Geçen haftaki sohbetin devamı:
S. – (Suya bakanın ömrü uzun, ateşe bakanın ömrü kısadır.) derler, bu ne demektir?
Emre – Gönlü su gibi olanlarla ülfet edenlerin, huzûr ömrü uzun, ateşe benzeyen ahlâk cehenneminde yaşayanlarla ülfet edenlerin huzûr ömrü de aksine kısa olur.
***
S. – Amerikalı bir âlim kıyametin kopacağını iddia ediyordu.
Emre – Her dilde böyle diyorlar ama, hakîkatte böyle değil, yani anladıkları gibi değil… Gökler parça parça düşecek, yıkılacakmış. Böyle birşey var mı ki yıkılsın? Bu nihayetsiz boşluğun içinde, hadsiz hesapsız yıldızlar, güneşler, aylar var. Neresi yıkılacak?
Bütün o yıldızlar, aylar, güneşler hep bizim küremize, daha doğrusu bu dünyada yaşayan Allah’ta fânî olmuş bir insana hizmet ve tesbîh için dönmektedirler. Bu yıldızların kimisi altın, kimisi mücevherat neşrediyor. Küredeki mâdenler ve kimyalar hep oralardan gelmektedir.
Kıyamet durmadan olup duruyor. Nasreddin Hoca’ya soruyorlar:
– Kıyamet ne vakit kopacak?
– Küçüğü mü, büyüğü mü?
diyor.
– Kıyametin büyüğü, küçüğü olur mu?
deyince:
– Elbette, diyor, karım ölürse küçük kıyamet, ben ölürsem büyük kıyamet.
***
S. – Bir şey derler: Peygamberimiz: (1300 de yatmam, 1500 de kalkmam..)
Gibi bir söz söylemiş; nedir bu?
Emre – Hz. Muhammed ölü değildir ki, yatsın veya kalksın. Muhammed de âşık bir insanın kalbindedir, Allah da. Mısrî Niyazî: (Her kabirde bin Muhammed, herbirisi yüzbiner!) diyor. Onun kabir dediği şey, insanların vücududur. Yani Peygamberimiz ölmemiştir… Allah’ta fânî olmuş bir insanın gönlündedir. Onu arayan, bulur. Kur’ân’da ve hadîste: (Allah, her yüz sene başında dini tecdîd edecek birini gönderir!) deniliyor.
Sonra bu insanlar çok güzeldir, ama bilâ-tefrîk hepsi… İnsan, çocuğunu ne kadar severse, Allah da bizi, tefrîksiz o kadar sever. O, sadece bizim kendisini sevmemizi bekliyor. Biz, Allah’ı sevenleri seversek, Allah’ı sevmiş oluruz. Çünkü onlar Allah’la beraberlerdir. Biz onları severken bir fânîlik zuhûr eder; bakarsın öyle bir hâl tecellî eder ki dille anlatamazsın, kelâmı yoktur.
Allah’tan başka neyi sevsen, hepsi de ölüdür; ölüden de mutlak ikrâh edilir. Demin Hoca birşey anlattı: Bir kadın, ölen kocasının dirildiğini istemiyormuş. Doğrudur, ikrâh zuhûr eder.
– İkrâh mı, korku mu?
Emre – Herkes bir türlü bakar ölüye: Kimisi ikrâh eder, kimisi korkar. Kimisi de ibret gözüyle bakar. Fakat ibretle bakabilenler azdır.
Bu vücut, Sultan’ın oturması için yapılmış nûrdan bir saraydır. Sultan orayı terkedeceği zaman, vücut sarayını darmadağın eder, kimseye mîrâs bırakmaz, ikrâh bundandır. Dünya fânîdir, derler ya, asıl fânî olan, bu vücuttur. İnsan kendisi (Bakâa)yı bulsa, fânî diye birşey olmadığını o zaman görür.
***
Küçük Zehra, Emre’den bir şey soracakmış. Zehra’ya:
– Sor!
dediler. Zehra:
– Ben birşey bilmiyorum.
dedi.
Emre – En büyüklük, bu! Kemâlât, bilmemekte. Maneviyyât ilmi, unutmak ilmidir. İnsan evvelâ acz ilmini bitirecek. O bitince, insanın kendi de biter. Arkasından bir âlem zuhûr eder ki, o da muhabbettir.
S. – Aristo: (Bildiğim bir şey varsa, o da bilmediğimdir!) demiş.
Emre – Öyle amma, bunu yanlış anlayıp bilgiyi, terakkiyi inkâr edenler de var. İslâm dini, dış terakkiyi inkâr etmez. Hazreti Muhammed’in (Elfakru fahri) deyişini de yanlış anlamışlar. Hz. Muhammed, kendi bilgisinin Allah’ın bilgisine nazaran fukarâlığıyla iftihar etmiştir. Bize benlik, gurur fukarâlığı lâzım, mal mülk fukarâlığı değil.
Maneviyyât ilminde ne kadar üstün olursak olalım; bize kuvvetli bir düşman hücum etse, bizi perişan etmez mi? Öyleyse, sade maneviyyât değil, silâh yapmak, yani ilimde, fende ilerlemek de lâzım.
Bu yolda, büyük adamlarımız yetişmiş amma, birçoğu dünya işlerini bir tarafa bırakmışlar, alıklaşıp sükût âlemine dalmışlar. Hz. Muhammed’in büyüklüğü, her iki âlemi idare etmesindedir. Allah’ta fânî olan bir insanın, hemcinslerine de yardım etmesi lâzımdır. Peygamberimiz, o makama varmış, sonra oradaki zevki bırakarak gelip bizi, bu dünya aklıyla yaşıyan bizleri de dâvet etmiştir.
Dış ilimler nasıl terakki ediyorsa, maneviyyât ilmi de öyle terakki ediyor. Yani maneviyyât, tekkelerin dört duvarından kurtularak aramıza, hayatımıza karışmıştır… (Zehra’yı göstererek) Şu çocuktan, ne güzel bir aşk tekâmül etmiş! Hâlbuki biz bunun kadarken, ayağımızı atmasını bile beceremiyorduk. Ne ki doğuyor, durmadan büyüyor.
S. – Zaman gelecek, ileriki nesiller Allah’ı güçlük çekmeden idrâk edecekler demek ki?
Emre – Hepsi için değil çocuğum. Şu koca duvarı gözümüz görüyor ama, elimize bir iğne alır, ona bakarsak duvarı göremeyiz… Aklımızda da öyle şeyler var ki, onlara bakalım derken Allah’ı göremeyiz. Nice âlimler var ki, maneviyyâttan haberleri bile yok. Zaman gelecek, gökyüzüne evler kuracaklar; öyle makineler icad edecekler ki, o makinelerde Hz. Muhammed’i, Mûsâ ile Fir’avn’ın kavgalarını seyredecekler. Bütün bunları yapacak kadar ilimde, fende ilerlemiş olacak olanların, maneviyyâttan haberdar olmayanları olacak tabii. Çünkü bu âlem, aşk âlemidir, ilim âlemi değil.
Bir ağacın her tarafı meyva olamaz; ağaca yaprak da lâzımdır, Yaprağın da vazifesi vardır o da, meyvanın yetişmesine yardım ve hizmet etmesidir.
İlâhi varlığı düşünen insanlar meyva, diğerleri yapraktır… Lâkin o (Kudret)te fânî olan insan, yaprağı hor görmez. Çünkü güneş için karanlık diye birşey olamaz. Karanlık, güneşe arkasını dönenler içindir. İnsanın kendisi ne ise, görgüsü de odur.
S. – Adana buraya kaç günlük yol… Bir daha görüşebilecek miyiz?
Emre – Bizleri buraya getiren, sizin sevginizdir.
S. – Siz akraba mısınız?
Emre – Akraba, yakın demektir. İş, Allah’a yakın olmada, akıl yakınlığındadır.
S. – Bâzan Allah’a sitem ederim.
Emre – Sitem, arzularımızın, yerine gelmeyişindendir. Zaman zaman yürür, bu arzuları burada bırakırız. Babanız size, bu hâlin tohumunu ekmiş; hiç boşa gider mi?
Bu ilmin kapısı (Rab) dır. Rab, mürebbî demektir. İnsan o (Rab) âlemindeki bir insanı sevince bu hâle aşılanır. Meselâ siz ilim kapısının rabbı, yani mürebbîsisiniz. Bir talebe sizi sevmese, sizden bir şey öğrenemez. Siz de talebeyi sevmeseniz, onlara birşey öğretemezsiniz. Talebe sizi sevince, siz de gayr-i ihtiyârî olarak onu seversiniz. Allah da böyledir, hangimizi sevmeden yaratmıştır? O bizi zaten sevmiş; bizim kendisini sevmemizi bekliyor. Biz onu sevince, ayrılık, gayrılık kalmıyor. Onun için, bu yolun kâmilleri: (Aşk! Aşk!) diye bağırırlar. İlim rüsûh bulunca, tekâmül eder, aşk olur.
Zehra – Nevin abla sınıfta kalacak mı?
Emre – Kalmayacak; çalışıp geçecek.
İkmâllerini gelecek sefere bire indirir, sonra geçer. Çalışmaya karşı, bilgiye karşı ilgi zuhûr eder… Aşk paraya benzer; neye verirsen onu alırsın. Şimdi siz öğretmeninizi ablanızdan daha çok seveceksiniz. Eğer sevmezseniz ondan birşey öğrenemezsiniz. Allah’ın bir ismi (Âlim)dir. Öğretmen, şimdi sizin (Âlim) Allah’ınız olacak. Bu günâh değil. Güneş siyah bir şeyin üzerine vurdu diye güneşlikten çıkar mı? Bu da ona benzer… Babanız, ananız sizi dünyaya getirmeğe me’murdur. Asıl babanız, size ilim öğretenlerdir. İlim bâki, vücut değil.