(Geçen sayıdaki sohbetin devamı):
Emre – Cıvayı altın yaparlar; çünkü cıva, altının kardeşidir. Şimdilik, cıvayı altın yapacak harareti elde edemediler; o harareti bulunca cıvayı altın yaparlar.
Atomsuz hiçbir zerre yoktur. Vücuttaki atomu görseler ölen insanlardan hep atom çıkarırlardı. Hattâ darda kalsalar, insanları öldürürler de atom istihsâl ederlerdi. Lâkin bir tılsım var ki, insan vücuduna dokunamazlar. Meselâ insan kılı çok sağlamdır; fakat bundan bir elbise yapsalar kimse giymez, ikrâh ederler. Hâlbuki insan kılı hayvan kılından çok sağlamdır. İnsan hayvanların çoğundan daha fazla yaşar; kılı da ona göre sağlamdır.
***
Bayan Vasfiye Değirmenci’nin torunu Zafer’e taş atmayı öğretmişlerdi. Emre çocuğa şöyle dedi;
- Hah, bir ilim daha öğrendin. Sana kim şefkat ediyorsa onun başına!
***
Emre – Akıl, boyuna virâneler gezer. Peygamberler bile gezmiştir; yeter ki orada takılıp kalma, tekrar (Emîn Belde)ye dön.
***
S. – Mürtecilerin heykellere hücumlarına ne dersiniz?
Emre – Mürteciler, Atatürk’ün heykeline put diyorlar; hâlbuki o heykel millet ve memleket için çalışanların adlarının millet tarafından anıldığının alâmeti, işaretidir.
Bu cahil adamlar, ellerinden gelse, milleti mahvedecekler… Hükümet onların eline geçse – geçmez ya- bunlar medenîyyete, yani atoma karşı hangi silâhı kullanacaklar acaba? Cenbiyye devrine mi dönecekler?
İslâmiyet kılıkla mıdır? İslâmiyet, her bakımdan selâmete erişmektir. Hani; onlar ilimden, hattâ din bakımından, gerçek kurtuluşa ulaşmışlar mıdır?
Onlar okumakla, üfürmekle bu milleti terakkiden mahrum etmişlerdir. Onlar dini bile anlamıyorlar, değil medeniyyeti. Onlar ölüdürler. İnsanları ancak tasavvuf diriltir. Mürtecilerle temas edenler de mânen ölürler; çünkü onlar hâllerini aşılarlar. (Turhan Selçuk’un yaptığı bir karikatürü göstererek): şu karikatüre bak; ne güzel yapmış. Eline de tesbihi vermiş… Tesbih çekmekten ne çıkar? Çalış, kazan, her ilmi öğren, dünyayı anla! Allah: (Ben, bütün âlemlerin Rabbıyım!) diyor; bunlar âleme uymaktan geri duruyorlar. Avrupa terakki etmiş, başlıkların en güzeli şapkayı giyiyor; bunlar sırf muhalefet olsun diye bere giyiyorlar. Avrupa, Hidrojen bombasını yapıyor, bunlar ona duâ ile “salâten tuncina” ile karşı koyacaklar. Onlar tayyare yapıyor; bunlar deveye mübârek diyorlar; hâlbuki asıl ilimdir mübârek olan, deve değil. Peygamberimiz: (Güneş mağripten doğacak!) demiş, bunlar zannediyorlar ki, bu güneş garpten doğacak; hâlbuki o, ilim güneşini kasdederek öyle söylemiş. İlim güneşi Avrupa’dan doğalı ne kadar oluyor… İşin hoşluğuna bak ki bize dinimizi de onlar öğretecekler. Mevlânâ ne kadar haklı söylemiş… Ne diyordu:
- (Şin)zi Şeytân, (hâ)zi har, (ya)ez Yezid,
Cem kerdend lâfz-ı (şeyh) amed behid.
Emre – Mânâsı nedir?
– Mevlânâ diyor ki: (Şeyh kelimesinin “Ş” harfini Şeytândan, “Y” harfini
de Farsçada eşek mânâsına gelen, “har” kelimesinden almışlar, biraraya getirmişler, olmuş şeyh kelimesi.)
Emre – İşte, bizi bunlar mahvettiler: Verdiler elimize bir tesbih, doldurdular kucağımıza bir yığın kıl, yani sakal, bir köşede uyuştuk, kaldık; Avrupalılar güneşi garptan doğurttular.
Tasavvufçular şeyhliğe, dervişliğe saplanmamışlardır, mânevî varlığa sarılmışlardır. Aynı zamanda çalışmışlar, alınlarının terini yemişler, şuna, buna el açmamışlardır.
Onlar hiç bir milleti düşman olarak görmemişlerdir. İşte Yunus Emre: (Yetmişiki milleti bir görmeyen, ârif değil!) diyor. Bunlarsa “Vay şu namaz kılmıyor! Vay bu abdest almıyor!” diye kendi milletleri içinde bile tefrika yaratıyorlar.
Bu terakki selinin önüne kimse duramaz. Mürteciler, münevver insanlardan daima uzak dururlar, tıpkı yarasalar gibi… Terakkinin düşmanıdırlar. Hâlbuki Müslüman demek ilmin her türlüsünü kabul eden insan demektir. Onlar, asıl İslâmiyetin içyüzünü görselerdi, radyoyu televizyonu bizim bulmamız lâzımdı. Onlar, İslâmiyeti terakkiye arka çevirmek zannetmişler, bu yanlış kanâatlerini de herkese bilhassa cahil halka aşılamağa çalışmışlardır. Darda kaldılar mı; duâ’ya üfürüğe, tesbihe sarılmışlar. Bunlar insana ilim öğretir mi? Hakîkati böyle söyledin mi, vay dinsiz! vay kâfir! diyorlar. Hâlbuki (kâfir) demek, (örtülü, karanlık) demektir.
Hakîkaten ellerine fırsat geçse, kadınları torbaya, yani örtüye, kafese, yani karanlığa sokarlar… Fakat artık onların ellerine hiç bir fırsat geçmez.
Hz. Muhammed kat’iyyen mutaassıp değildi. Kızı Fatıma’yı, Ali’ye vermeği kararlaştırınca ona diyor ki: (Ali! Fatma’yı, sana göndereceğim, onu gör, çünkü yakında hayat arkadaşı olacaksınız.) Fatma’ya da: (Hadi kızım, Ali’ye bir sepet hurma götür!) diyor. Hiçbir şeyden haberi olmayan Fatma, akrabası Ali’ye hurmaları götürüyor, Ali bu sefer Fatma’ya başka gözle bakıp (Kabûltü) diyor. Fatma da zannediyor ki, hurmalar için (Kabûltü) dedi, dönüp babasının yanına geliyor. Hz. Muhammed soruyor:
- Kızım Ali ne dedi?
- Kabûltü dedi, Baba.
- Eh öyleyse, madem kabul etmiş, ben de seni ona verdim. Hadi kızım, şimdi sen de ona uzaktan müstakbel kocan olarak bak, diyor. Bizde ise, kadın asırlarca erkekten kaçtı durdu… Hâlbuki bir milletin hocası kadındır. Çünkü en büyük terbiye ana terbiyesidir. İşte bunun için, kadınlarımız o kadar serbest olmalıdır ki… Çocuklarımızın iyi yetişmesi onların fazîletine bağlıdır. Her tohumu ana eker; mektep ve hayat o tohumu ancak sular. Kızlarımızın herşeyi öğrenmesi lâzım ki; doğurdukları yavrulara onları öğretebilsinler. Kadınlarımız, kızlarımızın okuyup tahsîl etmelerinden, bazılarımızın zannettiği gibi zarar gelmez. Asıl zarar, taassuptan gelir; çünkü taassup cahildir. Kur’ân’da da bildirildiği gibi, cahil ise zalimdir… Baksana Turhan Selçuk’un karikatürüne, taassup örümceğinin kollarını, ayaklarını oraktan yapmış. Taassup, eğer cahil, aynı zamanda zalim olmasa, bilmeyerek de olsa, orağa çekice âlet olur mu?
***
Emre – Dünyâda en zor şey, iki insanın aklını bir etmek, yani ikisini birbirine, sevdirmek. Akıllar yaratılırken parça, parça yaratılmış; bunları nasıl tüm edeceksin? Ne kadar zor… Tüm olmak kaabiliyyeti olmayanlar, birbirine zıt. Hangisi tüm olmayı isterse, o kurtuluyor. Hangisi hased ederse, onu tüm edemezsin. Çünkü ille kendisinden olacak. Develioğlu zaman zaman of! of! derdi. Adamcağız, o ihtiyar hâlinde tâ Namrun’dan gelirdi, hakîkati anlatmak için… Hâlbuki herkes kendi derdiyle meşguldü, herkes kendi zannına göre birşey isterdi. O, parça parça olan akılları kendi aklına benzetmeğe çalışırdı.
***
Emre – Burhan Sadık Yalçın’ın Yeni Devir gazetesinde Gönül Damlaları sütunundaki güzel yazılarından birini kasdederek; (Helâl olsun şu çocuğa, ne güzel söylüyor; Bana dedi: Mihnetini sevdim; Gülüstan’ın kapısı, dikenlere açılır.)
Tamam! Soyunup üryân olanlara tenimiz de, kanımız da, canımız da helâl olsun!