Geçen sayıdaki sohbetin devamı:
S. – İstanbul’a bir mektep gemisiyle Japonlar gelmişlerdi, hep birbirlerine benziyorlardı. Onlar da bizi birbirimize benzetirlermiş.
Emre – Gözümüzün görgüsünü, meleke olmadan, teferruata ayırmak mümkün değildir. Fındıklar ne kadar birbirine benzer görünür, hâlbuki hiçbiri diğerine benzemez. Bir gül kokla, ikinci kokladığın birinci gibi olamaz.
S. – Bir âlim: (Aynı nehirde iki defa yıkanılmaz!) demiş.
Emre – Şu oturduğumuz gibi bir daha oturabilir miyiz? İşte bunun içindir ki Hz. Muhammed: (Küllü hâlin yezûl!=Her hâl zevale erer!) demiş. İslâm dininde her ilim vardır; biz anlamadığımızdan istifâde edemiyoruz; aynı zamanda tenbeliz de…
Mutaassıplar ilmi sevmezler; hâlbuki her ilim ilimdir.
S. – Taassup, bu kadar gayri tabii olduğu halde, bize bu kadar nasıl hâkim olabilmiş, düşünülecek şey doğrusu.
Emre – Başlıca sebep, din lisanının Arapça olmasıdır. Taassubun lisanı da Arapça olduğu için, yani Kur’ân lisanı olduğu için, taassubun hâkimiyeti bu kadar devamlı olmuştur. Taassup, Kur’ân’ı mânâsını anlamadan okuyup üfürdüğümüzden doğuyor.
S. – Tesettür Hz. Ömer zamanındadır diye okuduk.
Emre – Bu, Yezîd’in belâsıdır. Evvelce kadınlar örtünmezlerdi. Yezîd, karısını elde edebilmek için bir kocakarı vasıtasıyla Hasan’ı zehirletti. Hasan, daha ruhunu teslim etmeden, kadını bir örtüye bürüyerek kaçırdı. Kadınları esaslı olarak çarşafa sokan, Ömer’dir.
S. – Ömer buna o zaman lüzûm hissetmiş, şimdi artık böyle birşeye lüzum yok deseniz, taassup kabul etmez.
Emre – Taassubun kendi bu asırda yaşıyor amma, aklı Hz. Ömer zamanında. Hâlbuki, şimdi cenbiyye devri değil, atom devridir. Devre uymazsan gerisin. Ömer zamanında insanların ayaklarında don yoktu… Ömer, o devrin insanlarını böyle bir tazyik altına almasa, olur muydu?
Sonra, o devrin zihniyeti, kadın anlayışı başkaydı. Meselâ Hz. Muhammed’den evvel; Araplar kız çocuklarını diri diri gömerlerdi. Kızlarını, başka bir erkeğe karı olarak vermek, onlara âr gelirdi. Kadına ilâhi bir gözle bakmadıkları için kızlarını diri diri gömerlerdi.
Ömer de aynı şeyi yapmıştı. Ömer, dört çocuğunu gömmüş, son çocuğuna, beş yaşına kadar kıyamamış. Nihayet onu da gömmek icap ediyor. Çocuğu kollarına kadar gömüyor, kollarını içeri sokmaya çalışırken çocuğun çırpınmasından Ömer’in sakalı toprak oluyor; kız: (Baba, sakalın toprak oldu, gel sakalını temizleyeyim de beni ondan sonra göm…) diyor. Bu, Ömer’e çok dokunmuş; fakat yine de kızını gömmüş. Hz. Muhammed’in meclisinde zaman zaman bu acı hâdiseyi hatırlayarak, ağlarmış. Birgün Hz. Muhammed, mecliste hazır bulunanlara da bir ibret dersi olması için Ömer’e:
– Niçin ağlıyorsun yâ Ömer?
diyor. Ömer de kızını nasıl gömdüğünü ağlayarak anlatıyor ve:
– O işin bir cinayet olduğunu ancak senin ışığında anlayabildim.
diyor, tekrar ağlıyor, Hz. Muhammed’i de ağlatıyor…
Hâlbuki kızlar vatanın anasıdır; onlara daha çok ehemmiyet vermeli.
S. – Taassup, bankaya para yatırılmasını, yani oradan faiz alınmasını da
tenkid ediyor, böyle şeyler harâmdır diyor; hâlbuki biz bankaya faizle para vermesek, banka parayı nerden bulacak, dolayısıyla köylüye krediyi kim verecek?
Emre – Cahil bunlar. Hâlbuki ulü-l-emr’e itaat lâzım. Dediğin gibi, memleketin iktisadi ayârı da bozulur.
Peygamberimiz: (Zamanla ahkâm değişir!) dememiş mi? Faiz Kur’ân’da harâm ama fuhşiyyâtı hâram. Darda kalan bir adama 100 lira verir, buna 100 lira da faiz isterse, harâm olmaz mı? Çünkü o 100 lirayı alan zarar görüyor. Bankadan para alan ise zarar görmüyor.
İnsanın, zamana göre idrâkinin inkişâf etmesi lâzımdır. Banka faizinin harâm olduğunu söyleyerek halkı bundan men’edenler, vatana kötülük etmektedirler.
Taassupla karışık ilim işte böyle hâm kafalar yetiştirir. Hâlbuki Hz. Ali: (Çocuklarınızı yarına göre terbiye edin!) diyor. Bunu niçin söylüyor, kitaplara yazalım da şuraya koyalım diye mi?
Ve-l-hâsıl cahil zalimdir; Kur’ân söylüyor.
S. – Biz sanatlarda bir yerde takılıp kalıyoruz, terakki edemiyoruz.
Emre – Çocuklara baksak, yani çocukları taklit etsek, ilerleriz. Çocuk tevhîd âlemindedir; yani hiçbir şey bilmez, her gördüğünü kopya ederek öğrenir. Sonra, bu öğrendiklerini söylemeğe başlar. Oyuncak ister; alırsın beş liralık bir oyuncak; iki gün sonra ondan bıkar, iki kuruşluk oyuncağı sevmeğe başlar. Böylelikle tevhîd âleminden kesret âlemine girmiş olur. Zaten, herşeyin güzelliği kesretindedir. Demin filân imâmın sesini beğeniyorum diyordunuz; o beğenişiniz, imâmın ses notalarının muhtelif oluşundandır. Hâlbuki birisi kemanı eline alsa da aynı notadan dın! dın! diye mütemadiyen çalacak olsa ikrâh ederiz.
Vabis makinelerinin aslı demirdir; fakat demir topraktan çıkar çıkmaz vabis olmadı. İlim, demiri küçük parçalar halinde kısımlara ayırdı. Küre nasıl dönüyorsa, aklımız da ona bir hareket verdi, başladı hareket etmeğe.
Her şeyin hayatı dönmekle kaimdir… Her dönen şeyde, bir kuvvet hâsıl olur; dönmeyen ölür… Herhangi birşeyin dönebilmesi için de, yuvarlak olması şarttır… Kan yuvarlaktır, etler bile yuvarlak zerrelerin biraraya gelmesinden oluşmuştur. Akıl da yuvarlak olduğu için zamana uyabiliyor. Zamana uymayan akıllara sivri akıllı diyorlar.
Terakki, büyüklük değil, küçüklüktür. Sen, kendinden doğana tâbi olacaksın. Büyüklük bunu icabettirir. Senden doğan, senin delilindir. Talebe senin bildiklerini öğrenecek; sonra kendisinden de hilkaten, senin bilmediğin bilgiler zuhûr eder; işte o zaman ona sen tâbi olacaksın. Avrupalılar, yetiştirdikleriyle iftihar ediyorlar. Peygamberlik, evliyâlık ta aynen böyledir… Yetiştirdiği ile iftihar etmeyen, iftihardan mahrumdur. Yani, takdir arayan, takdirden mahrum kalır.
Bu millet, bizden bu zihniyet gittikten sonra ilerler.
S. – Kerâmet nedir?
Emre – Kerâmet, tasavvuf yolunun çiçekleridir. Ama iyi bir şey değildir, kerâhattir. Kerâmet, bir nevi küfürdür. Hz. Muhammed böyle şeyler yaptı mı? Kerâmet, bu yolda yürüyenlerin oyuncağıdır.
Birgün Hz. Muhammed’in yanında Hz. Ali de varken bir kadın gelip Peygamberimize, yakasından tutarak getirdiği bir adamı şikâyet ediyor:
– Yâ Muhammed, bu adam benim yoğurdumu içti; ondan dâvacıyım!
Hz. Muhammed soruyor:
– İki şahidin var mı?
– Hayır.
– Öyleyse birşey yapamayız. Kadın gidiyor. Hz. Ali:
– Yâ Muhammed, niye öyle yaptın? Ben adamın midesindeki yoğurdu
gördüm, kadının yoğurdunu o adam yemiş.
-Yâ Ali, ben adamı, yoğurdu içerken de gördüm amma, kerâmet başka
bu dünya işleri başka. Hadi biz gördük; hâkimler de yoğurdu adamın midesinde görebilecekler mi?.. Biz, mezâhir âlemine mahkûmuz, o âlemin kanunlarından dışarıya çıkamayız; diyor.
Bak, Peygamberimiz kerâmeti ne güzel zabtediyor. Zaman gelecek, insanlar ilim ve fen sayesinde, doğduğundan itibaren insanın başından geçenleri bir âletle gözünden ve kalbinden görecekler, okuyacaklar. Beş altı bin sene evvelki insanların şeklini, yaptıkları işleri sinemadaki gibi göreceğiz, işiteceğiz. Havaya evler, tayyare istasyonları kuracaklar; oralara tayyareler uğrayacaklar; uğramadan kaçmak isteyenleri bir câzibeyle geri getireceklerdir. Bir aynada Küre’nin her tarafını göreceğiz. Doktorlar ilâç tedavisi değil, gıda tedavisi yapacaklar.
Bunlar kerâmet mi? Maksat, bir rızâ. Allah’ı râzı edeceksin; ondan sonra bak ki o (rızâ)nın altında ne ilimler var…
S. – Eskiden fakirlere, kimin tarafından verildiği söylenmeden, para yardımı yapılırdı; şimdi öyle şeyler kalmadı.
Emre – Sadaka, şerîat kanunu icabıydı. O vakıt ne vergi vardı ne muhâtar, ne hırs, ne mobilya, ne de moda. İnsanlar kazandıklarından bir kısımını sadaka olarak verirlerdi. Zaman, şimdi bu yardımları resmiyete bindirdi; vergi veriyoruz.
Yalnız Trabzon’da değil, her yerde fakirlere yardım edilirdi. Zenginler fakirlere basma bez, pamuklu kumaş dağıtırlardı. Şimdi böyle yapılsa terakkiye mâni olur bu hâl. Yapılan yardım onları tenbelliğe sevkeder. Hâlbuki zamanımız çalışma zamanıdır.
Adana çok zengindir; her köşe başında birkaç dilenciye raslanır. Belediye bu dilencileri bir kamyona doldurur, Dârülâcezeye götürür, bir de bak ki oradan kaçmışlar. Yani dilencilerin bir kısmı bu işi sanat hâline getirmiştir.
Fakirlik, bazı insanların mukadderâtıdır, bazı insanların da tenbelliği yüzündendir. Böyle olup gidiyor.
Sadaka şefkati, insanları tenbelliğe sevkeder. Kime şefkat edeceğimizi de bilemeyiz. Söylüyorlar ki; bir dilencinin cebinden 1800 lira çıkmış. Bunların, asıl muhtaç olan fakirlere zararları dokunuyor. Lâkin ibret gözüyle bakarsak görürüz ki Allah, bildiğini yapıp duruyor.
Hârûn Reşîd gayretli bir hükümdarmış, halkın, memleketin işleriyle bizzat kendisi uğraşırmış; fakat işlere yetişemezmiş.
Birgün yanına kardeşi Behlûl geliyor. Hârûn Reşîd:
– İyi ki geldin… İşlerim çok, bana yardım et.
diyor. Behlûl soruyor:
– Nasıl bir yardımda bulunayım?
– Çarşı ağalığı yap.
– Nasıl yapacağım?
– Güzel bir çarşı ağası elbisesi giyersin, beline bir kılıç takar, yanına da bir muavin adam alırsın, bakkalların terazi okkalarını tartarsın, eksik olanlara ceza verirsin; sonra da arşınları muayene edersin.
Behlûl, kardeşinin yanından çıkınca doğru çarşıya gidiyor, evvelâ fakir bir bakkala uğruyor, bakıyor, biraz tuz, biraz pirinci var, soruyor:
– Senin sermayen ne kadar?
Adam dert yanıyor:
– Ne sermayesi… Bu gördüğün şeyler, hep şundan, bundan borca alınmış şeyler.
Behlûl adamın okkasını muayene ediyor ki, okkası kırık, yani eksik, bir tarafı kırılmış. (Okkası kırık!) darbımeseli de o zamandan kalmış.
Bir de zengin bir bakkala gidiyor; Dükkân maldan dolup taşıyor. Adamın okkasına bakıyor ki, okkası sağlam, yani tamam.
Oradan zengin bir bezirgâna gidiyor, bakıyor arşını tamam. Bir de fakir milecinin, yani işportada birkaç arşın bez satan bir adamın arşınını yokluyor ki arşın eksik, elbiseyi, kılıncı çıkardığı gibi kardeşinin yanına gidiyor:
-Bu elbisenin ne lüzumu var… Esnafı, Belediye çarşı ağalarının kontrolüne hiç lüzum yok; çünkü herkesin içinde bir çarşı ağası var, noksan iş işleyenlerin cezasını verip duruyor, diyor.
Çalışan mutlaka muvaffak olur. Amma memleketimizin bu hâlinin sonu çok ışık, çok iyi olacak.
Sabahleyin şafak atmadan evvel ortalık çok kararır, ondan sonra şafak atar. Şimdi biz de o karanlık devrin içindeyiz; sonumuz çok iyi olacak.
S. – Leyle-i Kadr nedir?
Emre – Kıymetli gece demektir. Hz. Muhammed, yedi sene riyâzattan sonra, yani açlıkla Allah’a kavuşmuştur. Son gece, hiç görmediği bir hâl tecellî ediyor: Büyük bir nur, üstünde bir kürsü, onun üstünde de Cenâb-ı Hakk’ı müşahede ediyor. Hatice bakıyor ki kocası çok korkmuş, titriyor, onu ısıtmak için yatağa yatırıyor ve arkasından kucaklıyor. Hz. Muhammed’in müşahede ettiği şey, kendisinin kuluncundan Hz. Hatice’nin kalbine geçiyor. O zaman Hatice:
– Yâ Muhammed! Böyle bir şey mi gördün?
diye soruyor; o da (Evet) diyor.
İşte, (Lev enzelnâ hâzelkur’âne âlâ cebelin lereeytehû hâşia mütesaddian) âyetindeki korku, Hz. Muhammed’in duyduğu bu korkudur.