Emre’ye çok defa şöyle sorarlar: “Size dinsiz diyorlar; size tarîkatçı diyorlar, size şeyh diyorlar; ne dersiniz? Açık kalple sorulan bu suallere o şöyle cevap verir:
– Biz dinsiz değiliz. Din bir yoldur. Herkes aklına ve anlayışına göre bu yolun bir noktasında bulunmaktadır. Kimisi yolun başında, kimisi ortasında, kimisi de nihayetindedir. Bazı kimseler de yolu yürüyüp bitirmişler, gayelerine ulaşmışlardır. Herkes kendi bulunduğu yeri bilir; kendinden ileri olan kimselerin hâlini, dini seviyesini bilemez. Din, insanları Allah’a götüren bir yolsa, mutlaka bir başlangıcı bir de sonu olacaktır. Yol da yürümekle biter. Yolun herhangi bir yerinde beklersek, yol biter mi? Din yolunda herhangi bir noktada duranlar, o yolda yürüyenlerin veya o yolu bitirenlerin, yani Allah’ta fânî olanların hâlini anlayabilirler mi? Bizlerle, o yok olan, Allah’ta fânî olan insanlar arasında o kadar muazzam bir mesafe vardır ki… Meselâ biz, “Lâ ilâhe illallah” kelimesinin sözünü söyleriz, onlar mânâsını gerçekleştirirler. Onlara göre (Lâ ilâhe illallah)ın mânâsı şudur: (Lâ ilâhe) – ilâh yoktur; yani eskiden bildiğimiz gibi gökte ve (Kürsü) üstünde oturan bir ilâh yoktur; ancak malum bir Allah vardır, görülen bir Allah vardır. İşte Hz. Ali, insanları uyandırmak için (Ben görmediğim bir Rabbe ibâdet etmem) diyor. Böyle dedi diye Hz. Ali’ye dinsiz diyebilir miyiz? Demek ki din, akla, anlayışa ve kabiliyyete göre mânâlanıyor. Binaenaleyh biz dinsiz değiliz.
Biz namazı da inkâr etmeyiz. Yalınız bizim namazımızı değil, hiçbir dinin namazını inkâr etmeyiz. Namaz kılanı da severiz, haça tapanı da. Haça tapmak dünyaya tapmaktan daha iyidir; çünkü Allah için. Mademki Allah içindir, hiç boşa gider mi? Gerçi gaflettir ama dünyaya tapmaktan daha iyidir.
Namaz bu vücud için lâzımdır ve sıhhîdir. Her vaktinde insana kudret ve kuvvet verecek bir fayda vardır. Belki bir gün mânâsını anlarlar diye, namazda birtakım âyetlerin okunması da emredilmiştir. Hele “İhlâs” suresi… “İhlâs” demek “iç temizliği” demektir. İç temizlenmeden, yani “hulûs-i kalb” olmadan bu surenin mânâsı anlaşılmaz. Namaz, bu vücut için lâzımdır dedik. Bu vücuttan vazgeçenler, namazı inkâr etmezler, belki edâ edemezler. Onları yanlış anlamamalı. Bütün dünya onlara düşman olsa, onlar hiçbir kimseye düşman olmazlar. Hattâ kendilerini öldürecek olan kimseye, kendilerini öldürürken zahmet çeker mi yorulur mu diye acırlar. Ehli şeriat onları öldürmüşler; fakat onlar kimseye dokunmamışlardır. Onlar ölmüş değildirler, diridirler. Onları öldürenler, onların kirlerini yıkamışlardır. Hakikaten bu vücut, içindeki “Hakiki Varlık” ın gölgesi, yani kiridir. Mevlitte “Nûr’un gölgesi olmaz” deniliyor. Mutasavvıflar birer nûrdurlar. Yani onlar bu vücut gölgesine sahip çıkmazlar; vücudu gelip geçici bir bulut farz ederler. Hz. Muhammed’in başının üstünde bir bulut gezermiş. Hiç tabiatullahtan hariç bir şey olur mu? Bu söz, mecâzi mânada söylenmiştir. Bulut dediği, bu vücut ve bu varlıktır. Bu türlü mecâzi sözleri yanlış anladıkları için (Hz. Ali yemez, içmezdi) diyorlar. Hâlbuki Ali’nin içindeki (Kudret) yemez, içmez. Bu vücut ise bir hayvandır. Bir süvarinin altındaki at, elbette ki yem yiyecektir. Asıl Ali (Ve nefahtü fihî min ruhî) gıdasını yer. İşte şimdi kulağımıza üfürüp duruyor; kelâmı nefese bürüyerek üfürüyor. (Manevîyyet)in gıdası “kelâm”dır, “görmek ve seyretmek” tir. Bu yolun yolcusu; sever, gıda alır; sevilir, gıda alır. Bu maddi âlemde yaşayan bir vücud, gıda alamayınca nasıl hastalanır ve ölürse, bizdeki “mânevi varlık”da “âşk” gıdası almazsa ölür, yani dirilmez; çünkü esasen ölüdür. Kur’ân, mânen dirilmeyenlere “Ölü” diyor; “Kel’en âmi belhüm adall” diyor. Biz bununla Hıristiyanların kasdedildiğini zannediyoruz. Müslüman demek, “selâmet bulmuş olan kimse” demektir. Biz Müslümanız da sanki selâmet bulmuş muyuz? Ne gezer… Şu halde bu söz hepimizedir.
Şeyhlik ve tarîkat meselesine gelince; biz şeyhlik ve tarîkat hâlini bir tarafa bırakalım, bunların kelimesinin bile muârızıyız. Bizim hâlimiz Mevlâna’nın hâline benzer. Yani ne eşekliği, ne yezitliği, ne de şeytanlığı kabul ederiz. Derileri yüzülen, başları kesilen ve asılan mutasavvıflar da şeyh değildirler, tarîkatçı değildirler. Onlar da bizim gibidirler; ehli tasavvufturlar. Tarîkatçılar, ellerine tespih alıp boyuna Allah, Allah diye çekerler. Hâlbuki bir kerre “Allah” desek de o (Kudret) bizi saçımızın tellerine kadar istilâ etse… İşte bitti.
Mevlitte:
Bir gez Allah! dese şevk ile lisan,
Dökülür cümle günah misli hazan.
deniliyor. Dikkat edilirse bir defa Allah! dese diyor, iki defa demiyor. Zaten bir Allah âşıkının bir kerre “âh” demesinin aksi asırlarca çınlar durur. Bir insana 1000 tane nohut atsan vücuduna tesir etmez de bir kurşun sıkarsın, ta kalbine işler. Ehli âşk’ın bir kere “Allah” demesiyle ehli tespihin binlerce defa “Allah” demesi arasında bu kadar fark vardır.
Bize en fazla, şimdiki nesil yakındır, yani münevver insanlar. Aklı 1370 sene evvele takılı olan kimseler ise dinimizin bânisi olan Büyük Peygamberimizi 1370 sene arkada ve geride zannediyorlar; onu o vakit öldü zannediyorlar. Hâlbuki o ölmedi. Onu 1370 sene evvel öldü zannedenler yüzlerini mâzîye çeviriyorlar. Bunlar kıçın kıçın yürüyen insanlara benzerler. Hâlbuki insan, yüzünü, gideceği istikamete çevirmelidir. Çünkü azalarımızın yönü ön tarafadır; çünkü Hz. Muhammed arkamızda değil, daima ön tarafta bize yol göstermektedir. Biz ise onu arkada kaldı zannediyoruz. O kat’iyen ölmez; daima diri bir kalp içinde ve önümüzdedir. Çocukluğumuzu, yani mâzîmizi hatırlarız; fakat istikbâli bilemeyiz. Şu halde meçhul bir istikbâle kıçın kıçın gidiyoruz demektir. Ya arkamızda bir kuyu varsa… İşte bu görmediğimiz kuyulara düşmemek için yüzümüzü istikbâle çevirmek lâzımdır. Böyle yapanlar mâzîyi unutuyorlar. Bunun için (El mâzî lâ yüzker-mâzî hatırlanmamalı) demişlerdir. İnsanoğlu için istikbâl de meçhul olduğuna göre her ikisini bırakıp “hâl”e bakmalı. Çünkü istikbâlin yolunu açmak (Mürebbî)ye aittir ve o daima öndedir. Yazıcıoğlu, bu (Mürebbî)yi, ancak, (Dön Namazı)nı kılanlar bilir, diyor. Bunu okuyanlar da zannediyorlar ki vücut dönecek; ve namazda dönüyorlar, hem de arkaya. Akıllarını döndürmüyorlar da kendileri dönüyorlar.
Gençlik daima akıllıdır. Herhangi bir sözü, düşünmeden kabul etmez. Dini de kupkuru ve donmuş kalıplar olarak kabul etmiyor. Her şeyin terakkide olduğunu ve binaenaleyh (zamanla ahkâmın da değişeceğini) biliyor. Her şeyin ve her sözün hikmetine vakıf olmak istiyor. Kuru kuruya, körü körüne (Yarabbi bana dünyada Kur’ân âhirette îmân ver) demiyor. Görmeden, bilmeden “îmân” olamayacağını biliyor.
Bu tasavvuf ilmi, medrese devrinde küçük bir bebekti ve onu taassup kundağına sarmışlardı. Medrese devri bitti; şimdi mektep devridir. Mekteplilerin kafasında (Hakikat Işığı) yandıkça bu kundak yavaş yavaş çözülmektedir. Bu (İlâhi İlim) henüz çocukluk devrindedir. Gittikçe büyüyüp kendine ve irâdesine hâkim olacaktır. İstikbâl gençlerindir.
Zapteden: Şevket Kutkan