Emre – İlâhi kanunda da, terakkiye doğru gitmek isteyenler, “Hakîkat”i kendinden doğandan öğrenmelidir. Bu çocuklar bizden doğmuşlardır ama bizden zekidirler. Bizim bildiklerimizi bizden öğrenirler; kendilerinden de hâliyle, tabiatiyle bir bilgi doğar. Peygamberler, kendilerinden sonraki peygamberden şefkat umarlar. Fakat bu hâl, kesret hâlidir… Çünkü evvelki, sonraki diye birşey yoktur; ikisi de birdir; gelen de giden de aynıdır. Îsâ’ya isim verilmeseydi Ben! diyebilir miydi? İnsanı isim, cisim, resim hapseder. İnsan bunları halletse, anlar ki gelen de kendisi, giden de. Ama kendini mutlaka bir insanda görecek; yâni kendini aynada görecek. “Ben buyum!” derse kendine gurur gelir. Aynada görecek, kendini. Aynaya bakarken kendimizden haberimiz var mı? Sâde bir hayâl… Asıl varlık kendisidir. Fakat kendini unutmayınca, onu göremez. Bu bir misâldir. Hakîkati misâlle tarif ederler.
Bir insan kendini gerek evlâdı, gerek refîkası niyetiyle sevebilir mi? Hayır… Mutlaka sevecek bir varlık ister. İnsan, kendinden lezzet alamaz. Misafir sevmeyen insan daima azaptadır. Cemiyeti sevenlerin idrâki geniştir. Yalnız şahsını, şahsî menfaatini düşünen insan, işte oldu İblis. Bir gurur sarar kendisini; arkasından tamah, kîn, gadap… Böyle bir adamın içi cehennem gibidir; suratı daima ekşidir.
İnsanları seversek, başlar sehâ. Kabiliyyet büyür. “Ben güzel olayım, ben şöyle olayım” diyenin kalbi simsiyah olur, çatır çatır yanar.
Peygamberler Allah sevgisi ve Allah bilgisi bakımından ne kadar sahîdirler. İsterler ki bütün azapları kendileri çeksin, kimse çekmesin. Onlar bütün insanların, kendileri gibi ferâh olmalarını isterler; onlara hizmet ederler.
İnsanlar, hakîkaten çok güzeldirler. Benliğimizin bulutu, gözümüzün önünden gitse de, insan güzelliğini o zaman görsek… İnsanın dışı bu kadar güzel, ya içi? Bu görünen vücut, insanın hakîki varlığının gölgesidir. Gölgede ışık olur mu? Biz kendi gölgemizden vazgeçmedikten sonra, diğer gölgelerden vazgeçemeyiz. Bu hayâl gittikten sonra, Hakîkat zuhûr edecek. Görüleni görmek kolay da, “Gören”i görmek zor. Bir devre de gelir ki “Görülen” görülmez de, “Gören” görülür. Bu da sabırla, tefekkürle, aşkla olur. Bizde başka bir göz açılır. Göreceğimiz âlem öyle tuhaf bir âlemdir ki, dille tarifi mümkün değil. Gözümüz, herşeyi görebildiği halde, iğnenin deliğine dikkatle bakarken, hiçbir şeyi göremeyiz. Biz de diğer görgülerden kesilip de bir (Nokta)ya dalarken şarp! diye öyle bir görgü zuhûr edecek ki…
S. – Demek bir gözlük lâzım?
Emre – Evet lâzım, bu gözlükle herkes görebilir. Yani bu yola gidebilme kabiliyyeti herkese verilmiştir. Lâkin insanlar bu kabiliyyeti başka şeylere sarfettikleri için bu yolda yürüme kudretini bulamıyorlar.
***
S. – Bazan fevkalâde hâdiseler oluyor; insan bunlardan sadece hayret duyuyor.
Emre – Vaktiyle bir Ermeni kadın komşumuz vardı; kocası kunduracıymış, güzel bir evleri varmış; o anlatırdı: (Çocuklarımız olmadı; çocuk sevgimizi de birbirimize verdik, çok güzel geçinirdik. Kocam çalışır, boğazımızdan artan paradan bana altın, bilezik, ziynet eşyası yapardı. Birgün altınlarımı hamamda unutmuşum; gittim, baktım ki yok. O anda başıma bir ağrı yapıştı. “Ben şimdi kocama ne diyeceğim?” diye üzülüyordum. Kocam: “canın sağolsun, ne zararı var…” dedi ama, ağrı geçmedi. Bu başağrısı hiç durmadı. Üç sene sonra gözlerim de görmez oldu. Adana’da doktor bırakmadık. Evvelce iğne yoktu; onun için doktorlar hep ilâç verirlerdi. Nihayet felç oldum… Bir karyolada yatardım. Doktorlardan ümidi kesince, çareyi “Surp Serkis”ten istemeğe başladım. Gece gündüz “Yâ Surp!” diye yalvarırdım.
Hastalık yedinci seneyi buldu: Artık kendimi tutamıyor, altıma da ediyordum. Kocam bile kokudan yanıma yaklaşamıyordu. Kulaklarım da işitmez olmuştu. Ama ben hiç durmadan Surp’a yalvarıyordum.
Bir yaz günü, içerde yatıyordum; kapı gacırt diye açıldı. Hah! dedim, ses işittim. Kendimi yokladım ki, hiçbir tarafımda ağrı kalmamış. Nûranî yüzlü, sakallı bir ihtiyar içeri girdi. “Bu nûranî yüzlü ihtiyar, kendisinden doğuyor, kendi icad ediyor”. Bana: “Kalk kızım! Yedi seneden beri beni çağırıyorsun; hele son günlerdeki çağırışların, beni artık durdurtmadı…” dedi ve gözlerimi elledi, gençliğimdeki gibi görmeğe başladım… Kulağımı elledi, sesleri işitmeğe başladım. Kalbimi elledi, her yerim iyi oldu. Bana tekrar “Kızım, dedi, artık bitti. Ben seni iyi ettim; öp elimi bakayım?” ; öptüm; öbür elini de öptüm; çıktı, gitti. Beni bir keyf aldı ki sorma… Müjde vermek için kocama gitmek istedim amma, baktım ki ayaklarım tahta gibi olmuş. Senelerden beri kocamı görmediğim, sesini de işitmediğim için, “acaba kocam da ihtiyarlamış mıdır” diye merak ediyordum. Yavaş yavaş yürümeğe başladım. İki dam arasına bir tahta koymuşlar; ben onun üstünde yürürken beni gördüler; telâşa düştüler, gelip beni tuttular. Ortalık ay ışığıydı amma, lâmbayı yaktılar. Sevinçlerinden ağlamağa başladılar; kocam ağlar, kaynanam ağlar… “Acaba delirdi mi? diye sükût, yüzüme bakıyorlar, ağlıyorlar. Bu sefer ben onlara acımağa başladım. Neyse, oturduk, kimisi diyor: “filân ilâçtan iyi oldu”, kimisi diyor: “filân şeyden”. Onlar böyle konuşurken, ben acıktığımı hissettim. Baktım ki orada bir kab içinde zerdali var, “şu zerdaliyi getirin de yiyeyim” dedim; “Aman! essahtan görüyor…” dediler. Zerdalinin tozlarını yıkattım, başıma geleni anlattım.)
İşte bu da bir mucize, amma, mucize devresinde kalmak iyi değil, Hz.Îsâ mûcizeye saplandığı için ordan öteye gidemedi. Hastaları iyi ederdi amma, bu Allah’ın işine müdahale etmek değil midir? Allah bilmiyor mu o hastayı iyi etmesini? Allah’ın şefkat ve merhameti Îsâ’dan daha mı azdı yoksa? Hâlbuki her hastalıkta başka bir hikmet vardır. Birçok hastalıklarımız, bedenî ağrı ve arızalarımız ilerde gelecek daha büyük bir hastalığı önlemektedir. Îsâ, bu varlığın bu hastalıkların dışı ile uğraşmış; içinden haberi yok. Haberi de var da, hâli tecellî etmemiş. Îsâ’dan tecellî eden “Kudret”, bir zaman sonra da Muhammed’den tecellî etmiştir; büyümüş, tekâmül etmiştir, durmadan da büyüyor. İnsanlar o “Kudret”e doğru tekâmül ediyor, akılları büyüyor da, biz de zannediyoruz ki Allah’ın kudreti küçüklükten büyüklüğe doğru tekâmül ediyor. Zannettiğimiz gibi değil. Tekâmül, insanlara aittir; o Kudret her zaman için mükemmeldir. Şimdiki konuştuğumuzu, bir sene evvel kimse konuşmamıştır. Bizi konuşturan da aynı kudrettir.
– Îsâ için “Kardeşim Îsâ” diyor.
Emre – Bizim dilimizle konuşmuş da onun için “kardeşim” demiş.
Hâlbuki Îsâ da kendisi idi. Biz kendimizi o “Kudret”ten ayrı gördüğümüz için, bu hâli anlayamıyoruz. Mânevî Cevher, zaman zaman bizi kendine çektikçe anlaşılır. Anlaşılması da çok zor: Her şeyden vazgeçeceksin; âlimler ilminden, hacılar haccından, zenginler zenginliğinden vazgeçecek. Tenezzûl etmesi çok zor ölülüğe tenezzül etmek zor. Hâlbuki, tenezzül edecek ki dirilecek…
Fakîrlerin bu yolda yürümesi nisbeten kolay. Fakat asıl fukarâlık, her şeyi Allah’tan bilmektir. Hz. Muhammed’in “El-fakru fahri” dediği fakîrlik, işte budur. Birçokları, bu sözü yanlış anlamışlar, çoluk çocuklarını, mallarını mülklerini atarak, mağaralara çekilmişlerdir. Hâlbuki daha fena yapışmışlardır. Asıl bu işi yapacak olan şey, teslimiyettir.
S. – Teslîmiyyet nasıl olacak?
Emre – Aşkla, aşkla! Meselâ, Selim Bey’in mağazasındaki elbiseler Selim Bey’in mi? Hayır, o elbiseler kimlerinse, zamanı gelince onları veriyor, hem de sevine sevine. Siz bu kadar tahsîl ettiniz; öğrendiğiniz ilim sizin mi? Hayır, gözleri hasta olanlarındır.
İç tarafa geçelim; Siz bu kadar göz tedavi ettiniz; o gözlerden göreni görebiliyor musunuz? Hayır. Bizden duyan kim? Bunu da bilmiyoruz. O halde “benim!” diyecek hangi tarafımız var? Bunu anlayınca insan acze düşer; acz de teslîmiyyete atar.
***
17. 4. 1954’te yapılmış bir konuşmadan notlar:
Emre – Hz. Muhammed Allah’a yalvararak: “Bana eşyayı oldukları gibi göster” diyor. Çünkü onun bulunduğu o âlemde Allah’tan başka hiçbir şey yok. İnsan, kuvvetli bir ışığa, meselâ güneşe uzun zaman baksa, gözleri ondan başka bir şey görmez. Hz. Muhammed de Allah’ın Zât ışığına baktığı zaman “Küllü men aleyhâ fân” demiştir. Her tarafı bomboş görünce, bakıyor ki olmuyor, o zaman Allah’a yalvarıyor; “Bana eşyayı olduğu gibi göster” diyor. Yalvarıp kafasını aşağı indirince, bizleri ve eşyayı görmeğe başlıyor.
Sıfatlara bakarsan “Zât”ı bilemezsin. Zâtı bilen ise, sıfatları Zât’tan ayırmaz; o sıfatların “Zât” tan geldiğini bilir.
Allah’ta fânî olma hâli ve bilgisi aczden doğar. İnsanın birçok zâlim sıfatları bu acz ile dökülür gider. İnsan aczini anladıkça, Allah’tan başka bir varlık göremez.
Bize anadan doğarken verilen “benlik” gidip, acz geldikten sonra “Mesele” anlaşılır. Lâkin bu da kolay kolay olmuyor. Tadı böyle çıkar. Emek ne kadar fazla olursa, kazancın kıymeti o kadar artar.
Birdenbire muvaffak olamamak, insana ümitsizlik verir amma, bu ümitsizliğin arkasında büyük bir devlet, büyük bir hazine var.
Her insan bir hazîne, bir defînedir; benliği de onun kapağıdır. Bu kapak kalktıktan sonra, o “Hazîne” ortaya çıkar… Bir Hadîs-i Kudsî’de “Ben bir gizli hazîne idim!” demiyor mu?
***
S. – Çocuk sevgisi acayip bir şey… Ayrı ayrı varlıklar amma, bakarsan, birleşik. Allah, ananın canından bir parçayı çocuğa mı veriyor, ne yapıyor ki bu sevgi doğuyor? Anlaşılmaz bir sır vesselâm…
Emre – O muhabbet tılsımı olmasa, ana çocuğu büyütemez. Bu, hayvanlarda da var amma, bir devreye kadar. Bu sevgi, insanlığın icaplarındandır. Hayvanların babası yoktur; yâni onlar babalarını bilmezler. Analarını da, ondan ayrılana kadar bilirler. Fakat insanların hem anaları, hem de babaları vardır.
Hayvanların yavruları, ana babanın sevgisi nisbetinde çabuk büyürler. İnsan yavrusu çok zor büyür. Anne, yavrusunu bir sene vücut kucağında taşır; Ölünceye kadar da, akıl ve şefkat kucağında taşır. Çocuklarımızı böyle sevmeliyiz. Fakat bilmeliyiz ki, onlar bizim kulumuz değildirler. Onlar da, bizim yapıştığımız (Kudret)in birer parçasıdırlar. Biz onların, bir zaman için mürebbîsiyiz. Zaman gelir, onlar bize mürebbî olmağa çalışırlar, doğrusu da budur. Çocuğun her türlü dış ve iç tekâmülünü istiyorsak, bizim devrimiz bittikten sonra ona tâbi olmalıyız.
Dünyaya baksan: Ne sür’atle tekâmül ediyor… Bizden doğanlar, bizden fazla biliyor. Bunun içindir ki, mürebbî daima önde olur… Baksana medeniyet, “gençlik!” diye bağırıyor.
Tasavvufta bahsedilen mânevî mürebbî, Hz. Muhammed’dir. O, 1370 sene arkada mı olur? Önde olacak ki, biz onun arkasından gidebilelim. Arkada kalırsa, irticâ gibi bir şey olur.