30 Haziran 1952 | Sayı: 50

14 Temmuz 1952 | Sayı: 51
16 Haziran 1952 | Sayı: 49

– Yalan için ne dersiniz?

– Yalan, bütün kabahatlerin başıdır. Kabahat gizli yapılır. Bir şeyi gizlemek, o şey yapılmışken, onun yapılmadığını söylemek değil midir? Şu halde her kabahatin gizlenmesi, yalan söylemekten başka bir şey değildir. Yalan, her suçun başlangıcıdır. Biz yalan söylemeyi bir tarafa bırakalım, yalanı dinlemeyi bile unutmalıyız, terk etmeliyiz. Mânevî kelâm kabımızın içinde bu fiil bulunmamalıdır. Her işimizde doğruluk ve sadakat şarttır. Farz edelim ki esnafız, değil mi? Gelen müşteriyi (Vahdet-i Vücûd) inanışına göre Allah’ın, o Büyük Varlığın bir parçası gibi görürüz. Onunla alışveriş ederken Allah’ın bizi hem kendi gözümüzden, hem de o müşterinin gözünden seyrettiğini farz ederiz. Kendisini böylece, daima Allah’ın kontrolü altında hisseden bir esnaf, müşterisini aldatabilir mi? Allah’ın bulunduğu yerde ne yalan olur, ne de suç…

Allah’ı aramaya çıkan insanlar, harp halinde bulunan iki milletin cephede çarpışan fertlerine benzerler. En tehlikeli yer, cephenin ön saflarıdır. Eğer biz de bir savaşa katılıp, karşımızda bulunan nefis askerleriyle, nefis kuvvetleriyle mücadele etmeğe karar verdiysek; belimizde (aşk) kılıcı yoksa hâlimiz haraptır. Allah’ta fânî olmadıkça, nefis, bizim için her vakit tehlikelidir. Bu varlığımızı nefsin elinden ancak bizi halk eden (Kudret) kurtarabilir. İşte aşk kılıcı dediğimiz şey, her an mânen murâbıt olmak, bağlanmaktır. O bu kılıcı bizim belimize bağlar ve (Düşmanını, işte bu kılıçla öldüreceksin; fakat dikkat et, o da, yani nefsin de seni bu kılıçla öldürür. Gaflet uykusuna dalıp da kılıcı ona kaptırma!) der. Hakikaten eğer biz gafil bulunursak, o belimizden kılıcı alır, karşımıza dikilir. Biz de kılıç belimizde zannederiz; elimizi atarız kılıcı çekmek için; bir de bakarız ki, kılıç gitmiş, kın bomboş sallanıyor. Onun için daima uyanık bulunmalı; yani belimize bir (Kâmil İnsan) eliyle bağlanmış olan bu Aşk ve Allah kılıcını düşmanımız olan nefse kaptırmamalıyız.

Mücadelede muvaffak olmak için (Kâmil İnsan)a tam bir teslimiyetle teslim olmak ve onun her sözünü dinlemek, yani kabul etmek lâzımdır Seyyid Seyfullah: (Mürşîdi Kâmil’in sözün atılmış ok bilmek gerek.) diyor. Yani atılmış bir ok nasıl hedefe varacaksa, onun sözü de mutlaka olur, tahakkuk eder, deniliyor. Lâkin o sözleri dinleyip kabul etmek için pamuk gibi olmamız lâzımdır; taş gibi değil. Taş suyu çekebilir mi?

Bir insan Allah rızası için taşa yapışsa bile onun emeği boşa gitmez. Toprakta her türlü gıda vardır; iş, tohumun sağlamlığındadır. Bir insan Allah’ı mı arıyor, kendi aslını arıyor demektir. (Küllü şey’in yerciu ilâ aslihi) denilmemiş midir? Bir elmayı bıçakla kesip ikiye ayırsak ve o parçaları tekrar bir araya getirsek, parçalar ne güzel birleşirler… Hatta elmanın kesilmiş olduğu belli bile olmaz. İşte asılları olan (Büyük Kudret)i arayanlar, bir elmanın kesilmiş yarısına benzerler. Başka bir yarım elmayı birleştirmek istersen birleşmez. İlle aslını bulacak ki bitişsin.

Tatık’ta nehri geçmek için bir gemi var. Aşiretler, gemi ile geçme nöbetini beklemek için çadır kurarlar. Koyunlarını bile otlatırlar. Akşam koyunlar gelince kuzularla koyunları birbirlerine girerler. Her kuzu anasını arar, bulur. Hiç şaşırmazlar. Analarını, koklayarak bulurlar. Manevi bitişiklik de aynen böyledir. İş, kuzunun anasını aramasındadır. Koyunun bütün arzusu, emeli kuzusudur. Otları, kan ve süt yapar, hep kuzusunu doyurmak için. Kendi hayatını düşünmez bile. Varsa da kuzusu yoksa da kuzusu. Çünkü büyük, vermekten; küçük ise almaktan zevk alır. O (Kudret)e arzu ve emelsiz teslim olmalıyız. Aşkın, yanıp kül olmaktan başka hiçbir arzusu yoktur. İlle Aşk, İlle Aşk.

Bir gece üstadımız bize gelmişti. Bir aralık (Kuddûsi dîvânı)nı istedi; verdim; yüksek sesle okumağa başladı. Ucu ortası yok, boyuna okuyor. Vakit gece yarısını buldu. Ben de istiyorum ki kitabı bıraksın da konuşalım. Hatta içimden: (Keşke bu Kuddûsi dîvânı olmayaydı) diyordum. Nihayet kafasını kaldırdı:

– Ben bu Kuddûsi’yi çok severim, dedi.

– Niçin Efendim?

– Çünkü bu zat aşkla gelmiş, aşkla gitmiş.

– Aşk iyi bir şey mi Efendim?

– Ya… İyi olmaz mı?

– Biz de aşkla gelip aşkla mı gidelim?

– Ya… Aşkla gelip aşkla gitmeli oğlum.

Aşk, ateşe benzer, demiri ateşe atınca ateş gibi olur. Bu ateş olmuş
demir pislik tutar mı? Gelen her pislik yanacaktır. Fakat soğuk demirin üstündeki bir tükürük bile midemizi bulandırır. İşte bu pislikleri, nefsin pisliklerini yakacak olan şey, ancak “Aşk”tır. Bütün Kâmiller, âşıklar ve şarkılar (Aşk) diye bağırıp duruyor. Yunus Emre bir şiirinde:

İşidin ey yârenler! Aşk bir güneşe benzer,
Aşkı olmayan gönül misali taşa benzer.
Taş gönülde ne biter, dilinde ağı tüter,
Nice yumşak söylese, sözü savaşa benzer.
Aşkı olan gönül yanar, yumşanır muma benzer.
Taş gönüller kararmış, sarp, katı kışa benzer.
Ol sultan kapısında, hazreti tapusunda,
Âşıkların yıldızı her dem çavuşa benzer.
Geç (Yunus) endişeden, gerekse bu pîşeden,
Ere aşk gerek önce; sonra dervişe benzer.

diyor. Evveli Aşk, âhiri Aşk vesselâm…

Zapteden: Şevket Kutkan.