Bu sayımızda, okuyucularımıza, iki hafta kadar evvel yapılmış olan bir konuşmanın notlarını vereceğiz. Emre’ye tasavvuf mevzuu üzerinde sual soran ve biri doktor, diğeri felsefeci olan iki münevver zatla yapılan konuşmayı, ne yazık ki başından itibaren zaptedemedik. O konuşma, bu gafletten uyandığımız zaman şöyle devam ediyordu:
– Mutasavvıflar maddî, yani cismânî haşri kabul etmiyorlar. Âhirette azâb mevcut olduğuna ve azâbın acısını, ızdırâbını da ruh değil, ancak beden duyabileceğine göre mutasavvıfların kanaatleri yanlış değil midir? Mutasavvıflara göre, yoksa, dirilmek ve azâp çekmek yok mudur?
– Olmaz olur mu? Rüyanızda bir yerden düşüp ayağınız kırıldığı zaman acı duymuyor musunuz? Bir şey yeseniz, tadını almıyor musunuz? Yatakta mışıl mışıl uyuduğunuza ve dolayısıyla ayağınız kırılmadığına göre o kırılma acısını duyan vücut mudur, ruh mudur? Demek ki azâp çekecek olan, ruhmuş.
İşte bu meseleyi ibretle düşünüp, bu dünyadayken, yani aklımız ve ruhumuz bu vücudun içindeyken yakamızı kurtarmalıyız. Gayret eden kurtulur. Siz ana rahmine düşerken kaç tane arkadaşınız vardı?
– 200 milyon
– Bu 200 milyon insancığın içinden yalınız siz dirildiniz; gerisi öldü. Bu âlem de bir ana karnıdır, kim çalışırsa o kurtulur. Gerisi havaynan cıva.
– Allah istediğini hidâyete sevkeder denilmiyor mu? Ya bize nasip değilse?
– İnsan olmaya çalışan, gayret eden kimse, Allah’ın istediği kimsedir. Allah Kur’ân’da herkesi kendine gelmeğe davet ediyor. Bu söylediğiniz sözler insanı irâdesizliğe sevk eder; bunları dinlememeli.
– E… Hâyır da şer de Allah’tan değil mi?
– Hayır. Şer nefsimizden, hâyr Allah’tan. Oturduğum sandalyenin bir tarafı kırılıp da düşsem, başım yarılsa; işte bu Allah’tandır ve Allah’tan gelen her şey hâyırlıdır. Fakat filâncanın kafasını kırarsam bu şer, bu fenalık benden, yani nefsimdendir.
– Allah hepimize aynı kudreti versin, hepimiz hayvânî sıfatlardan kurtulalım. Niçin filânı zeki, falanı da gabî yaratmış?
– Allah bize doğru yolu göstermiş. Daha ne yapsın? O yola gidip gitmemeyi bizim irâde ve ârzûmuza bırakmış. Fakat biz bunlarla uğraşırsak hapı yuttuk. Elden bize ne? Kendimizi kurtarmaya çalışalım; çünkü herkes kendi yaptığından mes’uldür. Bu yolda herkes muvaffak olamaz. Bir ağaca uzaktan baksak yemyeşil görürüz. Fakat yaklaştıkça meyvesini fark etmeğe başlarız. Bakarız ki: bir meyveye elli yaprak. Kanunu böyle. Kurtulan meyve kurtulamayan yaprak. Amma yaprağı da hiçbir zaman hor görmemelidir.
Aklımızı bu “Her şey Allah’tan.” meselesine takarsak, irâdeyi inkâr ederiz, irâdesiz kalırız.
– Öyle amma, yol gösteren yok.
– Yol gösteren sizinle beraber; sizi de muhîttir. Yeter ki “Ben neyim? Ne yapacağım?” diye tefekküre başlayın; bu hâl sizden doğsun. Doğan her şey mutlaka büyür.
– Allah, yani benim içine atılmak istediğim deniz sizinle beraberdir diyorsunuz amma, ben onu göremiyorum.
– Havanın suyla bitişik ve karışık olduğu gibi siz de Allah’la berabersiniz ama onu birdenbire görsek yanarız. Hz. Muhammed (Ve caalna minel mâi küllü şey’in hay – Biz her şeye su ile can verdik) demiş. Öyle demiş diye hadi suya atılalım. Hayatın menba’-ı’na atılacağız derken hayatımız da elden gider. Siz bazı hastalara azar azar arsenik veriyorsunuz. O hastayı iyi edecek miktarda arseniği birdenbire verseniz hastayı öldürürsünüz. Allah’ı bilme ve tanıma meselesi de tıpkı böyledir; bu da tedricen olur.
– Her çalışan muvaffak olur mu?
– Evet.
– Ama yolu bilmek lâzım.
– Bildiren sizinle beraber. Allah’ın birçok ismi ve her isminde kendine hâs bir sıfatı ve kudreti vardır. Allah’ın isimlerinden Kur’ân’da en fazla geçeni (Rab) dır. Rab, “mürebbî” demektir ve bu sıfat, Allah’ın zâtına en yakın olan sıfatıdır. Hocalar Rabba Allah diyorlar, amma “Rab” Allah demek değildir; “mürebbî, terbiye edici” demektir. Bu Hakîkat ilminin de bir öğreticisi, bir mürebbîsi vardır. Onunla konuşurken, konuşurken bir “yokluk” zuhur eder; işte o kadar.
– Kur’ân’ı anlayamıyorum. Tefsirlere müracaat etmek icap ediyor.
– Müfessirlerin sözlerini bırakıp, Allah’ın sözlerine bakın. Fakat madem ki Kur’ân’ı anlayamıyorsunuz, o halde Kur’ân’ın cümlelerini yani sözlerini değil, “mânâ”sını Türkçeye çeviren kitaplar vardır; onları okuyunuz; mutasavvıfların kitaplarını okuyunuz. Kur’ân’ı okuyup elimizi yüzümüze sürüyoruz. Mânâsını anlamadıktan sonra bundan ne çıkar?
Müfessirlerin tefsirleri birbirine uymaz; çünkü o sözleri söyleyen (Kudret)i ne bilmişler, ne de görmüşlerdir. Mutasavvıfların sözleri ise hep birbirinin aynıdır. Meselâ, ben buraya oturdum; bu odada gördüklerimi tarif ettim. Benden sonra siz gelseniz, buraya otursanız, benim gördüklerimi siz de aynen tarif edeceksiniz. Tariflerimizin ifade ve üslûbu başka olsa bile, mânâsı kat’iyyen değişmeyecektir. Mutasavvıfların tarifi böyledir, yani birbirinin aynıdır. Müfessirler bu sandalyeye oturup şu odayı görmemişler ki tarifleri hakikat olsun ve birbirini tutsun… Bunun için, her müfessir kendi zannına göre tefsir yapmıştır.
Bu arada diğer bir zât şu suali sordu:
– Mutasavvıflar “Vahdet-i Vücûd”a kaildirler. Bu inanışa göre Allah’tan başka varlık yoktur. Şu halde her şey Hakk’tandır. Meselâ ben 70 sene namaz kılıyorum da, türlü habaseti yapan bir adam, bir de bakıyorsun evliyâ olmuş; bu nasıl oluyor?
– Burada akıllar dayanır, kalır. Her türlü fenalığı yapan bir adam, bir devre gelir ki yaptığı kabahati anlar, nâdim ve zelîl olur. Bu haktan değildir; pişmanlığı ve tenezzülü kendi ârzûsu iledir. Bu adam, yaptıklarına pişman olup da cân-ü yürekten Allah deyince “Hızır” dediğimiz ve her vakit hazır olan (Kudret), onun imdadına yetişir. (Hızırlık Kudreti) de Allah’ın bir sıfatıdır ve öbür sıfatlar gibi bu sıfat da insandan zuhûr eder. Yeter ki aczimizi bilip arayalım. Allah’ı bulmanın yegâne çaresi aczimizi bilmektir. Hz. Muhammed (Ölmeden evvel ölün) demiş. “Ölmeden evvel ölme” yi yanlış tefsîr ediyoruz. Bunun en doğru tefsîri “İnsanın aczini bilmesi” dir. Ancak aczini bilen insan Rabbine sığınır. O da sığınanın günahını bağışlar. Günah gidince bir “aşk” zuhûr eder. Şurası var ki, insan görmediği şeye âşık olamaz. Rabbimize âşık olabilmek için de onu görmek lâzımdır. Hz. Ali (Görmediğim bir Rabbe ibâdet etmem) demiştir ve çok doğru söylemiştir. Bu işler namazla, ibâdetle olmaz. Bize “Kocahocalar” derler. Bir zamanlar çok ibâdet ettim. Namaz aklımızın bilgisini değiştiremez. Mesele, aklın bu yolda yürüyüp ilerlemesindedir.
(Vahdet-i Vücûd)a gelince: Bu, öyle bir sözdür ki bunu, herkes kendi hâline ve bilgisine göre anlar. Bu yola yeni başlayanla, Allah’ta fâni olanın anlayışı bir değildir. (Vahdet-i Vücûd) sözü Muhyiddîni Arabî’den miras gibi bir şey… Bu sözü her duyan, Muhyiddîn gibi mi anlıyor? Muhyiddîn (İki dünya benim avucumdadır) diyor. Bunu biz diyebilir miyiz, anlayabilir miyiz? O sözü söylerken, alan da Muhyiddîn, satan da Muhyiddîn; Tanrı da kendi, kul da kendi. Bakın (Vahdet-i Vücûd)un mânâsı ne kadar değişti…
Şimdi hepimizin kulağından işitiyor, gözünden görüyor. Söyleyen kendi, dinleyen kendi; yaşayan kendisi, yaşayacak olan kendisi. Bir an da gelir ki hiçbir şey yok… Sorduğumuz insan bunları nasıl anlatsın… İşte Nasreddîn Hoca, anladığı (Hakikat)i herkese anlatmaya çalışıyor. Anlatmasa patlayacak. Fakat nasıl anlatsın. Anlatması zor. Buna rağmen kürsüye çıkıyor. Halk, çoktan beri i’tikâfa çekilmiş olan Hocayı görmekten memnun, Hocanın ne söyleyeceğini bekliyorlar. Nasreddîn:
– Ey cemâat! Diyor, size bir şey söyleyeceğim. Ne söyleyeceğimi biliyor musunuz?
– Bilmiyoruz.
– Bilmiyorsanız ne söyleyeyim, diyor, kürsüden inip gidiyor. Ertesi gün tekrar çıkıyor ve soruyor:
– Ey cemâat! Size ne söyleyeceğimi biliyor musunuz?
– Biliyoruz Hoca.
– Eh, biliyorsanız ne söyleyeyim…
Üçüncü gün aynı suali tekrarlıyor. Cemâat cevap veriyor:
– Bir kısmımız biliyor bir kısmımız bilmiyor.
– Öyleyse bilenler, bilmeyenlere öğretsinler, diyor.
– (Vahdet-i Vücûd)un mânâsını anlamak, anlatmak da buna benziyor.
– Peki amma, hem (Ben gizli bir hazîne idim. Bilinmek istedim; onun için bu âlemi yarattım) diyor, hem de kendisini bildirmiyor.
– Daha nasıl bildirsin…(Bilinmek için âlemi yarattım) diyor. Yani (Beni arayan kimse, bu âleme baksın; beni ancak orada bulabilir) diyor. Fakat “Âleme bakmak” taşa toprağa bakmak demek değildir. Âlemden maksat İnsan’dır; çünkü (Eşref-i mahlûkat) odur. Bu sözdeki “âlem” kelimesinin mânâsını anlayabilmek için, Muhammed’in, bu sözü söylerken bulunduğu âlemi bilmek ve o âlemin içinde bulunmak; daha doğrusu Hz. Muhammed’in varlığına bitişmek lâzımdır. Bir şairin sözünü, kendisi gibi olmadıkça, hatta kendisi olmadıkça anlamak mümkün değildir. “Âlem” sözü, kelime ve mânâ bakımından bile muhtelif suretlerde kullanılır. Size “ ne âlemdesiniz?” deseler, kelimenin mânâsı derhal değişir. Acaba Peygamberimiz bu sözü söylerken ne âlemdeydi?.. O’nun hâline yetişmeli ki bu sözü anlayabilmeli.
– Siz bu yolculuğa rehbersiz ve mürebbîsiz mi çıktınız?
– Hâşâ. Benim Ma’bûd’um, beni okutan, bana bu ilmi öğreten adamdır. O, bana ebedî bir hayat verdi. Benim o ettiğim hizmet nedir ki… Allah’ı, insandan başka bir yerde ararsak, bulamayız; insandan arayalım, insandan.
– Siz Allah’ı görüyor musunuz?
– Her an.
– Cemâlini mi?
– Cemâlini de, zâtını da. Siz de görüyorsunuz amma tanıyamıyorsunuz.
– Cemâlini görmeğe insanlar tahammül edemezlermiş.
– Evet, bizim gözümüz görmez. Göremeyişimizin sebebi, Allah’ı gökte arayışımızdır. Dua ederken elimizi göğe kaldırırız; sanki Allah gökteymiş gibi. Arîf insanlar, halk diliyle “Allah göğde.” demişler; onun için habire yukarı bakıyoruz. Evet, doğru söylemişler. Ne demişler? “Allah göğde.” Demişler değil mi? Tamam; Allah göğde, göğde amma sözü anlamak lâzım. Biz sözün mânâsını anlamadığımız için dua ederken elimizi göğe kaldırıyoruz. Halbuki gökte ne var… Oradaki yıldızlar, aylar, güneşler bizim hizmetçimizdir. Allah’ı yere indirmeli, yere. Yoksa bulamayız.
– Biz de sizin gibi onu görüp, sesini de duyabilir miyiz?
– Elbette. Aynen böyle görüp duyabilirsiniz.
– Bunun için ne yapmak lâzım?
– Ben gözümü Allah’a verdim, öyle gördüm. Siz de böyle yapacaksınız. Bu iş “tefekkür” yolu ile olur. Bakınız tefekkür yoluyla göz Allah’a nasıl verilir: Soruyorum size: Gözünüz sizin midir?
– Evet.
– Öyleyse, sizin olan bu göze emrediniz, elimdeki şu mavi sigara tablasını kırmızı görsün.
– Göremez.
– Şu halde bu göz sizin değilmiş?
– Evet.
– Mâdem ki bizim değilmiş, öyleyse bir sahibi var. Gelin bizim olmayan bu gözü sahibine, yani Allah’a teslim edelim, o kullansın. Gözümüzü Allah’a teslim edince bütün vücudumuzu ve bütün varlığımızı da ona terk ve teslim etmek icabeder. Zira vücudumuzun hiçbir zerresine hâkim değiliz ve onların mahiyetini bilmiyoruz. Demek ki onlar da bizim değildir. Îsâ Allah’ın oğlu diyorlar. Allah’ın oğlu olmadık kim var ki… Mâdem ki hiçbir uzvum benim değil, hepsi de Allah’ınmış; öyleyse ben de Allah’ın oğlu sayılırım. Fakat Allah’ın oğlu, yani Îsâ olabilmek için bir Meryem’den doğmak lâzımdır. Derler ki, dört kişi ana karnında konuşmuştur: Şeddat bir, Firavn iki, İsâ üç, Muhammed dört. Şeddat ile Firavn, analarını fenalığa ve felâkete, Îsâ ile Muhammed ise necat ve saadete sevk etmek üzere ana karnında konuşmuşlardır. İşte biz de (Vücud veya beden Meryem’inin) karnındayız. Ahlâkımız bizi ya Şeddat gibi delâlete yahut da Muhammed gibi hidâyete sevk edecektir. Bu ana karnından Şeddat olarak değil, Muhammed olarak doğmalıyız.
İşte ben, hiçbir şeyin bana ait olmadığını anlayarak, bütün varlığımı ve dolayısıyla gözümü Allah’a teslim edip de Rabbimi öyle gördüm. Siz de gözünüzü Allah’a teslim edin. Allah, niyet edenin yardımcısı; Rab, yani mürebbî de arayanın hizmetçisidir.
8.4. 1952 Saat: 22.00
Zapteden: Şevket Kutkan