20 Ekim 1952 | Sayı: 58

03 Kasım 1952 | Sayı: 59
06 Ekim 1952 | Sayı: 57

Ankara İlâhiyat Fakültesi profesörlerinden Bay Yusuf Ziya Yörükân talebesi İbrahim Agâh Çubukçu’ya Emre’nin hayatını ve fikirlerini tetkik etmek gibi canlı bir mevzu vermiştir. Bunun içindir ki profesörden bir hafta sonra da talebesi İbrahim Çubukçu Adana’ya gelerek Emre ile konuşmalar yapmıştır. Bay İbrahim Çubukçu, profesöründen Emre’yi marûz kaldığı muhalefet cephesinden de tetkik etmek direktifini aldığı için kendisine, Emre’ye şimdiye kadar yapılmış itirazları ve hücumları ihtiva eden bütün yazılar da tarafımızdan verilmiştir. Muhterem Profesörle olan mülâkat bittikten sonra okuyucularımıza Bay Çubukçu ile olan konuşma da takdim edilecektir.

Muhterem profesörün bulunduğu sohbet, saat 15.00’den sabahın 04.00’üne kadar 13 saat devam etti. Bu güzel sohbetin zaptedebildiğimiz notlarını sualli-cevaplı olarak okuyucularımıza takdim ediyoruz:

Sual – Muhyiddîn-i Arabi’nin bir eserinde meselâ: (Dün gece Şuayb peygamberle buluştum. O bana şöyle dedi, ben de ona şöyle dedim) gibi sözler var. Bu nasıl olur?

Cevap – Bu hâl, vâkidir, olur. Çünkü insan, “mecmû-u kâinat”tır. Kâinatta, şimdiye kadar neler ve kimler gelmiş geçmişse, neler ve kimler gelecekse, bunların hepsi bir insanda mevcuttur. Âdemden Muhammed’e kadar gelen peygamberler Muhyiddîn’de mevcut olduğu gibi sizde de vardır; bütün insanlarda da vardır. Bu hâlin tecellîsi için “tefekkür” ateşinin içimizi yakması lâzımdır. Bu tecellî tesbihle mesbihle olmaz. Bu hâl, Hıristiyanlarda da, Mûsevîlerde de velhasıl herkeste tecellî edebilir; yeter ki “Bu kervan nerden gelip nereye gidiyor? Ben kimim? O kimdir? diye düşünmeğe, ah! of! demeğe başlasın, kâfi. Birgün yolu o “hâl”den de geçebilir.

Muhyiddîn’de gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin hâli mevcut. Muhyiddîn onları görmek isteyince onların hâli tecellî ediyor. Dediğimiz gibi, bu hâl herkeste tecellî eder; yeter ki nerden ve niçin geldiğimizi ve nereye gideceğimizi düşünelim.

Sual – Bütün filozoflar bu meseleyi düşünmüşler ama her biri başka başka.

Cevap – Düşünce bir yoldur. Onlar yolda kalmışlar. Hâlbuki yolun ilerisi ve sonu var. Onların yolları muhtelif yerlerden geçmiş; herkes geçtiği yolu tarif etmiş; onun için her biri başka türlü söylemiş. Lâkin onlar yolun nihayetine erememişler, “mâ bakaa illa Vahid”e gelememişler.

Sual – Muhyiddîni Arabi’nin kerpiç meselesine ne dersiniz? Muhyiddîn: (Velâyet altın, nübüvvet gümüş kerpiçtir. Son altın kerpiç benim. O binayı ben tamamladım) diyor; doğru mudur?

Cevap – Doğrudur. Muhyiddîn bu sözleri söylerken fenâ-fi-llah olmuştur. O sözleri söyleyen kendisi değil, Allah’tır. Yalnız, aklı karışık olduğu için “ben!” diyor. Fakat sonra tenezzül makamına inerek bizi o ilâhî zevka davet ediyor. Muhyiddîn, o ilâhî zevk ve saltanat makamına altın kerpiç; peygamberlerin insanları davet etmek için indikleri tenezzül makamına da gümüş kerpiç demiştir. Lâkin küçük gibi görülen bu tenezzül makamı, o saltanat makamından daha yüksektir.

Sual – Size gelen bu hâl, kabil-i izâh mı?

Cevap – Değil. Bütün lisanlar bir araya gelse bu hâli tarif edemez. Ben o hâlin hâkimi değilim ki bileyim; mahkûmuyum.

Sual – İçinizden gelen bir ses mi? Zihninizin mahsulü olan bir şey mi? Ağzınızdan dökülen kelimeler mi diyelim? Hangi şekilde anlayalım?

Cevap – Ben anlamadım ki size anlatayım…

Sual – Nesimî’nin, Niyâzi’nin, Kaygusuz Abdal’ın şiirlerini sever misiniz?

Cevap – Kaygusuzu maygusuzu okumadım. Ben Develioğlu’nun yüzüne bakınca bazı hâller tecellî ederdi; Esasen o zamanlar okuma, yazma bilmezdim. Hatta arkadaşların okudukları şiirleri bile ezberleyemezdim. İsterdim ki onlar hep okusunlar, ben de dinleyeyim. Tabii onlar da benim her istediğim zaman okuyamazlardı. Bir gün Develioğlu: (Sen bir Nesimî, bir Fuzûlî, bir Yunus, bir Niyâzî, bir Seyit Seyfullah, bir de Kuddûsî divânını alacaksın!) dedi. Kendi kendime: (Okumasını bilmem; acaba bu divânları ne yapacağım?) diye düşünmeğe başladım. İki gözü anadan doğma âmâ bir arkadaşım vardı. O, gitti, bu divânları aldı, getirdi. En hoşuma giden şiir, Niyâzî’nin (Kasap önünde koyunum) diye başlayan şiiri idi; Ora çok okunurdu; onun için yerini belledim. Yazıya bakarken, bakarken “kasap” kelimesini öğrendim. Kasap dükkânlarının levhalarında da bu kelimeyi seyrederdim. Çok geçmeden, Niyâzî’nin “kasab”ını öğrendik. Sonra yavaş yavaş okumaya başladım. En fazla Niyâzî ve Yunus’u severdim; çünkü onlar Türkçe yazıyorlar; öbürleri arabî, farisî karıştırmışlar.

Sual – Sizin bu hâlinizde aile tesiri var mı? Anneniz, babanız bir tarîkate sâlik mi idiler? Anneniz cevherli bir kadınmıştır herhalde?

Cevap – Aklıma babamın hâlleri geliyor: (Muhammediye)deki “Dilârâdır…” diye başlıyan şiiri okur, okur ağlardı.

Sual – Benim görüşüme göre kolaylıkla şiir söyleyenler, bu kabiliyyeti ekseriya aileden almışlardır. Dinî heyecanın da bir rolü vardır.

Cevap – Benim mânevi gıdam ailemden değil, Develioğlundandır. Ailemiz çok sofu idi; namazlarını kılarlar, harâm yemezlerdi.

Sual – Babanız bir tarîkate mensup muydu?

Cevap – Kesdirim olarak bilmiyorum. Amma Muhammediye’yi okurken ağlardı; kitabı yüzüne kapar, gözyaşları kitaptan döşüne cor cor akardı.

Siz bu hâli mutlaka aileden intikal eder zannediyorsunuz amma, öyle değil. Öyle olsa insanı ümitsizlik basar. Bu bir aşı meselesidir; insanlar birbirlerinden aşılanırlar. Bu hâl herkesten tecellî edebilir amma, başka arzular bırakmaz bizi.

Sual – Anlaşılıyor ki sizin yolunuz dinî bir vecd mahiyetinde… Tuttuğunuz yolun tarîkatle, seyri sülûk ile alâkası yok.

Cevap – Evet. Seyr-ü sülûk edenler yollarını şaşırırlar. Bizim hâlimiz tarîkat değildir. Tarîkat bir yol, hakikat ise bir noktadır. Noktanın neresinden neresine yol olur? Göğsümüzün içinde bir topak et var. O, bir kere yandı mı, ne tesbih ister, ne tarîkat. Önümüzde öyle ilâhî bir dalga var ki… Mektepliler, edebiyyât ve tasavvuf okuyanlar bu hâli çok yüceltecekler, büyütecekler.

Sual – Bu hâl, ulûhiyyeti tefekkürden ziyade ulûhiyyetin tecellîyatını tefekkür oluyor.

Cevap – Hz. Muhammed: (Ben Cebrail’le bir yere kadar gittim. Cebrail, burdan öteye gidemem, adımımı atarsam yanarım dedi.) diyor. O kendinden evvel konmuş olan melek mefhumunu bozmamak için Cebrail demiş. Cebrail derken aklı kasd ediyor. Aklın tefekkürü (Sidre)de kalır, öteye gidemez. Oradan öteye aşkla gidilir.

Sual – Burak, Cebrail, denilen şeyler temsîli midir?

Cevap – Evet.

Sual – Şeriat Mi’râc’ı pek kabul etmez. İmâm- ı a’zam: “Mi’râc”ı inkâr eden kâfir olmaz” diyor. Hz. Ayşe: “Peygamber o gece yatağındaydı” diyor. Bazıları da, peygamberin o gece “Ümmühânî”nin evinde olduğunu söylüyorlar. Mi’râc’ın hangi sene olduğu da ihtilâflıdır. Bazıları peygamberlikten evvel, bazıları Mekke’de, bazıları da Medîne’de oldu diyorlar.

Cevap – Mi’râc, maddî bir hadise değil, aklî bir hâldir; peygamberin kendinden kendine tecellî eden bir hâldir.

Soru – Mi’râc kaç defa olmuş?

Cevap – Bir kere olduktan sonra her dakika olur durur.

Sual – Peygamber Mi’râc’ta nereye çıktı?

Cevap – Kendinden kendine çıktı. Semâda boşluktan başka bir şey yok.

Sual – Alevîler: (Muhammed M’irâc’ta Hz. Ali’nin huzûruna çıktı” diyorlar. Ehli hadîs “Mescid-ül Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya götürülmüştür.” diyorlar.

Cevap – Mi’râc’a herkes kendi anlayışına göre mânâ veriyor. “Muhammediye” sahibi Yazıcızâde de eserini halkın anlayışına göre yazmıştır. Meleği, Şeytan’ı, Cennet’i, Cehennem’i halk nasıl biliyorsa öyle anlatmıştır. Böyle yapmaya mecburdur. Herhangi bir kimseyi bir yere davet edecek olan kimse, onun yanına gitmek zaruretindedir. Kâmil insanlar da bizi “gönül cennetlerine” davet etmek için, inanışımızı ve akîdemizi bozmadan, bizi incitmeden aklımızın elinden tutarlar, götürürler. Sonra yavaş yavaş bizim “Zan”nımızı atarak kafamıza “hakîkat”i yerleştirirler. Yazıcızâde’nin “hakîkat”ten bahsettiği şiirler, sonunda kendi ismi geçen şiirlerdir. “Hâl” ve “Aşk” tecellî ettiği zaman ismini yazmıştır. Öbür şiirler rivayet ve hikâye kabilinden şeylerdir. Muhammediye olsa da ismi geçen şiirleri okusak da şerh etsek…

Sual – Develioğlundan aldığınız kudreti anlatır mısınız?

Cevap – Uzun müddet mânevî hizmetinde bulunduğum bu zât’a âşıktım, hâlâ da âşıkım. Onun yüzünü görmekten başka bir arzum yoktu. O konuşurken ona hayran hayran bakardım. Sesi uzaktan gelir gibi gelirdi. Ne söylediğini anlamazdım. Bana “şöyle yap, böyle yap” demedi. Ona bakarken, onu düşünürken tarif edilemeyecek hâller tecellî ederdi. O, şeyhlik, tarîkat diye bir şey kabul etmezdi, böyle şeyleri sevmezdi. Tasavvuf deyince aklına tesbih seccade ve tarîkat gelen insanlar ona “Nakşî” derlerdi. Onun nakşîliği, isimsiz, tesbihsiz ve tarîkatsiz bir nakşîlikti. Biraz evvel de söyledik ki, tarîkat bir yol, hakîkat ise bir noktadır. Noktanın içinde yol olur mu? Yol, kesrettir; “Tevhîd” tecellî edince yol kalır mı? Sizinle görüşmek için buraya kadar yol yürüdüm. Şimdi yol bitti; artık konuşuyoruz. Yol birdir; Mûsevîler için de, Hıristiyanlar ve Müslümanlar için de yol birdir. Mesele, bizim yok olmamızdadır. Bu da hesapla kitapla değil, zamanla olur. Develioğlu için ne yol, ne mezhep, ne din, ne Hıristiyanlık, ne Müslümanlık farkı vardır. Allah’tan ayrılıp da âlemi fark’a gelen için yol da var, din de var, mezhep de. Develioğlu’nun yolu buydu; Benim yolum da onun yoludur.