Geçen sayıdaki sohbetin devamı:
Emre – Şimdi benlik ölüyor da, onun için böyle söylüyorsunuz. Bu büyük bir devlet değil midir? O “Büyük Kudret” “Ben’im!” desin.
Bizim ağzımızdan “Ben şöyleyim! Ben böyleyim!” diyen, biz değiliz, o “Kudret”tir. “Doğuşları” asıl “Benlik Sahibi” söylüyor… O doğuşlarda acze dair sözler benim, gerisi o “Kudret”indir. O ise her şeyi söyleyebilir. Biz doğuşları söyleyip kendimize geldikten sonra eksik yerleri tümleyemiyoruz bile. Yine o “Kudret”e bitişmeye, yapışmaya çalışıyoruz, o gelsin de eksik yerleri tamamlasın. Ama o “Kudret” bir söylediğini bir daha söylemez. İkinci söylediği ile birinci söylediğinin mânâsı bir olur da sözler, kelimeler başka olur. Kelâm hazinesi sonsuzdur. Fakat mânâ hiç değişmez. Güneşin ziyâsı değişir mi? Onu değiştiren, camların boyasıdır. O “Kudret” de bizim aklımızdaki boyaları parça parça gösterir.
S. – Hâl-i Muhammedî anlıyor ama Neron’un hâli de tarihlerde yaşıyor. İkisi de bâki. Onunla bunun arasında ne fark var?
Emre – Neron’un hâlinden ne istifâdemiz oluyor?
S. – Hiçbir şey.
Emre – O halde, Neron yaşamıyor demektir. Beşeriyyete yarayacak bir şey bırakmış mı Neron? İsmi kaldı o kadar.
S. – Atatürk için ne düşünürsünüz? Atatürk, beşeriyyete yarar bir eser bıraktı mı?
Emre – Bıraktı. Atatürk’ün manevîyyeti cidden büyüktü. Bilirsiniz ki ben riyâ bilmem. Atatürk başka bir âlemdi. Uyanık ve büyük bir adamdı… “Allah’ta fânîydi o”. Gerek maddî gerek mânevî olarak büyük bir adamdı. O Allah’ın irâdesiyle yaptı yapacaklarını. Bazı kimseler ise kendi kuvvetlerine güvenerek iş yapmışlardır. Onların işleri, kendileriyle beraber bu âlemden gitmiştir… Neron’un nesinden istifâde ediyoruz? Canavar gibi hücum etmiş.
S. – Radyoyu yapan, bize radyoyu bırakmış, ondan istifâde ediyoruz. Bununla hâl-i Muhammedî arasında ne fark var?
Emre – Hz. Muhammed’in eseri mânevîdir, canlıdır, seni de canlandırmaya çalışıyor. Radyo ise maddî bir âlettir, cansızdır!. Radyo bizi maneviyyete götürebilir mi? Hâlbuki Hz. Muhammed’in eserinden maneviyyete yol buluruz.
İnsan varlığı maddî mi mânevî mi?
S. – Hem maddî, hem mânevî.
Emre – Maddî tarafı neresi?
S. – Vücudu.
Emre – Vücudun içi görülüyor mu?
S: – Hayır.
Emre – O halde yine mânevî demektir, ama radyo maddîdir. Radyonun herhangi bir parçasını çıkarıp başka bir radyoya takabiliriz. Fakat insanın bir uzvunu beş gün sonra başka bir insana ekleyebilir miyiz? Herhangi bir kimseye “sende kireç çok; birazını bana ver” diyebilir miyiz?
S. – Peki; gelelim kendimize: Benim hâlim ne olacak?
Emre – Senin hâlin, senlen beraber o “İlâhî Hâl”e karışacak. İlâhî hâl bir hazinedir ve: “Ey bir kuruşluklar! Ey beş kuruşluklar! Bana gelin de hazine olun!” diye bar bar bağırıyor. Esasen, hazine de ufaklıklardan meydana gelmemiş midir? Biz beş kuruşuz; yani ufaklığız. Hazinenin zenginliği yanında kendi değersizliğini anlayan beş kuruş, artık gurur ve iftihârla; “Ben beş kuruşum” diye öğünebilir mi? Beş kuruşumuzu hazineye atarsak, biz de hazineye karışır, hazine oluruz, benliğimiz kaybolur. Hazineden ayrı kalırsak mahvoluruz.
S. – Artık sormam.
Emre – Bu sözler, tefekkür yoluyla hazmedilir; tekrar başka şeyler sorarsınız. Sizin sorduklarınızdan hepimiz de istifâde ediyoruz. Yazıcıoğlu: “İçindeki sırrı söylemiyen dile dil mi denir…” diyor. Size bu sözleri söyleyenden, ben de istifâde ediyorum.
S. – “İki kaşın ortası” ne demek?
Emre – “Kâbe kavseyn” demek. Ama bu, ilmî değil, hâlîdir; yani zevktir.
Ben sizsiz hiçbir zevk istemem; hep beraber. Yalnız olarak edilen zevk, nefsânîdir. Hepimiz aç olsak, bir sofraya, hayvan olan hücum eder. İnsanlığı artan, herkesle beraber yer. Hayvan bile çeşit çeşittir. Köpekler, yavrularının önüne konan bir kemik için, onları bile ısırır. Bunun için Peygamberimiz “Köpek eti yemeyin, koyun eti yiyin!” diyor; çünkü koyunlar birbirini kıskanmadan aynı kaptan yerler.
Allah da hepimizi birden seviyor; bizimle bizdir. Yalnızlık istemez. (Karısı bayan Ayşe’yi işaret ederek) Şu kadın çok sıkıntı çekti. Bir zamanlar Allah az veriyordu… Yemeği pişirir, ortaya kor, misafirden artanı çocuklara yedirirdi ve çocukların karnı doymasa kendi yemezdi.
S. – Başı sonu yok.
Emre – Madem başı da sonu da yoklukmuş, iyisi mi, biz de yok olalım, ama “Baş”ında yok olalım.
“Elhamdülillâhi Rabbil’âlemin” diyor, kimseyi tefrîk etmiyor. Onun “Rahîm” sıfatını insanlara taksîm etmekle rahîm olabiliriz. Kucağına atılanın her hâline râzı olacaksın. Bizim İsmail’i, bâzan babası, anası da azarlıyor; ben gönlüne göre gittiğim için hemen kucağıma atılıyor. Sofrada kaşığı istediği gibi yemeğe daldırıyor; yoğurdu yüzüme gözüme bulaştırıyor.
S. – Fakîrizm dedikleri şey insana yalan gibi geliyor.
Emre – Yalan değil amma, yalana benzer bir şey. Yâni aslı olmayan bir şey. Fakîrizmin kime ne faydası var? Mâdem ki insanlığa faydası yok, öyleyse aslı da yok demektir. Kendileri bir girdâba düşmüşler, bîçâreler. Bu girdâptan kurtulsalar, yani o işleri terk etseler, zevk âlemine geçerlerdi. Yaptıkları iş kendilerine benlik ve gurur veriyor. Onunla iftihâr ediyorlar; hâlbuki bu bir çocuk oyuncağıdır… Hangi peygamber yaptı bunların yaptığını? Evliyâlar yaptı mı böyle şey? Yapanlar, hep süflî insanlar. Fakîrler, insanlığa yarar ne yaptılar şimdiye kadar? Rüya gibi bir şey bunlar; onun için aslı yok.
Bu gibi şeyler terakkîye mânidir; heves edenleri uyuşturur, bırakır; işte Hintliler!
Böyle şeylere inanmak, bizi de ne hâllere düşürmüştür… Kurşun geçirmeyen muskalara inananlar vardı. Seferberlik’te tren, Mâmure’ye kadar giderdi. Köprüleri açmak için oraya gitmiştik. Birgün, birisi bir muskadan bahsetti: (Bu muskayı taşıyana kurşun geçmez; doğuracak kadınlar bu muska sayesinde kolayca doğum yaparlar) diyordu. Birçokları da ondan taraf oldular: (Doğrudur, bu muskayı taşıyana kurşun geçmez) dediler. Bana: (Sen ne diyorsun? Geçer mi, geçmez mi?) dediler. (Nasıl geçmez. Öyle bir geçer ki…) dedim, (Ya geçmezse?) dediler. Nihayet muskayı bir tavuğun boynuna asmaya karar verdik. Benim de güzel bir Fransız filintası vardı… Muskayı tavuğun boynuna bağladılar. Benim cesaretimden tavuk sahibi biraz şüphelenir gibi oldu amma, bir kere iddiaya girmiş bulundular. Bir arkadaş tavuğu götürdü, 500 adım mesafeye koydu, çünkü onlar öyle istediler; biz de peki dedik. Hava yağmurlu; yel de esiyor, tavuğun kanadını sallıyor. Filintayı vagonun mandalına koydum; nasıl atarsam, hamâylının yaprakları havada uçtu; ama tavuk kımıldanıyor… Onlar; (Hah gördün mü, kurşun tavuğa tesir etmedi…) dediler. (Nasıl tesir etmedi… Hamâylıyı bile havaya uçurdu…) dedim. Tavuğu getirdiler ki içi boşalmış; meğerse kurşun domdommuş. Bu sefer bana: (Sen kâfirsin!) dediler ve tavuğu yemediler.
Ben nalbantlık ederken, Kalekapısına sakallı bir şeyh gelirdi hayvan nallatmaya. Bu adam muska yazarmış. Bana: (Sen bu hayvan için nallama parası alma, sana kurşun geçirmez bir muska yazayım…) dedi. Ben de “peki” dedim. Yazdı, muskaya bir de ip taktı ki boynuma asayım. Ama, ip küçük. (İpi uzun yap) dedim. (Yok, olmaz; muska kalbinden aşağı inmesin) dedi. Hâlbuki benim maksadım da başka. (Zarar yok, sen ipi uzun yap; ben iki kat yapar, muskayı kalbimden aşağı indirmem) dedim. Dediğimi yaptı. Muskayı aldım, doğru şeyhin kısrağının boynuna geçirdim. Elime de bir orak aldım ki kısrağın başına vuracağım. Şeyh telâşla: (Ne o?) dedi. (Ne olacak, dedim, vuracağım). (Olur mu öyle şey?)… (Niçin olmasın… Sen demedin mi bu muska kimin boynunda olursa ona hiçbir şey tesir etmez, diye?). Adam şöyle böyle demeğe başlayınca (Ver nal parasını da yallah git.) dedim. Bana o zaman etraftakiler kızmışlardı.
Aslı yok böyle şeylerin. Hazreti Muhammed muhârebeye giderken hayvanların veya insanların boynuna muska mı taktı?
Muska işi, şiş vurmaktan daha fena.
S. – Bu işleri öğrenmek için birçok kimselerin tükürüğünü su ile içtim vaktiyle.
Emre – Ne fenâ. Bu iş tükrükle mükrükle bitmez. İlim ve irfân lâzımdır. Bizi geri bırakan, hep bunlar değil mi? Ne süfliyyet… Peygamberlerin tükrüğü içilmeli derler. Bunlar hep rumuzdur. Tükrükten murad, ilim, irfâniyyet ve aşktır.
Anlamadığımız sözler, tarîkat kayıd kuyûdâtı, merasimler insanları hep geri kor: Meselâ el öpmek. Hiç olmuş bir insanın elini, yani hiçliği öpmekten ne çıkar. Hem ne lüzum var? Hürmet, içten olmalı, hareketsiz olmalı. Allah her şeyi görür, kulun görmesi lâzım değil. Bazı tarîkat mensupları gûyâ benliklerini öldürmek için süflîyyete düşüyorlar, üstlerine başlarına bakmıyorlar… Hâlbuki onlar benliklerini, nefislerini değil, kendilerini öldürüyorlar.
Gerek mâddîyyâtta, gerek maneviyyâtta hayat, mücadele ile olur.
Hz. Muhammed, dişlerimizin diplerindeki mikropları, mânevî mikroskopla gördü de misvâki kullandı ve kullandırdı. Hz. Muhammed bu devirde gelmiş olsaydı, dişlerini fırça ve macunla temizlerdi. Hâlbuki mutaassıplar misvâki temizlik için değil, sevâb kazanmak için kullanıyor, işin içine gâye olarak sevâb girdi mi mânâ tası tarağı toplayıp gider. Okuyup üfürür, okuduğumuzun sevâbını da yüzümüze çalarız. Bir müddet sonra, yüzümüzü yıkayınca o sevâb da kor gider. Hâlbuki okuduğumuzu dinleyenin, daha doğrusu kendi vicdanımızın kulağına üfürmeliyiz. Sünnetin sebebini, mânâsını bilmezsen illettir… Mutaassıp, misvâki dişine sürer, ondan sonra da belindeki kuşağının arasına sokar… Onun, diş diplerinde durmadan çoğalan mikroplardan haberi bile yoktur. Bunları öğrenmek de istemez. Hâlbuki Hz. Ali, (Bana bir harf öğretenin ben kölesi olurum!) diyor.
Dinin dış tarafı temizlik bilgisi, yani tıb bilgisidir… Cinleri iki guruba ayırmışlar. Ulvî cinler, süflî cinler. İşte hastalık mikropları; bunlardan iyi süflî cin olur mu? Penisilinler, ilâçlar da ulvî cin. Dr. İhsan Bey “Aman yaraya sinek konmasın” diyor. Çünkü sinek süflî cinleri taşıyor.
İnsanlar, dinin mânâsını anlamaya çalışmazlar da kerâmete kıymet verirler. Hâlbuki hangi bir insan kerâmet görerek kurtulmuştur? Kerâmet görenler: “Âh biz de böyle yapsak…” diye o hâlin bağı ile kendi ayaklarını bağlarlar, orada kalırlar. Hâlbuki gâye kerâmet değildir.