin diğerine tercih olunamıyacağını anlarlar. Eğer Ahmedi, Pandeli’yi, Avram’ı bir tefrik ve tercih ölçüsüyle birbirinden ayırıyorsak, bu, (Vahdet-i Vücud) değil, (kesret-i vücut)tur. (Vahdet-i Vücud, Allahtan başka her şeyin muvakkat ve fânî olduğunu sözle değil, özle, hâlî olarak idrak edip, herkesi Allahın bir parçası olarak görmek ve bunun neticesi olarak da onları, yani bütün insanları din ve millet tefrik etmeksizin ve şehvetsiz sevmektir. Bu, (Vahdet-i Vücud)un henüz eşiği ve başlangıcıdır. Geride daha nice (Vahdeti Vücud)lar var ki, akılla idrâki mümkün değildir. Soğan kabuğu gibi, merkeze doğru ve birbiri içinde olan bu “Vahdet-i Vücud”ları Emre’nin şu “doğuş”u ne güzel anlatmaktadır:
Ne kadar methetsek, az..
“Hakîkat” hiç pas tutmaz;
Bu “Gönül Ağacı”nda
Her kuş yuva yapamaz.
Birçoğu, konar, kaçar;
Ayağı yanar, nâçâr..
Binde birisi yapar,
Seyredin, çok hikmet var.
(Sabır) gerek evvelâ,
Yardım eylesin Mevlâ;
Sabırı çok olan kuş,
Yuva içinde kala.
İkincisi: (Tahammül);
Etmek lâzım tenezzül;
Her kuşta hiç olmaz bu,
Kahrı çeker o bülbül.
Üçüncü, Lâzım: (İlim);
Öğrenen, olur sâlim;
Öğrenmek istiyenler,
Kendini bilir yetîm.
Dördüncüsüdür: (Azim)
Bunlar, sırayla lâzım;
Yarabbî! ben de görsem..
Budur benim murâzım.
Beşincisi: (Aşk) gerek;
Aşk gelse, eder ipek;
Aşka bürünenlere
Semâyı açar Felek.
Altıncısıdır (Yokluk);
Daha târîf-etsem, çok..
(Yokluk)tan sonra açar
Dilber, (Yüz)ünden, (Ufuk).
Yedincisi, çok gizli,
Kimsenin dönmez dili;
(Emre)ye, “devir”lerde,
Geçti, etti tecellî.
9.6.1945
Bu biçare akılla idrak olunamıyacak âlemin eşiğinde önce hayret, sonra da acz içinde kalan, fakat tamamiyle âciz olduğunu bütün vicdaniyle tefekkür ve kabûl-eden bir insan için tek bir yol kalır ki o da, kendisine yol gösterecek (Diri Kudret)i bulup, ona irâdesini teslim etmektir. Hz. Muhammed, bu tefekküre, yani insanı mânevi kurtuluşa götüren tefekküre çok kıymet vererek: (Bir saatlik tefekkür, 60 yıllık ibâdetten hayırlıdır) demiştir.
Bu tefekkür bize, bizi her türlü fenalığa sevk edecek kudrette olan müthiş bir nefsin karşısındaki aczimizi öğretir. Aczini anlıyan bir kimse ise, sığınacak bir yer arar. İşte yine Peygamberimizin; (Nefsini bilen, Rabbini de bilir) demesi, aczi idrâk etmenin sembolik bir ifadesidir. Yoksa, bazı yanlış anlayışlar gibi, nefis, Rab değildir. Nefsi bilmek, onun ne yaman bir Şeytan olduğunu bilmektir. Bunu bilen insan, onu öldürecek (Kudret)i aramaya başlar ve bulur. Bir atasözümüz bu hakikati ne güzel ifade eder: (Arayan Mevlâsını da bulur, belâsını da.).
O Kudret, kendisini arıyan insanla birlikte kendi kendisini aramaktadır. O Kudret bizim içimizdedir ama biz Mânevî mânâsiyle fânî olmadıkça o meydana çıkmaz. Yani karpuz, çekirdeğin içindedir ama, çekirdek, kabuğundan vazgeçmedikçe karpuz meydana çıkmaz. Bu da elbette kolay olmaz. Çünkü, kendisine teslim olduğumuz (Kudret), bizim eski inanış kulübemizi (kelâm) kazmasının darbeleriyle yıkıp, onun yerine yeni bir bina yapacaktır. Fakar her kazma darbesi, bizim için bir lûtuf olduğu halde, bazen aklımıza çok ağır ve acı gelir. Çünkü akıl, (yıkma) kelimesini (yapma, inşâ etme) mânâsına nasıl anlıyabilsin? Fakat, eğer aklın aklı varsa, hiç sesini çıkarmadan bu kazmalara dayansın; çünkü toprakta gömülü defineleri kazmayla meydana çıkarırlar; kanunu, usulü böyledir.
Bu da bir tahsildir; fakat dünya ilimleri tahsiline benzemez. Dünya tahsilinin vakti, saati, kitabı, kalemi vardır; bu tahsilin ise ne zamanı vardır, ne de mekânı. Bu tahsil, yerken, içerken, çalışırken, hatta uyurken bile hiç durmaz, devam eder. Manevî tahsilin metodu, maddî tahsilin usulünün tamamiyle aksinedir. Yani bu ilmi öğrenmek için, eskiden öğrendiklerimizi unutmak lâzımdır. Çünkü, yazılmış bir satır üstüne başka yazı yazılmaz; yazılırsa okunmaz.
Fakat bu söz yanlış anlaşılmamalıdır. Buradaki (unutmak) kelimesi, bütün dünya ilimlerini ve dolayısiyle çalışmayı terketmek mânãsında değil, maddî hayatımızda çok lüzumlu olan dünyevî bilgilerin, mezar taşının ötesindeki âlemde hiçbir faydası olamıyacağını bilmek anlamındadır. Bunu anlıyan kimse, bir taraftan bütün kudretiyle dünyevî kazancı için çalışırken, diğer taraftan da öbür âleme faydası olan (Hakîkat Bilgisi)ni aramaya koyulur.
Hakîkat yoluna giren bir insan, eskisinden daha çok ve daha iyi çalışır. Çünkü bu seferki çalışması, şuurlu ve kötü ihtiraslardan âzâde olacaktır. Birçok âyet ve hâdisler, hep, dünyevî çalışmayı ehemmiyetle tavsiye etmektedir: (Leyse lil’insâni illâ mâ saâ = İnsanın elinde kalacak yegâne şey, çalıştığının semeresidir.), (Elkâsibü habîbullah = Kazanan insan, Allahın dostudur.), (Hiç ölmiyecekmiş gibi çalış, yarın ölecekmiş gibi öbür dünyaya hazırlan!).
İşte, dünya çalışmasını da ihmal etmeden yapılan bu mânevî tahsil, yani (nefsi bilme tahsili), bizi, yegâne kurtarıcı kuvvet olan Rabbimize götürür. Rabbın mekânı da, dünyevî, uhrevî bütün arzuları terketmiş olan (Kâmil İnsan)ın gönlüdür. Peygamberimizin, Allah ağzından naklettiği bir hadis-i kudsî bu hakikati şöyle anlatmaktadır: (Beni ne yerler alabilir, ne de gökler; beni ancak mü’min bir kulumun kalbi alabilir).
Nefse mahkûmiyetini ve aczini itiraf eden bir insan, Rabbına sığınmaktan başka bir çare bulamaz. O da, sığınanın günahını bağışlar ve elinden tutar.
Artık bir daha günah işlememeğe tam bir azimle karar veren insanda (Aşk) zuhûr eder. İnsanları Allaha götürecek yegâne vasıta “Aşk”tır. Şu kadar var ki, insan, görmediği bir şeye âşık olamaz. Rabbımıza âşık olabilmek için de onu görmek lâzımdır. Bunu anlatmak için Hz. Ali: (Ben görmediğim bir Rabba ibâdet etmem) demiştir. Ali’nin bahsettiği bu (Görülebilen Rab), aklımızın elinden tutarak bizi mânevî yolda yürüten insandır ki, buna tasavvuf dilinde (Kâmil İnsan) deniliyor. Kâmil İnsanın dış tarafı Rab, iç tarafı Allahtır. Dış olmazsa içi göremeyiz. Büyük mutasavvıf Develioğlu’nun dediği gibi, insanlar kava, Allah da güneşe benzetilecek olursa, (Rab) dediğimiz Kâmil İnsan da, güneşle kav arasına girerek güneşin ziyasını (Bir Nokta)da teksif edip kavı yakan pertavsızın vazifesini görmüş olur.
Allah, herşeye hâkim olduğu halde, kendine âşık olan, kendini istiyen, arayan insana mahkûmdur. Mahkûmiyeti de sevgisinden dolayıdır; bir annenin, çocuğuna mahkûm oluşu, yani onun arzularına itaat edişi gibi.
Çocuk, hiçbir ihtiyacını düşünmez; çünkü ihtiyaç denilen şeyi bilmez; herşeyi annesinden bekler. Bir Kâmil İnsana bağlanan kimsenin hali de, tam mânâsiyle, annesinden ayrılmıyan bir çocuğun hali gibi olmalıdır. Çocukların lekesiz, saf zevkine benziyen (İlâhî Aşk), ancak böyle bir teslimiyetten sonra zuhûr eder. Aşktan başka her bilgi, herşey şirktir. İnsanı (yokluk)a ancak aşk götürür. Bütün ahlâk kirlerini yakıp temizleyecek olan yegâne ateş, aşktır.
(Allah bilgisi) yolunda aklımızın idrâk ve tefekkür adımlariyle yürürüz. Bu tefekkür bizi öyle bir yere götürür ki, akıl orada bize rehberlik edemez. Akıl, bizi o âlemin ancak eşiğine kadar götürebilen bir binittir. Orada bu binitin üstünden ineriz. Çünkü bu âlemin aklı o âlemi idrak edemez. İşte aklın bu kifâyetsizliğini anlatabilmek için Mevlid’de (Peygamberimiz Allaha urûc ederken Cebrâil ona bir yere kadar rehberlik etti; orada “Ben buradan öteye gidemem; adımımı atarsam yanarım” dedi; Hz. Muhammed de onu bıraktı, aşk ile gitti) deniliyor. Peygamberimizin “Cebrâil” sözüyle anlatmak istediği şey, akıldır. Esasen İbrânî dilinde “Cebrâil”, “akl-ı selîm” demekmiş.
Evet Cebrâil, yani akıl orada şaşkına döner. O âlemin sultanı aşktır. Akıl, aşkı anlıyamaz. Aşksız ilmin sonu “benlik” ve “gurur”dur; gurur ise azap sandalyesinde oturur. Halbuki aşk, tarifi mümkün olmıyan bir “zevk”tir. Aşktan başka herşey Allahın sıfatı, ancak aşk, Allahın zâtıdır.
Aşk, ilâhî bir ateştir ki, kendisinin menbaı ile temasa gelenlerde, yani Kâmil İnsan’la yüzyüze, gözgöze, gönül gönüle gelen kimselerde yanmaya başlar. Bu tatlı ateş, din ve millet farkı diye bir şey tanımaz. Allah bu aşkı, din ve millet farkı gözetmeksizin, istiyen herkese verir, iltimas bilmez. Muhammedler, İsâlar, Mûsâlar “âlem-i fark”a geldikleri zaman, “ümmetim!” diyerek kendilerine mensup olanları öbür insanlardan tefrik ederler; fakat Allah böyle bir tefrik yapmaz. O halde Mûsâ dini, İsâ dini diye birer nokta etrafında döneceğimize, (Allah Dini) gibi muhit bir din anlayışına yürüsek olmaz mı? Zaten, Yusuf Peygamberin de katılmış olduğu (Hakîkat Kervanı), insanları Mûsâ, İsâ, Muhammed merhalelerinden de geçirerek (Allahistan)a götürmektedir.
Mûsâların, İsâaların, Muhammedlerin vücutları çoktan çürüdü; fakat halleri ebedî olarak diridir. Yalnız onların halleri değil, her hâl diridir. Hasis bir adam ölür, fakat hasislik ölmez. Şu halde İsâlık, Mûsâlık, Muhammetlik halleri de şimdi herhangi bir insanda mevcut olmalıdır. Hakikaten, bu haller mevcuttur. Fakat biz dirilmedikçe, o Ebedî Diri’leri göremeyiz; çünkü bizim gözümüz ölü gözüdür. Nitekim Kur’ânda bütün insanlar (ölü) olarak tavsîf edilmektedir. Biz bu ölü aklımızla Mûsâyı, İsâyı, Muhammedi ayrı ayrı varlıklar zannediyoruz. Halbuki onlar, ayni (İlâhi Varlık)ın birer tekâmül merhalesidirler. Kur’ânda bu merhalelere (İlmelyakîn), (Aynelyakîn), (Hakkalyakîn) adları verilmektedir. (İlmelyakîn), Allahı kitaplardan ve bizden evvelkilerden öğrenerek edindiğimiz bilgi ile bilmektir. (Aynelyakîn), Allahı gözle görerek elde edilen bilgidir. (Hakkalyakîn) bilginin de, bilgiyi bilenin de Allahta yok olmasıdır. (Hakkalyakîn)e varınca ne Mûsâ kılar, ne de Muhammed. Orası isimsiz, cisimsiz İsânın, isimsiz, cisimsiz Muhammedin, yani Allahın diyarıdır. Fakat bu isimsiz cisimsiz (Büyük Varlık), kendini insanlara bildirmek ve göstermek için, her devirde başka bir isimli, cisimli insandan zuhûr eder, görünür. O tek ve ayni (Kudret), muhtelif devirlerde kâh Mûsâ, kâh İsâ, kâh Muhammed, kâh şu, kâh bu adlarını almıştır, ayni insanın muhtelif elbiseler giymesi gibi. Allah da, elbisesi eskidikçe yeni elbise giyer. Ve artık O, eskimiş elbisenin içinde değildir. Onu ancak yeni elbisesinin içinde bulabiliriz. Ve bu (tebdîl-i kıyafet) ilel’ebet devam eder. Bunun içindir ki o (Büyük Kudret)i daima yeni elbisesinin içinde aramalıdır; esasen, yenisi, eskisinden başka bir kimse değildir ki..
Şu halde, Mûsâ, İsâ, Muhammed Peygamberler, birleşerek “Tevhîd” diliyle bir “Kâmil insan”dan söylemektedirler. Fakat biz bu büyük meseleyi küçük aklımızın ölçüsüyle değerlendirmeye çalıştığımız için kendi zannımıza mahkûm oluyoruz. Yani bir kısım insanlar (Biz mûseviyiz!), diğerleri ise (İsevî veya Muhammedîyiz!) diyerek (Tevhîd)i parçalıyorlar ve birbirlerine düşman kesiliyorlar. Bu düşmanlık yüzünden de cenneti kendilerine, cehennemi, kendi dinlerinden olmayanlara lâyık görüyorlar. Din, bir ahlâk yolu olduğuna göre, dindarlık ve ahlâk bu mudur? Halbuki dinin gayesi, bu korkunç egoizmi öldürmektir.
Bâyezîd-i Bistâmî, henüz kemâle ermediği devirde, hocalık devrinde, o zamanın Kâmil İnsanını ararmış. Bir gün birisi ona: (Devrimizin Kâmil İnsani filân demircidir) diyor. Bâyezid o demirciye gidiyor; elini öpmek istiyor. Demirci, elini öptürmedikten başka, kendisi Bâyezîdin elini öpüyor. Bâyezîd bakıyor ki, adam tahsilsiz, cahil bir demirci; ayni zamanda hiç bir şeyden haberi yok; ona: (Sen bu devrin Kâmil İnsanı imişsin. Sen Allaha ne türlü ibâdet edersin ki bu dereceye nâil olmuşsun?) diye soruyor. Demirci: (Benim dereceden mereceden haberim yok. Ben namaz kılmasını bile öğrenemiyecek kadar kalın kafalı bir adamım. Allaha yarayacak hiçbir işim yok. Ben bu halimle insanların en hakîri ve en zavallısı olduğum için Cenâbı Hakka hep: “Yarabbi, benim vücudumu o kadar büyüt, o kadar büyüt ki, cehennemi hep ben doldurayım, ben yanayım da insanlara cehennemde yer kalmasın; onlar yanmaktan kurtulsunlar! diye yalvarırım) diyor. Bundan güzel din olur mu? Bu, ne Mûsâ, ne İsâ, ne de Muhammed dinidir; bu doğrudan doğruya Allah dinidir.
Yunus Emre: (Yetmişiki millet: “cennet benim!” der ama, oraya varmayınca belli olmaz) diyor. Cenneti, herkes kendi aklına, kendi arzularına göre anlar ve tahayyül eder. Allah âşıklarının cenneti (Mânevî Zevk) ve (Aşk) cennetidir ki, buranın da tek bir yolu vardır, o da (ahlâk)tır. Kur’ânda, din ve millet farkı gözetilmeden, bütün insanlar için: “Allaha iman edip doğru yoldan yürüyenler kurtuluşa ereceklerdir” denilmekle işte bu “ahlâk” yoluna işaret olunmaktadır. Hakiki ve ebedî huzura ancak bu suretle erilebilir.
Beşeriyeti bu tatlı ve ebedî huzura kavuşturacak olan (Aşk Dini)ne geçebilmek için, insanların, bugünkü (ümmet dini) anlayışlarının darlığını ve kifayetsizliğini bütün vicdanlarıyle idrak ve itiraf etmeleri şarttır.
24/1/1952 tarihli Yeni İstanbul gazetesinde çıkan (Bir Katedralde) başlıklı güzel yazısı vesilesiyle sayın Profesör Sadi Irmak’a Yeni Yunus Emre’yi takdim ederken de anlatmak istediğimiz gibi, Emre, artık bu idrak ve itiraf zamanının geldiğine, güzel konuşmalarının samimi havası içinde zaman zaman işaret etmektedir. Gerçekten, her üç din de, bu dinleri kuranların manevî kudretlerini maalesef tevârüs edememiş olan din adamlarının ellerinde (Mânâ) gayelerini kaybederek, sadece bir formalite mecmuası haline gelmişlerdir. Dinlerin gayeleri, insanlara Allahta fani olmanın yolunu öğretmek olduğuna göre, din adamları, insanları bu gayeye ve dolayısıyle ebedî saadete görürebiliyorlar mı? Maalesef hayır. Üstelik, müsbet ilimlere arkalarını çevirmiş din adamlarının açtıkları davet kapısından girenlerin ilk adımları bir hurâfe ve taassup bataklığına gömülmektedir. Halbuki yirminci asrın ikinci yarısı, artık uyanmış, çelik nâsiyesinin materyalist soğukluğunda samîmî imanın, vicdanın ve Allahın tatlı sıcaklığını bulmak ümidiyle elini alnına götürmüştür. Aynştayn’ın kafasiyle düşünen yirminci asra, hakikati, tefekkürü yasak eden ve münâkaşayı kabul etmiyen bir zihniyet mi öğretecek? Bugünün insanı, ne papazların lâtincesini anlıyor, ne de mutaassıp şeyhlerin ve hocaların arapça tehditlerini dinliyor. Zira biliyor ki ilâhî hakikat, papazların zünnarlarında, şeyhlerin de 99luk tespihlerinde düğümlenmiş kalmıştır. Halbuki Allahın kudreti ne biter, ne tükenir, ne de bir yerde düğümlenir kalır. O kudret, bir Kâmil İnsan’dan diğerine akıp gelmektedir, akıp gidecektir. İncilde İsâ’nın: (Ben gelip sizi ikametgâh yapacağım) demesi, bunu anlatmak içindir. O halde bu Kudret, şimdi de bir insanda mevcut olmalıdır. Yani, mantıken düşünecek olursak, halihazırda Mûsânın, İsâ’nın ve Peygamberimizin bütün kudretlerini tevârüs-etmiş birer insan, yahut daha mâkul ve doğru bir ifadeyle, üçünün kudretini de kendisinde toplamış tek bir “vâris” mevcut olmalıdır. Böyle bir (Allah Vârisi) mevcutsa, bu fevkalbeşer insan, insanları “Fenâfillâh”a götürebilecek bir kimsedir. İşte mutasavvıflar iddia ediyorlar ki, her devirde böyle bir (Allah Vârisi) insan mevcuttur. Bunlar bazen kendilerini gizlerler, ancak etraflarına toplanan birkaç kişiyi gaflet uykusundan uyandırırlar; bazen de ellerinde olmıyarak, halleri, ahlâkları ve sözleriyle kendi kendilerini ilân ederler ve böylece, insanlara fazilet, hakikat ve sevgi ışığı saçmaya başlarlar. İşte yirminci asrın sualine ancak böyle bir Kâmil İnsan cevap verebilir. Çünkü o, fikir ve vicdân hürriyetine dayanan bir imanın davetçisidir. O, tefekkür ve iman güvercinimizi, şu âyetin penceresinden, hudutsuz bir vicdan hürriyeti semâsına salıvermektedir: (Din, hiçbir kimseye zorla kabul ettirilmez!). Bu güvercin, bütün dinlerin ve inanışların semâlarını dolaştıktan sonra, kendisini vicdan hürriyeti sonsuzluklarına uçuran elin berrak şefkatine dönecektir. Çünkü onun, başka yerlerde arayıp da bulamıyacağı ebedî saadet anahtarı o müşfik eldedir.
Şarkın büyük, fakat ölmüş mutasavvıflariyle ilgilenen Louis Massignon gibi büyük âlimlerin, bir kere de yaşıyan bir mutasavvıfla tanışmalarını temin etmek gayesiyle Emre’yi, milletimizin bu dünya ölçüsündeki kıymetini, bir mektupla ve 1951’de neşredilmiş olan (Yeni Yunus Emre ve Doğuşları) adlı kitabiyle, 1961 Eylül’ünde İstanbul’da toplanan (22. Müsteşrikler Kongresi) âzâlarına takdim etmiştik. Fakat, hiç olmazsa edebiyat tarihçilerinin ilgilenmeleri icap edep bu enteresan mesele, henüz, maalesef lâyık olduğu alâka sahasına girememiştir.
Emre’nin âlemşümûl değerinin bütün dünyaca anlaşılabilmesi, beynelmilel ve büyük âlimlerin onunla ilgilenmeleriyle mümkündür. Emre, mahdut bir zümrenin değil, bütün insanlığın malıdır. Bunun içindir ki onu, imkânlarımız nisbetinde, millî hudutlarımızın dışına da duyurmaya çalıştık. Fakat bu (Mânâ Güneşi)ni bizim küçük idrak maşamızla tutmak ne mümkün… Bizim, ilmî kifâyeti olmıyan küçük kalemimizin başaramıyacağı bu büyük işe artık kudretli ve selâhiyetli ellerin müdâhalesini bütün kalbimizle temenni ediyoruz. Bizi son derece bahtiyar eden şey, şimdiye kadar küçük bir alâka mahrekinde dönen bu mânevî yıldızın, bu ahlâk güneşinin, Prof. Dr. Annemarie Schimmel gibi, manevî tecelliler üzerine büyük bir vukufla eğilen faziletli ilim adamlarının takdir fezasına girmiş bulunmasıdır.
Vatan topraklarından çıkan kaynaklar, petroller ve kıymetli taşlar nasıl devletin malı ise, bu “doğuş”lar da, İsmâil Emre’nin toprak olmuş varlığından çıktığı için insanlığın malıdır. Bunların zapt ve tesbitinde çalışanlara, bilhassa, son dört-beş senede doğan doğuşların hemen hepsini zaptetmekte ve bu kitaptaki doğuşların Emre tarafından kontrolünde büyük emeği geçen Müncibe Görgün’e istikbâlin vicdanları ve bu vicdanların gönülleri minnetdâr olacaklardır.
Bu kitabın, basılmasında, onun mânevî değerini gerçek bir idrâkle anlıyarak, mesai saatleri dışında ve icabında gece yarılarına kadar, yüzüne en ufak bir isteksizlik gölgesi bile düşmeden, zevkle, aşkla çalışan Doğan Basımevi sahibi Nevzat Çıntuğlu’yu, burada, kitap bastırmanın ne demek olduğunu bilenlerin anlıyabileceği bir minnetle anmayı; “yanlış-doğru” cetvelini tertipliyen Kemal Gökçe’ye, fihristi, hazırlıyan Avukat Mansur Köksal ile Dr. Arif Akçalı’ya; dizgi, baskı ve diğer işlerde emeği geçenlerin hepsine ayrı ayrı teşekkür etmeyi bir vicdan borcu bilirim.
Şevket Kutkan
P.K.229 – Adana