Geçen sayıdaki konuşmanın devamı:

Rûh çağıranlar, benim rûhumu çağırsınlar bakalım… Bende rûh yok ki çağırsınlar. Yunus Emre’yi çağırırlar… Çünkü kendilerinde Yunus Emre de var; fakat ben kimsede yokum.

S.- Bizde varsınız.

Emre – Siz varsanız, sizde de yoğum. Siz yok olun ki, ben var olayım.

Biz bizi sevene gideriz. Onlar çağırırsa bizi, onlara gideriz. Rûh! Arapçada git! demektir; biz gel! diyene gideriz.

Rûh çağırmakla uğraşmak bizi yolumuzdan geri kor. Bu türlü şeylerin hokkabazlıktan farkı yoktur.

***

S. – Ayrı duramıyoruz; buna bir çare lâzım?

Emre – Bulunur. Bir niyetin içinde. Fânî cihanın binası, dışında yapılır, bunun binası içinde; niyetin içinde. Yazıcıoğlu:

Ki her kim azm ede bize, gerek ki dünyadan beze,
Yana aşk oduna, sıza bi-narin beyne nureyni.

diyor. İnsan aşk ateşiyle yanıp, yağlarını sızdırınca bir âlem açılır işte böyle.

Bu ilmi anlamak için ve öğrenmek için de tahsîl lâzım. Bazı kimselerin tahsîl müddeti çok kısa sürer, bazılarınki ise 40 -50 sene devam eder.

S.- Biraz acele olsa.

Emre – Senin götürdüğünü dağlar, taşlar götüremez. Acele etme… (A’mâk-ı Hayâl)de, (Hakîkat tomarına 700.000 senede, ancak yedi kişinin ismi yazıldı…) deniliyor, bu âlem; öyle bir âlem. Hep bizim istediklerimiz olmaz. Demirciler, kazma kürek yapmak için demiri ateşe sokar, seve seve döverler, sonra çıkarır, soğuturlar. Her vakit ateşte kalsa olmaz; bir içeri, bir dışarı. Böyle daha tatlıdır.

S.- Başkalarında görüp de, hoşlanmadığım kötü şeyleri kendim de düşünüyorum; fakat bunu istemiyorum. Niçin böyle oluyor?

Emre – Her arzu, kan çıbanına benzer denilir de, irinleri dışarı çıkarsa herkes ikrâh eder. Sizde bunlar deşilmeden iyi oluyor demektir.

S. – Ne zamana kadar devam edecek bu çıbanlar?

Emre – Daha yeni başladık, çok… Amma, çok dediğimiz zoruna gitmesin. Yola çıkmak üzere atılan adım, yolun yarısıdır. O çıbanlar bir devirdir; müteessir olma. Olursan, mahkûm olursun. Onlar da geçer. İnsan bu yolda giderken, akıl, güzel gördüğü yerlerde takılır kalır. Fakat matlûbu, yine gideceği yerdir.

S. – Demek korkmayalım ha?

Emre – Yok… Sana kimin gücü yeter ki… Bazı memurlar, kendilerinden bir derece yüksek bir memura dayanır, kimseden korkmaz da, biz kimden korkarız… Biz ki her şeyin, hepsinin Hallâkı olana dayanmışız!.. Bunların akla gelmesi, atılması demektir. Gözümüzün önüne geliyor, atıyoruz. Şu bağı bekliyoruz, üzüm olsun diye! Lâkin yarın tatlanacak üzümün içinde şimdi ekşilik var. Aklımızdaki kötü şeyler de buna benzer.

S. – Peki, tekerrürü nedir?

Emre- Var ki çıkıp gidiyor.

S. – Ölmeden evvel hesabı bitirsek?

Emre – Sen ölü müsün ki… (El- müminûn lâyemûtun). Üzülme; biz, üzümü koruk hâlindeyken koparmayız. Madem bizim elimizde, boşuboşuna endişe etme: Ne kopartırız, ne koparttırırız. Koparılmazsa, kendi kendine kopmaz değil mi?

S. – Evet.

Emre – Eh öyleyse! Biz, tamam olmadan koparmayız. Şimdi kahve içeriz, nemize lâzım… Sen de Duran Emmi, baban hayrına bir su ver; işte bu kadar.

Bu işin çaresi: (Hasbün-Allah) demektir. Yâni Allah’ı muhâsip yapmalı, hesaplarımızı ona gördürmeli. Ondan iyi, ondan başka vekîl yoktur… Allah’ı vekîl edenler her kapıyı açarlar çünkü mal sahibi Allah. Hırsız kapıları açabilir mi? Ne kadar korkar. Allah ise her şeye kadîrdir, fakat bu yola gitmez, ahlâkı temizleme işini kullarının irâdesine bırakmıştır. Kapıyı, insan kendisi açacak; Allah açmaz. Lâkin o kapının anahtarı (teslîmiyyet)tir. (Hasbün-Allah ve ni’melvekîl) dedin mi, tamam.

Nefis (Ben yaparım)der, biraz kapıyı aralar; giriyorum zannederken kuyruğu kıstırır.

S. – Nefsin ne lüzumu vardı?

Emre – Allah, nefsin içinde saklı, nefis; Allah’ın kabuğudur. Nefs’in her zerresinin içinde Allah’ın her zerresi saklı. Her zerresinin kabuğu ayrı ayrı tek bir kabuğu yok ki… Nefis buna benzer. Allah onun için (nefsinizi öldürün!) diyor.

S. – Yardım etsin öyleyse!

Emre – Söylediği, bir yardımdır. (Gelin öldüreyim!) demez. (Öldürün!) der.

***

21/6/1953 te, Burhan Sadık Yalçın’ın , (Sebûlarından kopan duâlar) başlıklı yazısı okunduktan sonra:

Emre – Hadi bakalım, hiç ayrı değil, gece gündüz beraber. Dünyâ-perest ve hayâl-perest değil bu çocuk. Ben ömür boyunca çalışsam, bu hâle karışamam. İşte atlama, sür’at buna derler. Allah bin saatı bir saat eder yâ, işte bu. Allah, insanın aşkına, sadâkatına, kabiliyyetine göre bu müddeti azaltır veya çoğaltır.

Hayvanların çoğu insana benzer. Dört ayaklı hayvanları, iki ayakları üzerine kaldırsak, aynı â’zâ ve teşkilât, bizim gibi onlarda da vardır… Hiç fark yok. Onlar bize benziyorsa, biz de onlara benziyoruz demektir. Bizi, onlardan ayıran ve insanı onlara sultan eden şey, akıldır. İnsandan başka hiçbir mahlûk, aslını düşünemez. Her insanda akıl vardır; fakat insanı bu akıldan daha yukarı götürecek olan şey, aklın içindeki akıldır. Bazı insanları diğer insanlardan ayıran şey de, işte bu, aslını arama, aslına doğru atılma meziyyetidir… Atlama yapamadıktan, aklın sıkıntı ve şüphelerinden kurtulamadıktan sonra hayvanî bir hayat sahibiyiz demektir.

Hayvan, hemcinsini koruyamaz. Çünkü yaradılışta, bu kabiliyyet kendisine verilmemiştir. Bu kabiliyyet insana verilmiştir. Onun için, insanları gücümüzün yettiği kadar sevmeli, korumalı, onlar incinince incinmeli, onlardan bize gelen zararları hoş görmeli ve onları affedebilmeliyiz… Bundan sonrasını söz ifade edemiyor. Bu hâle gelen insanda şefkat hâli, analık hâli tecellî ediyor. Maddî analar, çocuklarına, iyilik ediyoruz diye fenalık da edebilirler, çünkü şefkat tekâmül edince hesap kitap, ölçü kalmaz.

Manevîyyetin anası da şefkat menbaıdır; fakat onda çocuk analarındaki bu şefkat ölçüsüzlüğü, bu nâkıslık yoktur. O, her bakımdan eksiksizdir. Habîr’dir, Basîr’dir, Alîm’dir. O, her zerrenin anasıdır. Her varlığı doğuran, bu âleme veren, tâlip olunca tekrar kendisine alan O’dur; fakat biz tâlip olmayınca almaz. Kanunu böyledir.

İltimas bilmez. Şu Arap, şu Türk bilmez. Çünkü (Elhamdülillâhi Rabbil’âlemin) demiştir. Çünkü her varlığın anasıdır; hiçbirinin incindiğini istemez. İncitenden ayrı incinenle beraberdir. İncitenle de bitişik amma, onunla “Celâl” sıfatıyla bitişik; incinenle ise “Cemâl” sıfatıyla. Biz de yönümüzü Allah’a döndüysek, söyleyeceğimiz sözlere çok dikkat etmeliyiz. Bilelim ki, kimi incitiyorsak, Allah’ı incitiyoruz.

S. – Mutasavvıfların bilgisi ile halkın inanışı arasında, birbirine zıt gibi görünen şeyler var. Herhangi bir münakaşada bildiklerimizi söylersek onları incitmiş olur muyuz?

Emre – Evet, incitmiş oluruz. Onların incinmeleri neden? Söylediğimiz sözleri hazmedemediklerinden. Çünkü onlar bu mevzuda henüz çocukturlar. O “Kellimünnâse âlâ kaderi ukuulihim” hadîsine göre konuşsak, incinmezler, bilâkis ihyâ olurlar. Manevîyyat gıdası kulaktan girer, ihyâ eder. Onları gıdalandıralım diye incitiyorsak, yine iyi etmiyoruz. Bir insanı, küfrederek incitmekle hazmedemeyeceği sözler söyleyerek incitmek arasında hiçbir fark yoktur. Bir insan, top veya tüfekle öldürülebilir; bunun başına, kocaman bir şeker topağı vursak, o da öldürür. Hâkime: (Biz bu adamı, kafasına şeker vurarak öldürdük!) desek, bu bir mâzeret teşkil eder mi?

Sonra, sormadan, bir söz söylemeyiz. Sözü söylerken de, yine biz söylemeyiz, o (Manevîyyet)e yapışırız. O, ne lâzımsa onu söyler ve incitmez. Çünkü söz söylediği kimse de kendi evlâdıdır. Ana, evlâdını incitir mi? Biz, ondan ayrı olduğumuz için, nefsâni söylüyoruz da incitiyoruz. Nefsimize tâbi oluyoruz, nefis ise çok kaypaktır. İki yüzlü… Nefis bir hayvandır. Allah onun için (öldürün!) diyor. Öldüreceğimiz şey, kanlı, damarlı, etten kemikten bir varlık değil, ahlâkımız, arzu ve emellerimizdir. Muhabbet yoluyla o “Gönül”e girdik mi, dışarda kalanlar gıdasızlıktan ölür. Girmesi çok zor… Tilki deliğe giremeyince, kuyruğuna bir de çalı bağlarmış. Kendi girecek olsa, çalı bırakmaz.

Ağzımızdan, nefsimize ait sözleri atmalıyız ki, bizden Allah söylesin. Kulağımızdan nefis mikrofonunu atmazsak, Şeytân hep ters anlar. Şeytân “Ben her şeyi bilirim!” diyen bir kimsenin ahlâkıdır.

***

Emre – Tefekkür, uyanıklık uykusudur. Maddî uyku vücut için çok lâzımdır. Çocuklar ne kadar çok uyurlarsa o kadar büyürler. Vücut, uyanıkken büyümez uykuda büyür. Fânî vücut, kendinden geçince büyümeğe başlar.

Tefekkür de bir uyku amma, bu uykunun mânâsı başka. İnsan, tefekkür ederken ne konuşabilir, ne dinleyebilir. Uykuda da öyle değil miyiz? Vücut, nasıl uykuda büyüyorsa, akıl da tefekkür uykusunda büyür. Kulaktan alınan ilim, tefekkürle hazmedilir.

Bir de hâlin tefekkürü vardır. Hâl-i istiğrak da bir uykudur. Bir ağaç meyva verdiği zamanlar, beden ve dalların büyümesi durur. Yâni dışın uykusu, için uyanmasıdır. Tefekkür uykusu da, aklımızın uyanması demektir. Bunun içindir ki Hz. Muhammed tefekküre çok kıymet vererek: (Bir saatlik tefekkür 60 yıllık ibâdetten hayırlıdır!) demiştir.

Tefekkür, bir fikirden diğerine atlamak demektir. Herşey böyledir: Suyun akışı, su zerrelerinin birbiri üzerinden atlamasıyla olur. Işık da öyledir küçük zerrelerin atılmasıyla… Vücut da aynen böyle büyür, damarların tık tık atmasıyla. Ama bunu idrâk edemeyiz; çünkü kendimizden haberimiz yok. Herşey bir tefekkür, bir uyanıklık uykusu içindedir. Tefekkürden bahseden bir doğuş vardı:

1, Doğuş Kitabında 1128 no’lu Doğuş:

Dost bilinmez, bu zevka dalmayınca,
Bir bilenden izini almayınca;

Aynelyakîn o yüz seyredilir mi,
Tefekkür deryasına dalmayınca…

Bu yollarda dersin başı: tefekkür…
Bu söz şeriatta oluyor küfür;
Üç yerinden çözülmeden duyulmaz,
Tâ ezelden Hakkın bastığı mühür.                                  

Çözülür mü acıya dayanmadan…
Bu benlikler ateşlere yanmadan,
Bu âlemi nasıl seyretsin gafil,
Âşık olup uykudan uyanmadan…

Neyliyeyim, böyle edilmiş karar…
Gösteririz, o, devre (1) yerden arar;
Biz yanınca, Dosta döndü yüzümüz,
Tarif etsek, duyana olur zarar.

Hiç göremez, varıp öldürmeyince,
Tekrar diriltip de güldürmeyince;
Kuş dilini öğretmek kabil değil,
Kalbinden yazıyı sildirmeyince.

Satır üstüne yazı yazılır mı?
Buzun üstüne mühür kazılır mı?
(Emre)! eriyip de su olmayınca,
Terkib olan unsur hiç bozulur mu?

(1) Devre: ters, aksi…                                                                                                                                                
1.3.1950