23 Mart 1953 | Sayı: 69

06 Nisan 1953 | Sayı: 70
09 Mart 1953 | Sayı: 68

Okuyucularımız hatırlayacaklardır, geçen sene, Bay Emre’yle tasavvuf mevzuu üzerinde konuşmak üzere Bay Niko Rossopulos ve Bay Erriko adında iki Yunanlı gelmişti. Birincisi halı tüccarı olan, ikincisi ise reklâm işleriyle meşgul bulunan bu iki zât, Adana’daki ikametleri sırasında Bay Emre’yle, biri bilâfasıla 29, diğeri de 25 saat süren iki konuşma yapmışlardı. Bay Erriko hiç Türkçe bilmiyordu. Bay Emre’nin söylediklerini ona Bay Nikos tercüme ediyordu. Bu iki zât, Adana’dan akılları ve gönülleri tatmin olunmuş bir halde ayrılmışlardı. Aradaki sevgi bağı, onları bir sene sonra yine buraya çekti. Bu ayın ilk haftasında Bay Niko, beraberinde kendi hanımı ve Bay Erriko’nun refikası olduğu halde ikinci defa olarak Adana’ya geldi. İşlerinin çokluğu yüzünden bu sefer Bay Erriko gelememişti amma, kalbini ve gönül selâmlarını göndermişti.

Bay Niko, beraberinde bir de mektup getirmişti. Bu mektup, Atina Millî Radyosu için skeçler ve muhtelif mecmualarda, bilhassa haftalık (Romanizo) mecmuasında çocuk masalları yazan Avukat Bay Tito Aenias’dandı. Bay Niko ile Bay Erriko’nun gözlerindeki sevgi ateşinden aşılanan Bay Enya’nın gözlerimizi yaşartan samîmî mektubunu Bay Niko burada açtı; çünkü zarfın üzerinde Yunanca şunlar yazılı imiş: (Niko, bu mektubu Adana’daki arkadaşların yanında açsın, okusun; sakın yalnız okumasın. Böyle olması lâzım ve böyle olmalıdır).

Bay Niko, mektubu hakikaten burada açtı, cümle cümle tercüme etti. Çünkü mektup Yunancaydı ve Bay Enya da hiç Türkçe bilmiyordu.

Gönül diliyle yazılmış olan bu mektubun tercümesini okuyucularımıza sunuyoruz. Yalnız, mektuptaki şahıs isimlerinin, işi şahsiyyâta dökmemek için, baş harflerini verdik:

Adana’daki Kardeşlerime

Atina: 20/ 2/ 1953

Bizim sevgilimiz Niko, sizin sevgiliniz Muzaffer (1), iki hanımla beraber gelmektedir. Belki Erriko da gelecek; yalnız ben gelemeyeceğim.

İncil’de yazıyor ki: Allah, benim gibi, bâzı kimseleri kendisine davet ettiği zaman, bunlardan bir kısmı (tarla aldım) (2), bir kısmı (evlendim) diye birtakım sebepler göstererek onun davetine icabet etmemişler. Ben de tıpkı onlar gibiyim. Fakat ben hakiki manasıyla tarla, azami arsa aldım ve evlenmek istiyorum. (Yeni Yunus Emre ve Doğuşları) kitabının ilk doğuşunda HAK GİYDİRMİŞ BİZE GÖMLEK GAFLETTEN denildiği gibi ben de bu arsa ve evlenme işleri yüzünden “gaflet gömleği” giymekteyim. Ama ne yapayım, evlenmek, benim için hakikaten zarurî bir ihtiyaçtır ve arsa almak da icabediyor.

Kardeşlerim! Bu tarlaları ve kadınları yaratanı şikâyet etmek size düşüyor. Ona: (Bunları niçin yarattın?) diye sorunuz. (Niçin bu biçare kardeşiniz Enya’nın yoluna bu kadar hayat güzelliklerini döşedin? Bu suretle o zavallının ayakları bunlara dolaşıyor ve biçare Enya, bir türlü bu bağlardan çözülme imkânını bulamıyor.)

(Niçin ona okuyup yazma öğrettin? Yüksek tahsil şehadetnamesi verdin ve mecmualarda, kitaplarda cahilâne yazılar yazmasına ve budalaca radyo neşriyatı yapmasına müsaade ettin? Hâlbuki bir çok kimseler bu budalalıkları uyanıklık zannederek bundan iftihar duyuyorlar.)

(Niçin beşerî şan ve şöhretler vâdederek, onu dünya ağlarına iyice dolaştırdın? Dolaştırdıktan, sonra da ona budala Enya! Niçin aldandın? Sana gösterdiğim bu güzellikler, senin en büyük düşmanındır. Ebedî kurtuluşa kavuşmak istiyorsan bunlardan uzak ol, bunları hep yok bil ve bu bir şey zannettiğin Enya’yı öldür! Çünkü o murdar bir leşten ibaret bir elbisedir. Kurtulmak için bunu üzerinden atmalısın! diyorsun).

Kardeşlerim! Bu yazdıklarımı doğrudan doğruya söyleyin, korkmayın. Ve her adımımızdaki iğfal edici güzellikleri serpene candan rica ediniz ki bana yardım etsin. Zira yardım etmezse, ben, mahvolmuş bir kardeşiniz olacağım. Çünkü o, bana, galip gelmem için lâzım olan tesirli silâhları vermeden, beni kendi kuvvetimden üstün bir mücadeleye, vaktından evvel davet etti. Bu mücadelede mahvolursam bana yazık olmaz mı? Onun için rica ediniz ki bana yardım etsin.

Her ne hâl ise… Hayat yolu şimdi buradan geçiyor.

Niko gitti, ben kaldım. Burada kaldığım yetmezmiş gibi, boş gururumu gösteren çirkin fotoğraflarımı gönderiyorum. Ben diyorum ki fotoğrafçı usta değildi de resimler ondan çirkin çıkmış. Fakat siz pekâlâ biliyorsunuz ki kabahat fotoğrafçıda değil, fotoğrafı çıkan heykeldedir. Mamafih, size bu fotoğraflar vesilesiyle Atina’dan sıcak selamlarımı gönderiyorum. Size bütün sevgili kardeşlerim, size ki, benden bu kadar uzakta olan Adana’da bulunduğunuz halde sizler o kadar kafamın ve kalbimin içindesiniz ki, şu anda bu mektubu benim elimle yazıyorsunuz. Şayet siz de bu çamura batmış olan bu kardeşinizi biraz seviyorsanız sizden bir recam var ki, sizden artan (Muhabbet)ten ne kadar kalıyorsa bana da gönderin ki, bahâ biçilmez bir lutfa nail ve lâyık olmuşsunuz. Onu dipdiri olarak görüyor, yanında bulunuyor ve gözlerinizi onun gözleri içine daldırıyorsunuz. Ben zavallı ise, onun cansız bir fotoğrafından başka bir şeye mâlik değilim. O resim canlanıp de benimle konuşmuyor diye kızıyorum. Bakınız haddi ne kadar tecavüz ediyorum: Fotoğraftan konuşmasını istiyorum. Şimdi siz benimle alay ediyorsunuzdur. Zira siz biliyorsunuz ki onun sesi ile fotoğraflar, ağaçlar ve taşlar bile konuşabilir. Fakat ben bunları konuşturabilme usulünü bilmiyorum; değil yalnız bu usulü, hattâ Türkçeyi de anlayamıyorum.

Sizin bu tasavvuf mektebiniz, bizim bildiğimiz mekteplerin tamamen aksine. Ben bu kadar ilim öğrendiğim halde Niko bana diyor ki: (Sen bu mektebin birinci sınıfına girip heceden başlayacaksın!) Allah beterinden saklasın. Ben budala da oturup o Allah delisi Niko’nun dediklerini dinliyorum. Ona deli demekte haklıyım; iyi etmişim.

Arkadaşların hangibirine ismiyle selâm göndereyim, bilmem ki… Çünkü hemen hiçbirinin ismini bilmiyorum. Dur, bir hatırlayayım. Arkadaşlardan ismini işittiğim bir M. Varmış. Ona selâm olarak ne göndereyim? Bir fotoğraf mı? Pekâlâ. Dinle Niko! Bay M.ye bir resmimi ver. Biliyorum Niko! İyi çocuksun, hatır kırmazsın; şimdi mi benim hatırımı kıracaksın… Fakat M. İçin bir fotoğraf azdır, öyle değil mi? Öyleyse bir şey daha ver, Niko! İşte hatırıma geldi. Bay M.ye başımı ver. Kafasız kalırsam hiç olmazsa rahat etmiş olurum.

Başka hangi isim geliyor hatırıma? Muhterem bir isim daha işitiyordum: Bay O.

Buna da mı bir fotoğraf verelim? Bir şey daha verelim. Kalbimizi versek nasıl olur? Ona da kalbimizi verelim. Böylelikle kalbden de kurtulduk. Şimdi ne yaptık biz? Kalbsiz ve kafasız kaldık; hiçbir şeye yaramaz olduk. Öyleyse, Niko! Ellerimi ayaklarımı, parmaklarımı, bütün vücudumu etrafındaki arkadaşlara dağıt; her birine, istediği parçayı ver. Yalnız dikkat et, Enya’dan hiçbirşey bırakma, hepsini ver, hepsini dağıt. Böyle olursa Enya’ya kendisinden hiçbir şey kalmayacak ve her şey güzel olacak.

Niko! Benim bu budalalıklarım yüzünden orada bir hayli mahcup olmuşsundur. Başka türlü de olmazdı. Mademki sen beni delirttin, öyleyse çek cezanı. Bir deliden delilikten başka ne beklenir? Başka ne yapabilirim?

Şimdi, kardeşlerim, sizden son bir ricam daha var: Niko benim yerime hepinizi öpsün. Bay İ’yi hemen ve daha çok öpsün. Bu öpüş, benim öpüşüm olacak; aynen ben sizleri öpüyorum gibi olacak. Siz de onu öpünüz ki aynen beni öpmüş gibi olasınız. Niko gelip bu öpücükleri bana ulaştırsın diye bekliyorum.

Bay İ’nin gözlerinden binlerce defa öperim.

Tito Aenias

( 1 )Yunanca Nicos sözü “muzaffer” demekmiş.
( 2 )“Tarla almak” tabiri Yunancada “ipe un sermek, bir şeyi yapmamak için bahane bulmak” manalarına da gelirmiş.