Geçen sayıdaki konuşmanın devamı:
Dünyadaki mel’anetin önüne, ancak bu hâl geçebilir. Herkes hâlimizi konuşuyor. Bu canlanma insanları tevhîd edecek, seviştirecek. Komünistlik denilen deccâl, hâliyle kaybolacak. İnsanlar uzun müddet birbirlerini sevecekler. Evvelden, (Bir devir gelecek ki Deccâl, Benî Asfâr tarafından çıkacak; sonra Mehdî gelecek, onu sürecek!) derlerdi. Deccâl hâli, işte bu komünistlik hâlidir. Ne kadar gaddâr bir hâl. Ötekinin malını alıp yiyecek! Şahsî mülkiyyet yok. Hakîkatte, bu hâl hârâm değil mi? En tatlı gıda, insanın kendi eliyle elde ettiği gıdadır.
İşte buna karşı da Mehdî hâli yani Hidâyet hâli uyandı; Bak, milletler seviştiler, birleştiler ve Deccâl’e karşı gelmeğe başladılar. Yılanı öldüreceğin zaman, o da seni sokmağa çalışır. Dikkat etmeli, ona bu fırsatı vermemeli. Onların içinde de manevîyyet var amma, idâre, manevîyyetsizlerin elinde. Fakat zamanı gelince içlerinden isyan zuhûr edecek.
2. Doğuş Kitabındaki 321 nolu Doğuşun 2. ve 3. dörtlükleri:
Duydu ay ile yıldız, Zuhûr eyledi sür’at,
Çınıltısı buldu hız; Mevlâ edince imdat;
Yardım edince Mevlâ, Her dimağda değişti
Tükendi bütün aciz. Mânâdan çıkan her tad.
2. Dörtlüğün şerhi: “Tükendi bütün aciz”; Yâni; komünistlerden korku bitti. Hüküm elimize geçiyor. Büyük Kudret, insanlara muhabbeti bahşetti.
3. Dörtlük: Mânevî lezzet, dimağımızı, aklımızı değiştirmiyor mu? Ne kadar lezîz bir âlem değil mi? 4. ve 5. Dörtlükler:
Safâya oldu tebdîl, Kalktı (Hâl)in kapağı.
İrticâ’, oldu zâil; Temizledi dimağı;
Ledünniyât konuşur Mevlâya âşık etti
Hareket eyliyen dil. Her işiten kulağı.
4. Dörtlüğün şerhi: İrticâ da komünistlikten geri kalmaz. İrticânın da insafı, merhameti yoktur. Ehl-i şefkati öldürmek isterler amma, biz yine de onlara duâ ederiz; kimsenin incindiğini istemeyiz.
Radyolar, gazeteler, kitaplar, mecmualar hep ledün ilminden bahsetmiyorlar mı?
Hakîki safâ akılla tadılır, vücutla değil.
5. Dörtlük: Muhabbet hâlinin kapağı kalkmadı mı? Amerikalılar bizi sevmiyorlar mı? Biz onları sevmiyor muyuz? Sevgi çok büyük bir şeydir. Fakat mürteci bunu bilmez. Devlet adamlarımız papazla kucaklaştı diye kıyameti kopardılar. Hâlbuki bu hareket, bir kere, bir tevâzu ve mahviyyet eseridir. Sonra bu kucaklaşma bütün Türkiye nâmına yapılmıştır; hattâ bu İslâmiyetin Hıristiyanlıkla kucaklaşması demektir. Anlasalar, bilseler, iftihar ederler, memnun olurlar. Bak, bir mürteciin bütün millete zararı oluyor.
Diğer dörtlüklerde denildiği gibi, biz bu hâlle iftihar etmiyor muyuz? Milletimiz etmiyor mu?
***
S. – Nasıl oluyor da bir insan doğuş söyleyebiliyor? Bu, tahte-ş-şuûr’dan mı? Allah’tan mı, filân ruhtan mı? İbdâ’mı, san’at eseri mi? diyorlar ve fikir yürütüyorlar. Materyalistler hiç inanmıyorlar.
Emre – Vaktiyle padişahın biri hayvân beslemeğe meraklı imiş. Birgün, kendisine bir fil hediye ediyorlar. Padişah ve saray erkânı fili seyrettikten sonra, sırayla tembelhânedeki tembellere, sağırlara, dilsizlere seyrettiriyorlar; sıra körlere geliyor. Padişah; “Bunların gözleri yok; nasıl görecekler?” diyor. Körler yalvarıyorlar: “Aman padişahım, bizi bu zevkten mahrum etme; biz ellerimizle görürüz…” diyorlar. Padişah yine itiraz ediyor: “Fil, vahşî bir hayvandır; sizi hortumu ile tuttuğu gibi yere çalar!” deyince, seyis körlere acıyor: “Padişahım! Müsaade ederseniz bunlar da görsünler. Ben fili bir ilâçla uyuştururum.” diyor. Padişah râzı oluyor. Seyis fili uyuşturuyor ve körlere: “Fil’in uyuşması çok az devam edecektir.” diyor. Körler alelâcele file yaklaşıyorlar. Birbirlerinin eteğine basarak, birbirleriyle çarpışarak fili elliyorlar. Bu elleme çok kısa sürüyor; çünkü seyis: “Haydi kaçın!” diye bağırıyor. Körler geldikleri gibi birbirlerini çiğneyerek kaçışıyorlar.
Yerlerine geldikten sonra, aralarında bir münakaşa başlıyor: Kimisi diyor: fil, hortuma benzer, kimisi diyor; direğe benzer; kimisi, lâhana yaprağına benzer, diyor… Anlaşamadıkları için aralarında ihtilâf çıkıyor, kavga ediyorlar. Bunların gürültülerini işiten padişah, onları yatıştırmak için geliyor, kavgalarının sebebini soruyor; onlar da meseleyi anlatıyorlar. Padişah; “Hepinizin dediği de doğru ama, kendi idrâkiniz nisbetinde doğru… Hakîkati tam ve bütün olarak görebilmek için gözlerinizin açılması lâzımdır…” diyor.
Doğuşlar için öyle söyleyenler de haklıdırlar. Bilen, her şeyi anlatmak istiyor amma, bu lisân kâfi değil… Birisi gelir sorar, anlatamazsın; çünkü devresi değil; anlamaz. Anlaması için zaman lâzım. Doğuşlar, biz o “Kudret”e bitişince doğmağa başlıyor. Doğan şeylerden biz de istifâde ediyoruz… Doğuşların nasıl olduğu, nasıl doğduğu anlaşılamaz. Evvelce beni çok sarsardı; hattâ yemekten içmekten kesilirdim.
Aşk, aşk! Başka hiçbir şey değil.
S. – Bâzı kimseler “Herşey Allah’tır” diyorlar.
Emre – İlim “hâl”e inkilâb etmeyince insanı işte böyle şaşırtır. Hâşâ! her şey Allah olamaz. Elektrik ışıktır; duvara vurdu, onu da ışıttı; fakat duvar ışık menbaı mıdır? Işık mıdır? Söndür lâmbayı; kalır mı ışık duvarda?
S. – Bazı kimseler de “Cennet de bu dünyada, cehennem de. Âhiret ve haşir yok.” diyorlar.
Emre – Hiç inkâr edilir mi âhiret… Kur’ân: “Men ya’mel miskale zerretin hayran, yereh ve men ya’mel miskale zerretin şerren, yereh = Bu dünyada zerre kadar hayır işleyen kimse, öbür dünyada bunun mükâfatını görecektir. Şer yapan da mücâzâtını görecektir!.” demiyor mu?
İnsan, kendini kaybederek o âlemi gezmezse inanamaz. Yâni âlim inana-
maz amma, âşık inanır. “Ben bileyim!” diyen, bilemez. Sen kendini kaybet ki Bilen bilsin.
Onların dediği gibi, cennet, cehennem burada değildir. Ben bu dünyada her türlü fenalığı yapayım; sonra bunun hiçbir karşılığını görmeyim; bu olur mu? Böyle olursa, bu gâddârlık olur. Mutlaka bir haşir ve hesap günü vardır… İlle iyilik, ille iyilik… Bir kere aslına âşık olan insan, iyilik, kötülük de düşünemez. Ama görmeyince de âşık olunmaz.
S. – Evvelâ gaybe inanıyoruz.
Emre – Esası varmış ki gayb diyorlar. Kur’ân’da da, “Ellezine yü’minûne bilgaybi…” deniliyor. Kur’ân’da ne yazılı ise, onlar mutlaka vardır.
Her şey Allah olursa, Allah’ın ne kıymeti kaldı? Allah’ın, herhangi bir kuvvetini kendimizde arayalım: Allah “âlim-ül-gayb”dir; yani gizli ve gaybde olan her şeyi bilir. Biz de biliyor muyuz? Allah’a en yakın ve “ Ahsen-i takvîm” olan insan bu zavallılıkta olursa, kedi, köpek nasıl Allah olabilir?
Hâşâ, Allah Allah’tır, biz kuluz. O, “Zât”tır; ondan başka her şey “Sıfat”tır. Sıfatlardan vazgeçmedikçe de, onun “Zât”ı bilinemez.
Allah’a onun yasak ettiği şeyleri yapmamakla yaklaşılır.
Bizim hâlimiz de, aynen Muhyiddîn’in hâlidir. Ve Muhyiddîn’in her sözünün her harfi doğrudur.
***
S. – Kur’ân’da “Her cemiyyet kendi aralarında ferahtırlar” deniliyor.
Emre – Kumarcılar, cennet ile cehennemi tefrîk edemedikleri için, o hâli cennet zannediyorlar, hâlbuki o hâl, bizim için ne büyük bir cehennemdir… Bu neye benzer: Körler yemek yerken, göremedikleri için, lokmalarındaki sineği de yiyebilirler ve bu onlara çok tatlı gelebilir. Fakat bizim, onu seyrederken bile midemiz bulanır.
Allah, azâbı, kullarına sevdirerek yaptırır; bu da bir lûtuftur. Bak, karşıki meyhanede seve seve sarhoş oluyor, sonra da kavga ediyorlar. Kendileri bu hâlden memnun olsalar bile, çolukları çocukları memnun mu?
***
Emre – Bir derdin ki devâsı çok, demek ki asıl ilâcı bulunamamış: Meselâ romatizma; ne kadar ilâcı var… Fakat hiçbiri de tesir etmez. Ama zamanla, onun da ilâcını bulurlar.
Bir gönül de çok şeyler isterse muvaffak olamaz. Tek cepheden yürüyen muvaffak olur. “Çatal kazık yere geçmez” derler.
***
Emre – (Konuşmada bulunanlardan birine hitâben;) Bilirsin ki, benim içim dışım gibidir; yalan söylemem… Ben rakı sarhoşunu ahlâk sarhoşundan daha çok severim. Bu gelir, geçer; fakat ahlâk sarhoşluğu geçmez.
***
Emre – İrfâniyyet, eski hâlimizi, eski bilgilerimizi çıkarıp atar; yerine yenisi gelir. Evvelâ küfür elbiselerini, sonra ilim elbiselerini değiştirir.
Biz de aynen böyle, durmadan elbise değiştirip duruyoruz; fakat haberimiz olmuyor.
Allah, Hakîkat’i bütün peygamberlere söylemiş amma, Hz. Muhammed kadar duyan, anlayan olmamış. Meselâ Mûsâ’ya: “Nalınlarını çıkar!” demiş; fakat o anlamamış. Bu hâli, yâni peygamberlik hâlini, ancak Hz. Muhammed ikmâl etmiş; çünkü ilmi “hâl”e inkilâb ettirmiş ve hâlini bizlere taksîm etmiştir. Dünkü doğuşta “…. sendedir” diyor ya:
- Doğuş Kitabı’nın 301 nolu doğuşunun 4. ve 11. dörtlükleri:
Takibeyleyene, olursan mağlûp,
Aklını eskitir, o, eder meczup;
Ömür yolu birgün, Dost’a dayanır,
Karşına Çıkana, olursun mahcup.
(Ân)ı anladıysan, zaman sendedir,
Yüzünü gördüysen, imân sendedir;
Sen fânî olduysan (Emre)! Mevlâda,
Sayısız nebîler, her ân sendedir.
Not: Emre, bu doğuşu söylerken, söylediklerini kendisinin de işittiğini ve dinlediğini, bildirmiştir.