20 Haziran 1956 | Sayı: 150

01 Temmuz 1956 | Sayı: 151
01 Haziran 1956 | Sayı: 149

14.4.1956 da yapılan bir konuşmadan zaptedilebilen notlar:

Ziyâretler, yâni türbeler birer aynaya benzerler. Hâlbuki asıl ziyâret, türbeleri ziyâret edenlerin içlerindedir. Oraya gidenler aynaya bakar gibi bakar, kendi sâfiyetlerini görerek bir huzûr tutar, ferahlarlar.

Geçen gün, birisi gelmiş, kabristâna gitmeyelim mi, diyor. Hakîkati söylesek canı sıkılacak. Arefe, (Bilgi günü) demektir. Bir hadîs var: (İşlerinizde ne yapacağınızı şaşırdığınız zaman, mezarda yatan ululardan yardım isteyiniz.) deniliyor. Mezar deyince kabristâna gidiyoruz. Hâlbuki orada kim var? Mezardan maksat, bu vücudumuzun kabridir.

Türbelere mum yakılması da kafamızın, gönlümüzün kabrini aydınlatmak icabettiğini anlatmak içindir. Ne ararsak insanda aramalıyız; Rahmân da insanda, Şeytân da. Dünya da insana bakarak kurulmuştur.

Anâsır-ı Erbaa dedikleri şey, insan vücudunda da var: Toprak, su, hava, ateş.

Dünyanın dört devri var: dört mevsim. İnsanda da dört alet var: Göz, kulak, burun, ağız.

Bir sene 12 ay; burçlar da 12. Vücutta 12 delik yok mu?

Dört melek var: Cebrâil, Mikâil, İsrâfil, Azrâil.

Cebrâilin vazifesi, Allah’tan söz getirmek değil mi? Bak, ağzımız da söylemiyor mu?

Mikâil şarktan, garptan gelen sesleri duyarmış. Kulaklar bu vazifeyi yapmıyor mu?

İsrâfil Sur üfürürmüş. İşte burnumuz durmadan üfürüyor.

Azrâil can alırmış. Allah’ın (Celâl) sıfatı gözdedir… Kızınca, nasıl bakarız. Ölürken de evvelâ göz ölür. Can çekişen insanlara bak, burnu kurur, dikilir. Hele gözler ayın üçü, dördü gibi olup soldu mu, adam, henüz canlı bile olsa, öldü demektir. Ölecek kimsenin ölüm alâmetleridir bunlar: Burun dikilip, göz çukurlaştı mı, tamam. Düdük, vazifesini bitirmiş; Azrâil de gidiyor.

Gelelim yine dört meselesine:

Allah dört kitap indirmiştir. Kitabı olmayan bütün peygamberler o kitaptaki ilâhî ilmi kabul etmiş ve ümmetlerini o kitaptan okutmuşlardır.

Bir ev yaparsın, dört köşe. Üç köşe olsa süsleyemezsin bile. Şiir yazarlar dört mısrâ.

Hazreti Muhammed’e dört kişi yardım etmiştir. Peygamberimiz, bunların kiminin aşkından, kiminin ilminden, kiminin de ahlâkından istifade ederek bu dini büyütmüştür.

Arkadan gelmiş dört mezhep.

S. – Rakının ilâhî hâle zararı var mı?

Emre – Şu teldeki ceryana bak, ne işler görüyor… Fabrikaları çalıştırıyor, ütü ütülüyor, herşeyi yapıyor. Fakat hele o telin altına bir ateş yak, tel ısınsın, adamakıllı kızıp beyaz ateş hâline gelsin, artık o telden cereyan geçmez. Rakı da böyledir; ilâhî cereyanı keser. Ama biz kimsenin kötü tarafını görmeyeceğiz. Her şeyin, herkesin iyi tarafına bakacağız. Kötülük diye, gördüğümüz bir şey, bir iyiliğin ilk alâmetidir.

Tapmak ve haşrolmak bir türlü değildir ki. Severek tapmaya secde diyoruz. Severek taptığımız tapmak da, kızarak taptığımız tapmak değil mi?

Yaşadığımız günleri düşünsek: Aklımızda kalan şeyler, ya fazla korktuğumuz, ya fazla sevdiğimiz ya da fazla kızdığımız şeylerdir. Elden geldiği kadar kızmayı, korkmayı aklımıza koymayalım, severek tapalım. Deveye sormuşlar:

– İnişi mi seversin, yokuşu mu?

– Allah ikisinin de yüzünü göstermesin, sen düzden haber ver.

Bu arada Bay Ahmet Çembel, bir yerde birisine zorla rakı içirmek istediklerini fakat onun içmediğini anlatınca Emre şunları söyledi:

Emre – (Halâün leküm ma aküm, harâmün leküm min gayrıküm.) diye bir şey var. Yâni (Rakıyı kendi aranızda içerseniz helâl; yabancılarla içerseniz harâm) deniliyor. Bu bir yanlış anlayıştır. Hâlbuki bu söz rakı için değil. Kur’ân’da adı geçen (Şarâben Tahurâ) içindir… Şu konuştuklarımızı dışarda söylesek harâm değil mi?

Rakı, mâdem ki insanı sallandırıyor, muvâzenesini kaybettiriyor, o halde zehirdir. Bizi uyuşturunca, hangi ahlâkımız hâkimse aklımızda o kalıyor.

Rakı içme, aylar ve seneler devam edince insan alkolik oluyor. Düşman bir memlekete girince, o memleket en iyi kuvvetleriyle ona mukabele eder. Cephede durmadan çarpışan askerler yemek yemeğe bile vakit bulamazlar. Vücuttaki müdafaa mikropları da, gelen alkollerle mücadele etmekten kendi esas gıdalarını yemeğe vakit bulamazlar. Bir taraftan alkolleri öldürürler, bir taraftan da öldürdükleri alkolleri yerler. Bu mücadele senelerce devam edince, insanın iştahı azaldığı gibi, zekâsı, tefekkür kabiliyyeti de azalır. Akıl ve vücut muvazenesi bozulan insanların, muhitlerine hayırdan ziyade şerleri dokunabilir. Akıllı insanlar ise şer çıkarmadıkları gibi şerri de örtmeğe çalışırlar.

– Akıllılar daha çok şer çıkarıyorlar?

Emre – Onlar daha delidir. Onları biz akıllı zannediyoruz. İşte Hitler, işte Stalin. Sokakta gezen deliler; iktidarsız deli; onlarsa iktidarlı deli. Hitler’e bir zamanlar ne kadar akıllı diyorlardı… Hâlbuki Hitler ne yaptığını bile bilmiyordu. Bilseydi neticeyi, hem de kendi eliyle bu hâle getirir miydi? Deliler de ne yaptıklarını bilmiyorlar. Arada ne fark var? Fark şunda ki Hitler, akıllı gömleği giymiş bir deliydi. Nihayet hem milletini, hem de kendini mahvetti.

Şimendiferde çalıştığımız zamanlar, yüksek tahsîl görmüş bir bekçi vardı, onunla arkadaşlık etmiştik. Kendisi padişahın teveccühünü kazanmış bir adammış. Bunu Amasya’ya nâhiye müdürü olarak göndermişler maksatları bu Ali Bey’i mülkiyye memûriyyetinde büyütüp vâlî, vezîr yapmakmış. Fakat Ali Bey Amasya’da mânevî bir adama çatmış, memûriyyeti filân terk etmiş. O anlatırdı: Soğuk bir kış günü çıplak adamlar hamamdan dışarı fırlamağa başlamışlar. Bazılarının vücudu kan içindeymiş. Merak ediyorlar, gidip anlıyorlar ki delinin biri, elinde usturayla hamama girmiş kimi görse usturayı yapıştırıyormuş… O sırada, hamama yıkanmak için bir sarhoş geliyor. Sarhoş da Ermeniymiş. (Aman Karabet ağa, içerde deli var, sakın girme…) diyorlar. (Bırak anasını babasını…) diyor. Ermeni böyle söyleyince, (Mâdem böyle söylüyor, bırakın da deli şu gâvuru öldürsün…) diyorlar. Hamamdan herkes kaçmış, yalnız bir kişi kaçmamış; o da, (Soğukluk) derler bir pencere var ya oraya çıkmış korkusundan, içerden kavga gürültü sesleri gelmeyince dışardıki adamlar (Acaba ne oldu?) diye korka korka içeri giriyor, bakıyorlar ki Karabet ağa göbek taşına varmış, çoktan uyumuş bile. Deli de başında bekliyor. Usturayı da uzağa fırlatmış. Soğukluktaki adam, kapıdan bakanları görünce cesaretleniyor, bir biçimine getirip iniyor, usturayı kaptığı gibi dışarı fırlıyor. Dışarıdakiler meseleyi bu adamdan öğreniyorlar. Meğerse sarhoş içeri girince deliyi tellak zannediyor. (Gel ulan buraya!) diyor. Deli hemen elindeki usturayı bir tarafa atıyor, sarhoşa bir peştemal seriyor ve başucunda bekliyor. Soğukluktaki adama da, parmağını ağzına götürerek (sus!) diye işaret ediyor. (Aman uyanmasın, yoksa bu usturayla ikimizi de keser!) demek istiyor.

Sarhoştan deli bile korkar derler ya…

***

Bay İbrahim Pampal’ın sorularına Emre’nin verdiği cevaplar:

S.1 – Namaz beş vakit midir? Bunun Kur’ân’la izahı. Değilse, bu beş adedini kim ve niçin, nasıl prensipleştirmiştir?

C.1 – Kur’ân’da sarîh olarak beş vakit söylenmiş değildir. Şu âyetlerden de anlaşılacağı üzre üç vakit için namaz kılınması bildirilmiştir:

(Akımissalâte tarefeyinnehâri ve zülefen minelleyli) (Namazı gündüzün iki tarafında kıl; Hûd sûresi, 114. âyet).

(Akımissalâte lidülûkişşemsi ilâ ğasakılleyli ve Kur’ânelfecri kâne meşhûden). Bâzı Kur’ân tercümeleri bu âyeti şöyle tercüme ediyorlar: (Güneşin zevâli vaktından, gece basıncaya kadar namaz kıl; sabah namazını da kıl. Çünkü sabah vakti, her mahlûkun meşhûdu olmaya lâyık bir vakıttır. İsrâ sûresi, 78. âyet).

Hâlbuki bu tercümede olan birçok sözler, âyetin aslında yoktur. Meselâ ‘Fecir Kur’ân’ı sözünü sabah namazı diye tercüme etmişler. (Sabah vakti, her mahlûkun meşhûdu olmaya lâyık bir vakittir.) diye bir söz de yok bu âyette.

(…Min kalbi salâtilfecri..) ve min ba’di salâtil’işâ) (Fecir namazından evvel… akşam namazından sonra… Nur Suresi 55. âyet)

(Hâfızû alessalevâti vessealâtilvustâ..) (Namazları muhafaza edin; bilhassa orta namazı… Bakara sûresi, 239. âyet.)

Bu âyetlerde mânası sarîh olarak anlaşılan namazlar iki vakittir: “Salâtı fecr, Salât-ı işa”.. Bir de “Salât-ı vustâ” vardır; fakat bunun hangi vakıt namazı veya nasıl bir namaz olduğunu müfessirler bilemiyorlar; “Salât’ı vustâ”ya sabah, hattâ akşam veya yatsı namazıdır diyenler bile vardır.

Mânâsı müfessirlerce sarih olmamakla beraber, “Salât-ı vustâ” ile, Kur’ân’daki namazlar üçe çıkmış oluyor. Bununla beraber, Hz. Muhammed, namazın beş vakıt olmasını daha münasip görmüştür. Eğer biz de Hz. Muhammed’e uyduysak, onun ümmetiysek, namaz için beş vakıttır, diyeceğiz. Namaz ibâdetse, Kur’ân’da (Va’bud Rabbeke hattâ ye’tiyekel-yakîn! = Rabbine yaklaşıncaya kadar ibâdet et!) denildiğine göre, namazı kılabilecek kudrette isek, namazı terk etmememiz lâzımdır. Ne vakıt irâdemiz Allah’a geçer, o zaman ibâdetin, namazın şekli değişir. Namazın şeklini akıl değiştiremez, (hâl) değiştirebilir. Akıl değiştirirse küfür olur.

S.2 – Oruç bir ay mıdır? Bunun Kur’ân’la îzâhı.

C.2 – Kur’ân’da (Şehrü Ramadânellezî ünzile fihil Kur’ân…) diye
başlayan bir âyet var. (Şehr) kelimesi ay demektir; ay da otuz günden ibarettir.

S.3 – İslâmın bu beş şartı tam yapıldığında, yapanı kurtarabiliyor mu? Kurtarırsa, meselâ hırsızlık yapanı da kurtarabilir mi? Kurtaramazsa, bunları yapmanın hikmet ve faydası nedir?

C.3 – Kur’ân: (Namaz fuhşiyyâttan men’eder!) diyor. Namaz kılan bir kimse vicdânına danışsın, fuhşiyyâttan kurtulmuşsa, yaptığı ibâdet kendisini kurtarır.

Yaptığı ibâdet, hırsızı kurtaramaz. Eğer hırsız, çaldığı malları sahibine iade eder ve onunla helâllaşırsa, günâhları affolunur. Çaldıklarını geri vermezse ve mal sahibini râzı edemezse: (Miskale zerretin hayren yereh, miskale zerretin şerren yereh… Yâni zerre kadar hayır işleyen, işlediği hayrın, zerre kadar şer işleyen de işlediği şerrin karşılığını görecektir…) Bu Allah’ın sözüdür: Mutlaka her insan, ettiğini bulacaktır.

S.4 – İbâdet, derûnî mi, zâhirî mi olmalıdır? Eğer tasavvufçuların kabul ettikleri gibi, derûnî olması icabediyorsa, şerîatçıların, zâhirî olarak yaptıkları ibâdetlerden ettikleri fayda ne kadardır?

C.4 – Bu sûalin cevabı yukarıda verilmiş oldu.

İbâdetin mânâsı (Kulluk)tur; namaz kılmak, oruç tutmak değildir. Kul da, kulluğunu bilmek suretiyle Rabbine yaklaşabilir. Rabbi ile gözgöze karşı gelenin gözü bir daha toprağa bakmaz. Rabbiyle karşı karşıya gelmeyenin, mutlaka beş vakit namaz kılması lâzımdır. Zâhirî namaz da faydadan hâlî değildir. Eğer riyâsız yapılırsa, insanı Rabbine yaklaştırır.

S.5. – Zarûrî ihtiyacımdan fazla olarak ikibin liram vardır. Bunu bir hayra sarfetmek istiyorum. Bununla hacca mı gitsem, yoksa herhangi bir memleket faydasına, (meselâ Kızılay’a mı) yatırsam bana faydası fazla olur?

C.5 – Çoluğun çocuğun varsa ve bu parada onların da hakları varsa, onlara danış. Hac’dan, Kızılay’dan, hayır cemiyetlerinden daha evvel farz olan şey, ailenin, çoluk çocuğunun refahı ve terbiyesidir.