Geçen konuşmanın devamı:

S. – Münkir, Nekîr nedir?

Emre – Münkir ne demek?

S. – İnkâr eden demek.

Emre – Bak mânâsı neymiş!

Size bir hikâye anlatayım. Kürdün birine, bir mezarlıkta ölü bekletiyorlar. Kürt yeni gömülen ölünün yanındaki bir mezara uzanıyor, ölüyü bekliyor. Kürdün arkadaşları bir evde toplanmışlar; onu korkutmak için, bir oyun yapmak istemişler. İçlerinden biri münkir, diğeri nekîr oluyor; mezarlığa gidip kürdün başına dikiliyor ve soruyorlar:

– Rabbın kim? Nebîn kim?

– Ula yağnış geldiz. Yengi ölü, ahan şu gabirde.

diyor; fakat onlar yine soruyorlar:

– Rabbin kim? Nebîn kim?

Kürt, bu lâf anlamaz meleklere kızıyor; elindeki değneği savurur
savurmaz birini öldürüyor. Arkadaşının öldüğünü görünce öbürü kaçıyor, arkadaşlarının toplandığı eve gidiyor; kürt de peşinden.

Kaçan arkadaşlarının korku ve heyecan içinde olduğunu görünce, onu kovalayan kürdün önüne geriliyorlar:

– Ne var? diyorlar.

-Ne olacak! Münkiri öldürdüm; kaldı Nekîr. O da kaçtı, buraya geldi.
Çekilin, onu da öldüreyim de, şunların elinden herkes kurtulsun, diyor.

Münkir ve Nekîr bizim ahlâkımızdır. Bize soruyorlar:

– Rabbın kim? Nebîn kim?

Rabbımızı ve Nebîmizi bu dünyada bilmeliyız.

Okuyuculara, 942 de doğmuş olan ve Münkir’le Nekîr’in ne olduğunu
anlatan bir Doğuş sunuluyor:

  1. Doğuş Kitabı 139. Doğuş:

Birgün bu ömür biter,
Paydos düdüğü öter;
Can alıcı gelince,
Her yanından akar ter.

Onlar canını alır,
Ölürsün; neyin kalır?
Bu ibreti görenler,
Burda Hakka yalvarır,

Hazır olunca mezer, (1)
Seyret, çukura benzer;
Sen çukura girince,
Yanında kimler gezer?

Sağ tarafında Münkir,
Sol tarafında Nekir…
Bunlar, senin aklında
Alıp götürdüğün kir.

Karşılıklı dururlar,
Bedenine vururlar;
Kaçacak yer yapmadın,
Yattığın yer, dar duvar.

Burda ilim duymadın,
Bir bilene uymadın;
Bu sözü der dinlerdin,
Hiç aklına koymadın.

Sen güvenme ömüre,
Her ölen, bunu göre;
Bu dilden bilmeyenin,
Hep tüyleri ürpere.

Bir yılan gelse gerek,
Adı onun engerek
Hak emrine gitmedin,
Kendini kurtar, görek. (2)

Öğrenseydin rumuzu,
Burda olurdun kuzu;
Hiç aklına konmazdı,
Bu haşeratın tozu.

(Emre)! bunlar haşerat,
Bilenler  vermez kıymat;
Hakka âşıklık etmek,
Dost iline (Doğru Hat).(3)

6.11.1942

(1) “Mezar” kelimesi halk ağzında “mezer” dir.
(2)Görek: görelim.
(3) “Sırat-ı Müstakîm”.        

10/ 8/1945 te yapılmış bir konuşmadan bazı notlar:

Emre – Ledün ilmi deyince, insanın gözünün önüne mektep, medrese ilimleri gibi okuyup öğrenilecek bir ilim geliyor. Hâlbuki bu ilim, unutmak ilmidir ve nihayet insanın dilini lâl, aklını ermez eder. Bundan sonra öyle bir ilim zuhûr eder ki… Ama maddî ilim de inkâr edilemez!

Acîz ilmi tamamlanıp bitirilmeden, hakîkat bilinemez. Kur’ân’daki “ölmeden evvel ölme” işte bu “acz”dir… Ama bu kendi kendine olmaz… Konuşmak ve sevişmekle olur. Şeyhlik, tarîkat ve tesbih, insanı fena akibetlere götürür.

S. – Kader yok mu bu işte?

Emre – Kader iki türlüdür: Cüz kaderi, Kül kaderi. Bizim, kendi irâde ve isteğimizle yaptığımız işler, cüz kaderimizdir. Kül kaderi de Allah’ın takdîr ettikleridir. Biz istesek, cüz kaderimizi bozabiliriz. Kül de, kendisinin takdîr ettiklerini bozabilir.

Acz ilmi bitince, hiçbir arzu kalmayınca herşey kader olur, kendisi de… Ondan sonra zevk başlar. O zevki kelâm anlatamaz. Bilenler, herkese öğretmek isterler amma, “yine kendi kanunu- oraya gelince harp! diye, lisân ve akıl duruyor. Mısrî Niyazî:

“Vahdet-i Hakkı bilenin dili lâldir, akl-ı mat!”

diyor.

Tasavvufu yeni yeni anlamak isteyenler, kımıldayan bebeklere benzerler. Onları hor göremeyiz. Bir hıristiyanı kurtarmak için onunla beraber haça da taparız. Haça tapmak fena bir şey mi? Hıristiyan haça kimin için tapıyor? Allah için değil mi? Allah için yapılan bir iş fena olur mu? Öbür tarafta bir insan âlim olabilir, her şeyi bilir amma, tapamaz. Zevk, tapmaktadır. Bir şeye taparken “benlik” kalmaz. Allah’ın: “Öldürün!” dediği benlik, o tapma esnasında ölür.

***

S. – Allah nedir?

Emre – Ben çocukken bir bilmece söylerlerdi: “Et içine, hep içine!” Bilemezdik; semâ mı? derdik; “içine!” derlerdi. Yer mi? derdik; o da içine! Meğerse göz ile kulağı anlatmak isterlermiş. Gözle kulak, ne görür, ne duyarlarsa içlerine almıyorlar mı?

Allah da her şeyden her şeydir… Fakat hakîkati tam olarak bilenle bilmeyen bir olur mu? Biz Allah’ın sesini, sözünü bir ağaçtan mı işitiyoruz? Bak, Allah! diyoruz. Bu söz nereden çıkıyor? İnsandan. Bu bilgi, herkesin idrâkine göredir. Bu hususta kim ne diyor ve ne yapıyorsa boşa gitmez… Fakat bilenle bilmeyen bir olmaz. Allah’ın bir ismi “Mürîd”dir. Şeyh, Pir, Kâmil diye bir isim yoktur. İnsan, cüz aklını “Akl-ı Küll”e karıştırmadan Allah’ı idrâk edemez. Oraya varınca ne senin, ne benim kıymetimiz kalmaz. O âleme varanlar sözden kesilirler; hayrânlık içindedirler. Onu tarif edenler, o Deryânın kenarında dolaşanlardır. Bâzı tarif edenler de vardır ki, onlar o makamdan, bizim seviyemize tenezzül ederler. Maksatları da, bizi kurtarmaktır. Bazıları, hangi sebeple olursa olsun düşmüş kadınları kurtarmak için umumhânelere bile giderler. Bu ilim, asıl onlara lâzımdır. Bâzı kimseler: “Umumhânede Kur’ân okunur mu?” diyorlar. Nasıl okunmazmış! Asıl onlar anlamalı Kur’ân’ın mânâsını.

S. – Her şeyi yapan, eden, söyleyen Allah’tır, diyorlar; öyleyse bizim suçumuz ne?

Emre – “Her şeyi yapan Allah’tır!” demek, herkesin söyleyeceği bir şey değil. Böyle diyebilmek için, Allah’tan ayrı bir varlığımızın olmaması lâzım. Bize bir iğne batırsalar, batıranın gırtlağına sarılırız. Allah’la bir olsak, iğnenin acısını duymamamız lâzım. Çünkü Allah’ın bir yeri acımaz.

Biz bir iğneden müteessir oluyoruz; öteden birisi göğsüne şiş saplıyor da yine duymuyor.

Bu işler sözle olursa, bir inanıştan ibâret kalır. Mansûr da “Ben Allah’ım!” dedi, Firavun da. Mansûr, hayatından vazgeçip idâma râzı oldu. “Firavun böyle bir şeye râzı olabilir mi? İş, sözü “hâl” yapabilmede. Lâkin biz kimseyi kınamayız. Yolu oradan geçiyor. Yeter ki yürüsün.

Bu hâl, gittikçe sür’atleniyor. İnsanlar, sür’atin farkında değiller. Zaman gelecek, atomu petrol yerine kullanacağız. Elektriğe bağlanmayan ses, zaman ölçüsüne tâbidir. Elektriğe bağlanınca, ânileşiyor, zaman ölçüsünden kurtuluyor. Elektrik çok tekâmül edecek, fakat bu medeniyyeti mahvedecek. Bu dünya vaktiyle ne medeniyyetler geçirmiştir. O medeniyyetler o kadar tekâmül etmişti ki, 20. asır medeniyyeti o medeniyyetlerin henüz eşiğine bile varamadı.

Manevîyyat elektriği, maddî elektrikle mukayese edilemeyecek kadar kuvvetlidir. Öyle kalbler vardır ki, her şey ona mahkûmdur. Hâlbuki çoğumuz zannımıza mahkûmuz.

Mânevî ilim adımı, bildiklerimizi terk etmekle, unutmakla atılır. Fakat kupkuru silkelemekle değil. Çocuk da birşey bilmiyor amma, onun bilgisizliği ile, ilmini Allah’a terk eden âlimin hâli arasında ne büyük fark vardır. Her şey ledün ilmi’nin ayağı altındadır, fakat çocuk, herşeyin ayağı altındadır. Ağaçla tohum bir olur mu?

S. – Bir çokları ay’a çıkmaya çalışıyorlar?

Emre – Çıkamazlar. Biz birbirimizin gönlüne girebiliyor muyuz ki, Dünya’dan Ay’a gidebilsin.

Bütün yıldızların havası, suyu, gıdası ayrı ayrıdır. Siz, İstanbul’dan buraya geliyorsunuz da buranın mahallî yemeklerini, meselâ çiğ köfteyi yiyemiyorsunuz. Ay’a gitmek isteyenler, şâyet oraya gitseler, oradaki gıdaları yiyebilirler mi?

Sonra Küre, hareketini sâde güneşten almıyor; sür’atle dönmesinden de alıyor. Suyu bir yerden sür’atle geçirsen, akan suyu kılıç kesmez… Havanın da sür’atle döndüğü bir nokta vardır ki, orası çok serttir. Dünyadan hiçbir kimse başka bir yıldıza gidemez. Bazı yıldızlar, muvazeneleri bozulur bozulmaz yanıp helâk oluyorlar. Her bilginin, her ilmin nihayeti helâktır… Ledün ilminin helâki, yani yokluğu “Gerçek Varlık”tadır.

Hakîkati, tasavvufu anlayış, herkesin aklına göredir. Muhyiddîn-i Arabi: “Suyun rengi kabına göredir!” diyor. Kab kırılmadan mesele hâllolmaz. Kabuk kırılmalı ki, şekil kalmasın. Yanlış anlamamalı: Akıl deli olacak değil… Aklın şüphelerini, zanlarını, korkularını, mahrumiyetini kıracağız. Akıl, yaratılırken, korkak bir kuş gibi doğmuştur. Bir kimsede korku var mı, o hakîkati anlamamış demektir. Aklın yüreği, yeni tutulmuş bir kuşun yüreği gibi tıp! tıp! eder. Korku ile zevk bir arada olur mu? Onun için Kur’ân’da: “Evliyâullah ne korkar, ne de hüzün getirirler!.” deniyor.

S. – Mahkemelerde “Re’sülhikmeti mehâfetullah” levhası asılırdı.

Emre – Orada lâzım… Allah’tan korkan, Allah’a hâin; kanundan korkan da kanuna hâin. Kötülük yapıyor ki Allah’tan korkuyor. Hâlbuki Allah’tan korkacağına, nefsinden, kötülükten korksun.

***

S. – Bu iş tahsilsiz olmaz, diyorlar.

Emre – Mânevî tahsîl de bir tahsîl değil mi? Mektep, medrese tahsîli zamana tâbi bir tahsîldir. Mânevî tahsil ise dâimidir… İnsan, uykusunda bile mânevî tahsîle devam eder. Bu ilmin bânisi Hazreti Muhammed, tahsîl mi gördü? Peygamberlerin ekserisi ümmidir.

Tahsîl diye tutturanlar, tahsîl gururuna bağlananlardır… Tahsîlimiz elden gider mi diyer korkarlar. Tahsîl insanı kötü ahlâktan kurtarmadıysa, neye yaradı o tahsîl? Tahsîlin gayesi, eğer Allah değilse, bu tahsîl, yemek içmek içindir. Hâlbuki hayvanlar bu işi tahsîl etmeden yapıyorlar. Tahsîl, bizim benliğimizi gururumuzu arttırıyorsa, çok fena; arttırmıyorsa çok iyi. Mânevî tahsîlde bulunan bir Allah âşıkı: “Ben âlimim!” diyebilir mi?

İstanbul’da vaktiyle bir eskici varmış… Bu adam, işini bitirdikten sonra kendi âlemine dalar, düşünürmüş. Şeyh-ül-islâm, bu adama, namaz kılmadığı için kızarmış. Bir gün adamcağıza çıkışıyor:

– İhtiyar!

– Efendim.

– N’olucak senin hâlin?

– Hayırdır in-şâ’-Allah; ne olmuş ki?

– Ne namaz kılarsın, ne oruç tutarsın. Hiçbir ilâhî ilim öğrenmedin;
Âlimlerden de sormuyorsun; n’olucak senin hâlin?

– Evet efendim, ne yapayım elimden gelen bu.

Şeyh-ül-islâm eskiciyi birkaç defa azarlayınca, eskici bir gün, Şeyh-ül-islâm’ın evine gidiyor. Fakat kapıcı onu içeri almak istemiyor.

Eskici kapıcıya: