24 Ağustos 1953 | Sayı: 80

07 Eylül 1953 | Sayı: 81
10 Ağustos 1953 | Sayı: 79

Sohbette bulunanlardan bir zât, Mevlânâ’nın, bir rubâide: (Bizim yerimiz küfrün de îmânın da dışında olan bir sahadır.) dediğini söyleyince, Emre o sözü şöyle izâh etti:

Emre – Küfür; o küfrü bilip ondan çekinmek için lâzım. Din, îmân da yürümek için lâzım. Bu yürüyüş insanları aşk âlemine götürür. Aşk’a düşenler için bunların ikisinin de lüzumu yok. Din, îmân, küfür; bunlar hep aklın işidir. Aklımız başımızdaysa hem îmânı, hem de küfrü bilmek lâzım. Aşk istilâ ettikten sonra ikisi de gider. Çünkü bir tahtta iki sultan oturamaz.

Bunun içindir ki aşk’a bürünmüş olarak çıkan sözleri, yani doğuşları akıl anlayamaz. Anlaşılması için onların şerh edilmesi lâzımdır. İşte bu sohbetler o doğuşların şerhidir.

Aşk’la söylenen sözler nazımla çıkar. Aşk kelâmını anlamak için âşık olmalı.

Mensur sözleri, herkes anlar. O sözleri söyleyen, akılla, yani aklı başındayken söylediği için duyan her akıl sahibi onları anlayabilir.

Kur’ân da bir nazımdır; çünkü aşk kelâmıdır. Kur’ân Muhammed’in ağzından çıktığı halde Muhammed ona (Allah kelâmı) demiştir; Kur’ân’ı Cebrail getirdi demiştir; yani cebir edici bir kuvvet. Çünkü Muhammed o âyetleri istediği zaman söylemek arzu etse söyleyemez; söylemeyim dese söylememek elinde değildir.

Kur’ân’da: (Bu mübîn kitapta yaş ve kuru herşey vardır!) denilmiyor mu? Mademki böyle; öyleyse Kur’ân’da tasavvuf da vardır. Kim anlıyor Kur’ân’ı? Arapça bilenler anlayabiliyorlar mı? Hz. Muhammed’in devrinde yaşayan Araplar anladılar mı? Neden? Tasavvuf olduğundan anlamadılar.

Zâhir ilim âlimleri Kur’ân’ı anlayamadıkları için tefsîr ediyorlar. Anlasalardı tefsîre hâcet yoktu. Allah: (Ben Kur’ân’ı anlayasınız diye gönderdim.) diyor; (Tefsîr edin diye gönderdim) demiyor! Kur’ân’ın anlaşılmayışı, Aşk mahsulü olmasından; okuyanların da âşık olmayışlarındandır. Bu ilâhî ilim, kâğıt üzerindeki yazıları okumakla anlaşılmaz. Mümkün değil. Hakîkati bir (Canlı Kur’ân)dan  öğrendikten sonra kâğıt üzerindeki Kur’ân’ı okursak, oradaki sözleri o vakit anlarız. Daha doğrusu (Canlı Kur’ân)dan öğrendiğimiz şeyi (Cansız Kur’ân)ın kâğıtları üzerinde görmüş, tekrarlamış oluruz.

Aşkı anlamak için aşkı anlamış olana yapışmalı. Kendikendimize anlamaya çalışırsak hiçbir şey anlayamayız. Anlayan, bize anlatmaya çalışıyor; ondan istifâde edebilmeli. Yoksa emeklerimiz boşa gider.

Söylediklerine göre, Avusturya’da bir altın kimyagerine türbe yapmışlar. Türbenin yanında da bir kütüphane varmış. Altın yapmak için uğraşan, fakat muvaffak olamayan kimyagerler, yarım kalan eserlerini o kütüphaneye bırakırlarmış.

İşte tıpkı böyle, bu ilmi kitaptan güyâ öğrenirler, söyler söyler, giderler; yani kitaplarını kütüphaneye bırakırlar, giderler. Hâlbuki iş, altın yapmada değil, yapılmış altından istifâde etmektedir. İçinde altın olmayan hiçbir madde yoktur amma, altını o maddelerden çıkarmaya uğraşırsak aç kalırız.

Mânevîyyet de böyledir. İlimle anlamağa çalışacağına, anlamış bir adama yapışsana… Niyâzî: (Vahdet-i Hakkı duyanın dili lâldir, aklı mat.) diyor. İlim anlatamaz; onun için, söylenen her söz, o sırra bir perde olur. Ben Niyâzî dîvânını çok okudum. Aklımda en fazla onun sesleri kalmış. Yine Niyâzî:

Her ne denlü âşikâr etsem, hafâsın arttırır,
Ol âyân iken, ânı örter delâil, beyyinât.

diyor. Söyleyenin de, dinleyenin de yok olması lâzım ki delil, beyyinât perdeleri kalksın, kalmasın. Ne kadar kötü söz söylerlerse söylesinler, onlara kızmayalım, acıyalım. Onların sözü bizde asabiyyet doğurmasın, merhamet uyandırsın. Ne yapsınlar… Ağızlarından çıkan şeyler, onların varlıklarıdır. Onların sözlerini bülbül sesi dinler gibi tatlı tatlı dinlemezsek, aradığımız Sevgiliyi bulmanın imkânı var mı? Onların ağzından söyleyen, yine kendisidir.

Rüzgârlar denizden gelir. Rüzgârları meydana getiren şey, sudur; yani denizlerdir. Denizler hep su olduğu için oradan esen rüzgârlar da su ile karışıktır. İşte Allah’ı deryâya, hakîkati anlamadan kötü söz söyleyenlerin sözlerini de rüzgâra benzetirsek, onlardan gelen kötü sözler doğrudan doğruya Allah’tan geliyor demektir; böyle bileceğiz. Bize söğüp sayanları kendi parçamız olarak göreceğiz. Bir kimse, başkasının aleyhinde söylerse, onun için “filâncanın günahını aldı” derler. Benlikten büyük günâh yoktur. O ağır sözler benlik kalemizin yıkılmasına sebep oluyor. Allah onlardan râzı olsun.

Suçluyu suçlu görürsek, hem o suçlu kalır, hem de biz suç sahibi olmuş oluruz. Belki o suçlu birgün kabahatini terk eder de biz başkalarını kötü görme suçundan vazgeçemeyiz. Hz. Muhammed kabahat işleyen iki kişinin bulundukları evin penceresine hırkasını örtmüş de yürümüş. Onlar bizi gözlerinin önüne alıp da yanlışımızı söylerken kendi yanlışlarını söylemiş oluyorlar. Çünkü hep bir vücudun parçalarıyız; ayrımız, gayrımız yok. İnşallah onların da yanlışları düzelecektir. Küçük, annesinin üstüne pisler de annenin sevgisine yine de halel gelmez. Geliyorsa, o ananın analık ahlâkı tam değil, noksandır. Küçük kabahat yapıcı; büyük affedici demektir.

İnsan olmak çok zor. İnsan olmadan gidersek yazık bize. İnşallah insan olarak gideriz. İnsan dünyaya insan olarak gelir. Çocukluktan kurtulup kendini idrâk etmeye başlayınca dünya lezzetlerine dalar. Tahsil başlar. Tahsilin, çalışıp çabalamanın gâyesi kazanıp yemek. Başka bir şey mi? Ne öğrenirse bu vücuda hizmet için. Hâlbuki kendisi, sinir ve damardan ibâret bir vücut değildir. Bu vücut ölecektir. Bunun içinde ölmeyen bir varlık var; asıl onu insan yapmalı. Eğer onun çaresine bakmazsak helâke gidiyoruz demektir. İnsan olmanın miyârı şu: Hemcinslerimizin incinmesi bizim yüreğimizi cız! ettirecek. Tevhîd böyle olur; sözle değil.

Bizim kılıcımız ipekten. Öyle bir ahlâka sahip olacağız ki, meselâ birisi bizi öldürmek isteyecek biz de bunu bileceğiz. Buna rağmen biz o adamın kendisini değil, düşmanını öldürmeğe çalışarak ona iyilik edeceğiz.

Bizi anlamayanlar bize itiraz etsinler, hattâ isterlerse söğüp saysınlar ki itirazları, küfürleri bitsin de söyleneni anlamaya başlasınlar.

Kızanlar, bağırıp çağıranlar haklıdırlar. Bir çocuğu bile sünnet ediyorsun, bar bar bağırıyor; ya mutasavvıflar bizim aklımızdan neler kesip koparıyorlar… Elbette kâfîr! de diyecek, zındık! da. O kötü söyledikçe, onun ağzından çıkanları kaldırıp atacağız. Şefkat böyle olur. Doktor, hastanın yarasından çıkan cerahatı hastanın yüzüne mi atıyor? Bıçağın altına yatmış olan hasta, doktora küfrettiği zaman, doktor ona kızıyor mu? Biz de böyle olacağız. Kızıyorsak, kendimize bir pâye veriyoruz demektir.

Sözü hazmetmesi çok zor. Dünyada en zor üç şey var: Söz söylemek, dinlemek, hazmetmek. Hazımdan sonra, ilimden, hâlden ve şefkatten istifâde edebiliriz. İnsan, yediği bir şeyi iki dakika sonra istiğfar ederek çıkarsa, o, vücuda zarar verir. Gıda, girdiği yerden çıkarsa fenadır; başka yerden çıkmalıdır. Bizim de kulağımızdan giren sözler bizde hâl, ahlâk olmalı.

Hazım, yani tefekkür hazmı; Kulaktan giren mikroplu kelâmın mikrobunu öldürür. İnsanın beyni ne kadar girintili, çıkıntılı ise, hazmı da o kadar iyidir. Akıllı bir adama, durup dururken söğseler bile şöyle düşünür: Benim, farkına varamadığım bir kabahatim olmalı ki bu adam bana söğüyor, der ve evvelâ o adamı teskîn eder. Sonra ona acır, işte başladı hazım. Daha sonra onun bu hâlinden istifâde eder: Çok şükür ki ben böyle küfretmiyorum, der. Ve eğer kendisinde bu kötü hâl varsa, o hâli boğmaya çalışır.

Küfür de, îmân da sözle, kelâmla telkîn edilir. Kelâmı hazmedemeyenin dini de sağlam olamaz. Topal bir insan, yürürse yorulur. Kelâmı hazmedemeyenler de bir fikirde çöker, kalırlar. Her iki hazımsızlık da ağızdan çıkar: Biri küfürdür, birisi de kusmak.

Bu hâli, istemeyerek, hattâ küfrederek bile aklında taşıyanların yaptığı iş faydasız değildir. Nasıl olsa birgün uyanırlar. Uyanmasalar bile, hiç olmazsa uyuyamazlar, yani gafletin derin uykusuna dalamazlar. İnsan uyanırken, gözü, kulağı, vicdanı da uyanır. Uyanan insan evvelâ kendi hatalarını görür. Kendi derdine düşen bir kimse başkalarıyla uğraşamaz.

Allah, Kur’ân’da “İnsanların kalblerini, kulaklarını, gözlerini mühürledim!” diyor. Kalbimiz açılınca gözümüzün körlüğünü, kulağımızın sağırlığını anlayacağız. Gözümüzdeki perde kalkınca ilk defa doktoru görürüz; kulağımız duymaya başlayınca ilk önce doktorun sesini işitiriz.

Allah’ın Kur’ân’daki bu hitâbı bütün insanlaradır. Biz Müslümanlar bunu üstümüze almayız da, Allah bu sözü Müslüman olmayanlar için söylemiştir, deriz. Bizim görgümüz mühürlü değilse, o sözü söyleyeni niçin görmüyoruz öyleyse? Bunun içindir ki mutasavvıflar din tefrîk etmeden bütün insanları severler. Din düşmanlığı güdenler, cephede birbirleriyle savaşan ordulara; mutasavvıflar da Kızılay’a benzerler. Kızılay düşman diye birşey bilmez; her iki tarafın yaralılarına da aynı şefkati gösterir. Geçen sene de, bu sene de gelen Yunanlı kardeşlerimizi nasıl bağrımıza basmıştık… Yunanistan’a döndükten sonra gönderdikleri mektuplar bizi nasıl ağlatmıştı… Bu ağıt, (İlâhî Deryâ)ya birkaç damla daha düştüğü içindi.