Emre – Peygamberimiz hiçbir şeye kötü niyetle bakmazdı. Allah’ın, (Muhît) olduğunu söyleyen O’dur; sözüyle tarif ettiğini hâli ile göstermiştir. O’nun anlatmak istediği şeyler, sözünden zor anlaşılır; fakat hâliyle hâlleştin mi kolayca idrâk olunur. O, hiçbir şeye kötü dememiştir. Birgün ona soruyorlar:
- Sen her şeyi sever misin?
- Evet severim.
- Fir’avnı da sever misin?
- Evet.
- Peki ama O, tanrılık iddia etti. Allah’a şirk koştu. Mûsâ’ya zulmetti. Onun nesini seviyorsun?
- Kapılardan boynunu eğerek geçerdi, o hâlini severim.
Yani Peygamberimiz, Fir’avnı, kötü hâlleri içinden bir iyi hâlini bularak, o hâliyle severdi.
Fir’avnı bile seven bir insan, bütün insanları sevmez mi?.. Yaptığı savaşlarda öldürdüğü insanlar, vatanına hücum edenlerdir. O, kendine hücum edenlerin ahlâkına hücum etti, kendini korudu. O, hiçbir kimseye düşman nazariyle hücum etmiş değildir; asıl kemâlât da budur.
Dînimiz çok yüksektir amma, ocağı yansın, taassup bizi o yüksekliği anlamaktan mahrum ediyor.
İslâm dininde mükemmel fizik, mükemmel tıb, felekkiyyat, coğrafya ilimleri vardır. Yani, dinimiz bu modern ilimleri red ve inkâr etmez. Kendilerini dîndâr zanneden mutaassıp kafalar, mekteplerimizin bugünkü bilgilerine arkalarını çeviriyorlar.
Kur’ân’daki ilimlerden haberimiz yok. Mutaassıplara sorsan, bilmedikleri için (Sus, Allah’ın hikmetine karışma, kâfir olursun!) derler. Kur’ân’da felekkiyyat olmasaydı, (Velkamere kaddemahu menzile hattâ âde kel’urcûnilkadim) (Veşşemsü tecrî limüstakarin, lehâ zâlike takdîrül Aziz ül Alîm) diye bahseder miydi?
Tıb ilmi olmasaydı, (Günde beş defa elinizi, yüzünüzü, ayağınızı yıkayın!) der miydi?
Ahlâk ve İlâhiyyat ilmi olmasaydı, namazda âyetler okutturur muydu?
(Hâl) ilmi olmasaydı, yine namazda (Vettîni vezzeytûni) sûresini okutturur muydu?
Biz bütün bunları, mânâlarını anlamak için değil, sevâb kazanmak için okuyoruz; onun için de, okuduktan sonra havaya üflüyoruz. Bunların mânâsını anlasaydık, hâliyle hâlleşirdik.
Emin olunmalı ki, Hükümetin anlayışı, yani kanunları, dînimizin kıymetini meydana daha iyi çıkaracak. Mutaassıplar kızıyor ama ne yapalım dînde cebir yok, bilâkis sevmek ve sevdirmek vardır. Cebir, ikrâh ettirir; sevgi ise insanı, iştaha getirir. Hiçbir kimse arzusuna iştahsız nâil olmamıştır.
Taassup, Hükümetin yaptığını beğenmiyor; halbuki, âyet midir, hadîs midir, bir söz var (Ülü-l-emr’e itaat)… Hükümete bu vazifeyi veren Allah, hiç de yanlış bir emir vermemiştir.
Bazı insanlar da şikâyet ediyorlar ama onlar terakkiye doyamadıklarından (Terakkide geri kaldık!) diyorlar. Bundan sonra sür’atle terakki edeceğiz. İngilizler Kur’ân’ı tercüme etmiş diyorsunuz. Onlar Kur’ân’ın kıymetini yeni yeni anlamağa başladılar; hâlbuki Kur’ân, bize 1370 küsur sene evvel verilmiştir. İnşallah biz onlardan daha evvel istifâde ederiz.
Mikrobun ne olduğunu Hz. Muhammed, Avrupalıdan evvel biliyordu; ama o da taassubu idare etmek, ürkütmemek için (mikrop) dememiştir de, (üzerinize bir damla idrar bulaşırsa, o halde namaz kılınmaz!) diyor. Çünkü o, birçok hastalık mikroplarının idrarla dışarı atıldığnı biliyordu. O mikroplar, insanın üstüne bulaşarak ağzına, burnuna girerse, daha çok canavarlaşarak hastalığı, yeniden vücuda aşılamış olur.
İnsan vücudunda, yani kanda, insana faydası dokunan birçok mikroplar vardır; bunlar, damardan akan kanla dışarı çıkarlarsa, önce sıhhat melekleri iken, sonra hava ile temasa gelerek ondan kuvvet alır, vücuda zararlı bir hâle gelir… Bunun içindir ki Peygamberimiz, (Kan çıkması abdest bozar;) diyerek, o kanı yıkattırmak istemiştir.
Ayrıca, (bütün muzur şeyler öldürülmelidir!) diyerek, mikrop taşıyan zararlı mahlûkların öldürülmesini tavsiye etmiştir… Bu sözü Avrupalılar duymuşlar, sinekleri öldürecek ilâçlar yapmışlar; biz onların ilâçlarından istifâde ediyoruz.
Peygamberimizin sözlerini bize duyurmayan şey, taassuptur… Taassup, (Sineği öldürmek günâh!) der; hâlbuki onları öldürmemek ve bu sözleri bize duyurmamak, anlatmamak günâhtır. Sevâb da, her şeyin mânâsını bilmek ve ona göre hareket etmektir, hemcinsinin zararını düşünmemektir. Hocalar bize günâhı, sevâbı nasıl tarif ederler? İlmi olmazsa hâl zuhûr etmez ki. Onlar mağlub olmak korkusuyla, (Allah’ın işine karışma!) derler, cevap vermezler; hâlbuki Allah’ın karışmadığı birşey var mı? En fazla karışık olduğu yer, (Kendini bilen insan) dır. Allah’ı taştan, topraktan, puttan öğrenmek istesek, cevap alabilir miyiz? Hattâ Hicâz’daki binaya sorsak, ne anlarız? Hâlbuki Hicâz’daki Peygamberimiz ve onun vârisleri bâzı eserler bırakmışlardır. O eserleri okusak, anlamaya çalışsak yahut o eserlerin mânâlarını bilenlerden sorsak daha iyi olmaz mı?
Peygamberler, hâllerini kendileriyle beraber alıp, götürmemişlerdir ki… Diğer bütün ilimlerin hazinesini bulanlar da, o hazineyi alıp götürememişlerdir. Meselâ Edison, elektriği bulmuş, fakat ölürken onu beraberinde götürmemiştir. Onun bulduğu elektrik, durmadan tekâmül ediyor… Peygamberler de, (Maneviyyet)i tarif etmişlerdir. Bu tarif tekâmülünü, Hz. Muhammed’de tamamlamıştır. O da bu mükemmel (Hâl)i ümmetine bırakıp gitmiştir; yani onun hâli ve ilmi, kendisine uyanlar ve izinden yürüyenlerdedir. (El’ulemâ veresetül’enbiya) dememiş mi?
Fakat ahlâk tamamiyle tasfiye edilmedikten sonra, bu işin içyüzü anlaşılmaz. Tasavvufta: (Arzu, emel terk edilmedikçe Hakîkat anlaşılmaz!) dedikleri budur. Ahlâk noksanlarımız da bizim arzu ve emellerimizdir. Yalan söyleyen bir adam, yalanı sevmese, arzu etmese söylemez. Nefse tatlı gelen şeyler, yani nefsin arzuları terk edilmeden o (Varlık) arzu edilemez, sevilemez. Dış arzu bitmeyince, Turgut Akkaş Bey’in (İç Varlık) dediği şey anlaşılmaz.
Maneviyyat ilminin sonu (âcîz) dir. Küll olan Kudret’i insan, kendini unutmakla bilir. O vakit, bilen ve bilinen, aynı varlıktır.
***
Emre – Sorgu, sual, hakîkat’e doğru atılan adımlardır. Hakîkati anlamak yazı ile yani yazılmış eserleri okumakla mümkün olsaydı, Peygamberlere lüzum kalmazdı. Allah bir kitaba hakîkati yazar, bırakırdı. İşte bunun içindir ki, hakîkati bilenin karşısına geçip gözünden, sözünden, özünden aşılanmalı.
Operatör hastayı uyuşturur, öyle ameliyat eder; bize cevap veren kâmiller de bizi uyuşturur, öyle söylerler. Söylenen sözleri aşka temas etmeden anlamak mümkün değildir. Sözle olsa, işte Kur’ân… Mutlaka bir kâmile ihtiyacımız vardır. Şimdi Hz. Muhammed’den hakîkati öğrenmemize imkân var mıdır? Mûsâ da peygamberdi niçin ondan sonra Hz. Muhammed geldi? Peygamberimiz öldüğüne göre biz şimdi mürebbîsiz mi kaldık? Hayır, o ölmemiştir, dâimâ diridir ve bizim önümüzde bize yol göstermektedir. Öyleyse onu bulalım, diri Muhammed’i bulalım. Onu bulunca, ilmin milmin lüzumu kalır mı? İlim bir idrâktir… İdrâk kâfi değildir. İdrâk, bir meyvanın yaneceğini bilmektir. O meyvayı yiyemedikten sonra bu idrâk neye yaradı?
Ayna mecburdur karşıdakinin şeklini göstermeğe; sualler de soranların müşkilleridir. Birisi gelir, sorar, ya aniden cevap inzâl olunur, ya da meselâ altı ay sonra… Kur’ân böyledir. Doğuşları da hâdiseler doğurur. Bir tarafta (Ene-l-Hakk; ) derken öbür tarafta yalvarır, (Yârabbi;) der. Lâkin kimbilir kimin için yalvarıyor? Yalvarmak yürümektir, ben demek durmaktır.
***
S. – Rûh nedir?
Emre – Rûh, Arapçada git! demektir. Allah, bizi yanından uzaklaştırarak rûh demiş; tekrar Allah’ın yanına gitmeyince rûh’u anlayamazsın.
***
Biz çoğuz ama mevcut bir.
***
S. – Ziynet ne içindir?
Emre – Dışını güzel göstermek için… İçimizi nerden güzelleştirecek. Üstelik
mahkûm olunca daha da kirletir. Yunus, “su ne kadar arıda, çün yavuz fi’lin senin” diyor.
Güzel için ziynet kirdir. Bazı bilgiler, ilimler de aklımız için kirdir.