Birgün ölüm üzerine, konuşuluyordu. Bu mevzuda Bay Emre şunları söyledi:

Emre – Tabiatın iyi ahlâklarıyla ahlâklanan insanlar ölürken ekseriya yeşillikler, ağaçlar görürler. Hz. Muhammed (küllü şey’in yerci ilâ aslihi: Her şey aslına döner) demiyor mu? Tabiat ahlâkları da aslı yeşil olan tabiata dönerken yeşillikler görülür. Herşeyin aslı yeşildir. Türlü renkteki çiçekler aslında, yani topraktan ilk çıkışında yeşil bir ottur. Hangi boyanın aslı yeşil değil ki?..

Bazı insanlar da aklen ve kalben bağlandıkları yere giderler, yani canlarını ona teslim ederler. Ondan başka herşey ölüdür. Bir doğuşta da var ya:

“Neyi sevsem, bakarım, onu, ölü,
Her taraflar diridir, sonu ölü;”
Âdetidir, mekânı daim harap;
Kendi diri, giydiği donu ölü.

Ölüyü seven de ölecektir. Azrâilin, Mikâilin, İsrâfilin, Cebrâilin ne olduğu anlaşılmazsa ölüme mahkûmuz. Zerre kadar korkusu olan insan ölüdür. Canını hayattayken sahibine teslim etmeyen kimse Azrâilin pençesine düşecektir.

Kur’ân çok hoştur. Buraları anlatmak için; (Kendinizi bize satınız!) diyor. Canımızı Allah’a satarsak, Azrâil ne bulup da alacak?

Bekçibaşı bir Mehmet Emmi vardı. Hastalanmış, dili tutulmuş; fakat gezermiş. Bir gün bizim eve gelmişti. “Mehmet Emmi türkü bilin mi?” dedim. İşaretler yaparak “e..e..” dedi; yani “dilim söylemiyor” demek istedi. Fakat sonra, nasılsa başladı söylemeğe:

Harput’un altı kelek,
Harput’a gidek gelek;
Elin elimde olsun,
Kapı kapı dilenek.
İşte mesele burada: Yani “Elin elimde olsun, kapı kapı dilenelim”de.

Bizim hâlimiz arzu, emel sahiplerinin aklına uygun değil, fakat Kur’ân’a uygundur. Bize “zındık!” diyenler, bizi bilmediklerinden tanımadıklarından söylüyorlar. Hâllerinde haklıdırlar. Çünkü benim de başımdan geçti. Vaktiyle Develioğlu’na “zındık, kalpazan” derlerdi. Ben de onlara gönülden iştirak ederdim, sonra, Allah râzı olsun bir arkadaş beni Develioğlu ile tanıştırdı. O gün Develioğlu konuşuyordu. Söylediği şeylerin tarîkatla ve şeyhlikle hiçbir ilgisi yoktu.

O zamanlar tekkeler henüz kapanmamıştı. Etrafındakiler Develioğlu’na : “Gel bir tekke açalım” deyince, Develioğlu: “Oğlum, aklın, ilmin, irfâniyyetin tekkesi olur mu? Bu iş, anlamaktan, dinlemekten ibârettir. Tekke bizim kalbimizdir” demişti.

Lâkin onun sözlerini o gün hazmedemedim. O sözler, o günkü taassubuma ağır geliyordu. Onun için kimseyi kınayamayız.

Biz ne şeyhiz, ne de derviş. Kim bizi menfaat mukabili olmadan, Allah için severse, biz de onu seviyoruz. Yunanlılara bak… Biz ne Hıristiyan biliriz, ne de Mûsevî. Sevgiden başka bir şey bilmiyoruz. Bize “derviş” veya “şeyh”, “tarîkatçı” dediler mi canımız sıkılıyor. Biz ne tarîkatçıyız, ne de mürteci. Mürtecilerin birinci düşmanı hükümet, ikinci düşmanı da biziz. Hükümet olmasa, onlar bizi ellerine geçirseler, kıtır kıtır keserler. Hükümetin onları şiddetle takip etmesini her vakit isteriz. Hükümet, hakiki hüviyetimizle tanıyamadığı için, bizi de takip eder; etmelidir de. Biz bu takipten memnun oluruz. Çünkü bize sorarlarsa hakîkati anlarlar.

İrticâ, kendinden, yani gerilikten başka hiçbirşeyi sevmez; her şeyin düşmanıdır; fakat biz kimseyi düşman görmeyiz; bizim düşmanımız yoktur.

Biz siyasete de karışmayız; çünkü, herşeyden evvel siyaseti bilmeyiz yani aklımız yetmez. Siyasete ülül’emre itaat etmek suretiyle karışırız. Yani verilen vazifeyi yaparız, o kadar.

Benim siyasete aklım ermiyor, millete iyilik yapayım derken ya fenalık yaparsam? Siyasetten anlamayan mürtecilerin siyasete karışmaları da bu kabildendir. Din siyasete karışırsa, işte böyle, velveleye gider ortalık. Biraz serbest kalsalar, bak ortalık ne olur… Biz ne şuyuz, ne buyuz. Sevgiden başka birşey bilmiyoruz. Bizi yok edecek ve yok etme suretiyle ihyâ edecek bir sevgi deryâsına atılmalıyız. Sevgiyi nâmütenâhi büyütmeli, kendimizi de o kadar küçültmeliyiz. Kocaman bir ağaca küçücük bir çöpü dürtüyorsun, o çöp, ağacı aşılıyor. Sevgi de böyle. Sevdin mi, tamam. Nedir buraya gelişimiz? Niçin birbirimizi arayıp buluyoruz? Sevgi olmasa, birbirimizi sevmesek, başlar ikrâh. Başlarız birbirimizin kusur ve kabahâtini bulmaya. Allah sevgisi gitti mi, Şeytan sevgisi gelir. Ne onun nihayeti var, ne bunun…

Anlatmanın sonu; anlatmamaktır. Sevgi böyle olmalı.
Sevgiden girilir, sevgiden çıkılır. Ben sevginin kuluyum.

Bu ilim tahsîl olunmakla tahsîl edilir. Yani, tahsîl edelim derken, biz tahsîl olunacağız. Nasreddîn Hoca’nın dediği gibi, “Eyyub”umuz “ip” olacak.

Arabın biri bir vâdide “Hâdî”yi arar, “Ey vâdi! eynel-Hâdî?” dermiş. Nihayet kendini kaybedip “Hâdî”yi bulunca, vâdi de kaybolmuş. Geldiği yere gidecek; fakat gidemiyor. Bu sefer “Ey Hâdî! eynel vâdi?” diye bağırmaya başlıyor. Sevgide de böyle kaybolacağız.

Tevhîdi herkes bir türlü anlar. Kimisinin tevhîdi “hâli”dir, kimisininki de ilmî yani aklîdir. Mademki akla bağlı, öyleyse içinde “aceba” var. Zevk tecellî etmiyor mu? Demek ki “tevhîd” tecellî etmemiş.

Muhammed’in hâline bak: “Elhamdülillâhi Rabbil’âlemin” derken hiçbir varlığı ayırıyor mu? Mademki herşey mahlûk, öyleyse kendine bitişik; nasıl ayrı görsün? Kendinde “acıma, şefkat” hâli zuhûr eden insan ehli tevhîddir.

Kendi menfaatini düşünen insan Allah’tan ayrıdır. Şeytan, kuyruklu, külâhlı bir mahlûk değildir. Şeytan kötü ahlâktır, fücurat bilgisidir.

Şeytânî sıfatlardan kurtulup Allah’ın “Rahmân” yani merhamet sıfatına mazhar olanlar, başkalarının menfaatini kendi menfaatlerinden daha üstün tutarlar. Bazıları onlara “ahmak!” derler amma, sen bu zevki gel onlardan sor. Onlar herkesi ve her şeyi ışıkta ve ışık olarak görürler. Millet ve din tefrîkini de unutur, sadece insanları severler. Muhammed din ve millet tefrîki yaptı mı? Bütün Kitaplar ve hitaplar bütün insanlaradır.

Sevgi kadar büyük bir kudret yoktur. İki kişiden, biri diğerini sevse, öteki onu sevmese, seven cennette, sevmeyen cehennemdedir. Sen onu sev, o, isterse seni sevmesin.

Mahlûkatın hiçbirine ikrâh nazarıyla bakmamalı. İlmi de, irfâniyyeti de nihayet buraya, yani sevgiye gelir; buradan taksîm olunur. Herşeyin menbaı, menşei sevgidir. “Satranc-ı Urefâ” ne hoştur… Necati hepimize birer tane yapmıştı. Allah râzı olsun. Çocuk ne menfaat bekledi bundan? Belki kesesinden para verdi… Fakat ne mânevî kazanç… Bizim satrancı, İlâhiyat Fakültesi profesörü Bay Yusuf Ziya Yörükan’a vermiştik. İlâhiyat Fakültesi talebelerine gösterecekti. Necati askerden gelince, bir tane daha yapacak. O satrançta “Vuslat”a “muhabbet” hânesinden çıkılıyor. “Satranc-ı Urefâ” güzel bir “hâl” kitabıdır. “Muhabbet”e varamadıktan sonra neye yarar? İsterse bütün dünya bizim olsun. Dünyanın bütün ilmini bilsek, bir harfini bile götüremeyiz. Öbür dünyaya bu ilmin ancak ağırlığını götürürüz. Ama böyle deyip de ilimden vazgeçmemeli, ilmin ağırlığı, yani gururu altında kalmamalı.

İnsan mânevî zevki tahsîl etmezse, gerisi boş.

Allah bizi evvelâ Âdem olarak yaratır; sonra “insan” derecesine indirir; daha sonra da “beşer”liğe düşürür. Bu hâli, bu düşüşü idrâk edenler akıllarındaki “kötü ahlâk” askerlerini tepeleyerek “Kan Kalesi”ni fethederler; böylece tekrar “insan” olurlar. Bundan sonra da “Âdem”lik devresi başlar. Sonra “Rahmân” sıfatının hâli tecellî eder. Bu tecellîye mazhar olan insan artık ölmez; çünki muhîtleşir.

İnsanı kurtaracak olan şey, ancak nefis ve ahlâk tasfiyesidir. Öyle “Biliyorum, bilirim” yok. İnsan ne kadar bilse, Şeytan’dan daha fazla bilemez ya… Çünkü o, meleklerin hocasıydı; ama Allah’ın da düşmanıydı. Sevgiye varmayan insan da Allah’ın düşmanıdır. Tek kurtuluş çaresi bütün mahlûkatı kendimizden fazla sevmektir.

Sevgi merdiveninin basamakları, aşağıdan yukarıya, yani Allah’a doğru sırasıyla şöyle tekâmül eder: Yürek, kalp, vicdân, gönül.

Yürek, hayvanlarda da vardır. Yürek, duyduğunu tahlil ediyor ve düşünüyorsa “kalp” olur. Sonra “vicdân” olur. Allah o vakit oradadır. Hıristiyanlar haç çıkarırken: “Allah ne sağda, ne solda; kafa ile kalptedir” demek istiyorlar amma, ne dediklerini bilmiyorlar. Onların haçı, çarmıhı, Îsâ’nın mânevîyyetini ve yüzünü tarif ediyor.

İnsanlar sevdiklerinin yüzüne, gözüne bakarlar. Dost başa, düşman ayağa bakar derler. (Ahsen-i Takvim) olan, yüzdür. Hayvan yüzü “Cemâl” olabilir mi? Vücut ve âzâlar sıfat, göz zattır. Âzâda kusur olabilir. Onun için âzâya, yani sıfata bakan kusur görme ahlâkına düşecektir. Öyleyse, biz de doğrudan doğruya yüzüne, gözüne, bakarız. Biz onun bir parçası olursak, o bizden vazgeçer mi? Büyüğün büyüklüğü, küçüğünü düşünmesinde ve sevmesindedir. Ne kadar seviyor ve düşünüyorsa, o kadar büyüktür.

İnsan mânevîyyette büyümezse, isterse 500 yıl yaşasın, yine çocuktur. Yaşayanın değil, düşünenin ve anlayanın yaşı büyüktür. Bunun içindir ki Muhyiddîn-i Arabî, beş yaşındaki Mevlânâ’yı deryâya, babasını da küçücük bir damlaya benzetmiştir:

Mevlânâ’nın babası, memleketinden hicret edip Konya’ya gelirken Muhyiddîn-i Arabî’yi ziyaret etmek üzere Şam’a uğramış. Oğlu, beş yaşındaki Mevlânâ, yani Celâleddin de yanındaymış. Küçük Celâleddin Muhyiddîn’in büyük bir adam olduğunu anlıyor. Babasının aklında ise hep Bağdattaki mutasavvıflar varmış, sohbette de uykusu gelirmiş. Babası: “Kalk gidelim” dedikçe, Mevlânâ “Babacığım, aradığımız burada!” diyor, amma babasına dinletemiyor. Nihayet gidiyorlar. Muhyiddîn arkalarından “Ha ha ha!” diye kahkahayla gülüyor. Etrafındakiler, böyle gülmesinin sebebini sorunca, Muhyiddîn, babasının arkasından giden küçük Celâleddin’i işaret ederek: “Koca bir deryâ bir damlanın arkasından gidiyor da ona gülüyorum” diyor.

Sonra Mevlânâ, babasını gaflet uykusundan uyandırıyor. İşte bunun için, babasının oğluna minnetini ifade etmek için, Mevlânâ’yı babasının yanına gömerlerken, babasının tabutunu, yaşça küçük, fakat mânevîyyetçe büyük oğlunu karşılamak için ayağa kaldırmışlardır. Babasına (Sultanûl’ulemâ) diyorlar. Mevlânâ ise Allah’ın âlimlerindendir.

Babasının tabutunu sonradan ayağa kaldırmışlardır. Yoksa tabiatullahtan böyle bir şey câri olamaz.

Yine sözümüze gelelim: İlle sevgi, ille sevgi. Büyük, küçüğü sevmeğe memûrdur. Allah’ın kudretiyle bitişen insan, hepimize ücretsiz ve menfaatsiz olarak hizmet eder. Bizi o kadar sever ki, bizimle konuşurken, incitirim diye yüreği titrer. O, İlâhi bir güneştir. Biz ona küsüp arkamızı dönsek bile, o yine bizi aydınlatır; bu sefer de arkamızı aydınlatır. Lûtfu bu kadar sonsuzdur.