Geçen sayıdaki konuşmanın devamı:

Ama sonra bir devre gelir ki insan aslını bulur ve onda aşk yoluyla kaybolur, o zaman, o kimselerin irâdeleri Allah’a geçer; onların irâdeleri kalmaz. Böyle kimseler fenalık yapamazlar, çünkü irâdeleri Allah’tadır, Allah ise hiçbir zaman fenalık yapmaz.

Bazı insanlar da nefislerinde, yâni Şeytânda fânî olurlar; irâdelerini, kötü huylarını yaratan kuvvete teslim ederler.

S. – Niçin kötülükler, menfî hisler daha çoktur?

Emre – Nerde tatlı varsa, ekşilik de beraber… Tatlının gömleği asittir. Tatlının önü de ekşidir, sonu da. Üzüm, üzüm olmadan evvel ekşiydi, yâni koruktu. Onu ateşten geçirirsek, yâni kaynatırsak tatlanır; ateşten geçirmezsek, sirke olur; bir daha tatlanmaz.

Biz de Allah’ın yasak ettiği şeyleri yaparsak, sirke olur, bir daha geriye dönemeyiz. Onun için, Allah’ın yasak ettiği şeyleri gözümüzden, kulağımızdan, kalbimizden çıkarır, Allah’ın “Hâdi” sıfatında fânî oluruz. Böyle olan kimselere “İnsan” derler. İnsanlık, sözden değil,  hâlden belli olur.

S. – İhtiyarlıkla çocukluk, birbirine muâdil gibi?

Emre – Amma, çocuklukta bir zevk vardır; ihtiyarlıkta zevk var mı?

Elhâsıl, insan, bu âlemde yaşadığı müddetçe nefsine mağlup olmayacak; nefsine uyan kimselerle konuşmayacak, aklının istediği kimselerle arkadaş olmayacak.

S. – Nefsin terbiyesi nasıl olur?

Emre – En sür’atlisi, âşık olmak… Nefse, Allah’tan başka kimsenin gücü yetmez. Nefsin yaşı, dünyanın yaşı kadar; biz onun yanında çocuk gibiyiz, biz onu nasıl terbiye edebiliriz? İlle onu Allah’a öldürtmeli.

S. – İrâdenin tesiri yok mu?

Emre – Var amma, “küçük irâde”mizi (Büyük İrâde)ye teslim etsek daha iyi değil mi? Hem Şeytân’ı görünce “Kulhuvallahu” okumalı derlerdi ya. Ama bilerek okumalı… Allah daima gözümüzün önünde bulunursa, (Nefis şeytânı) yanımıza yaklaşabilir mi? Görülüyor ki “Kulhuvallahu”nun ne olduğunu bilmek, onu okumaktan daha iyidir. Dağ başında aç kalsak da “ekmek!” diye bağırsak karnımız doyar mı? Karnı doyurmak için ekmeği bulmak şarttır.

***

Robotlardan, “makine – adam”lardan bahsedilmişti:

Emre – Makine, adama iş bırakmadı; kavga dediğin, bundan çıkar.

***

Emre – Çocuk anasından doğunca, kuvvet, çenesindedir: boyuna emer. Sonra, kuvvet dizlerine gelir: emekler; sonra beline, kalbine en nihayet dimağına. Buraya geldikten sonra, ine ine yine çenesine iner, orada kalır; bunun içindir ki ihtiyarlar çok söylerler. Amma, mânevî menbaa bağlananların kuvveti beyinlerinde kalır.

***

Emre – En büyük kemâlât, bilmemektir. Herşeyi bileyim! diyen bir kimse için hayat, ölümden beterdir; yılanın zehrine alışan İngilizin hayatı gibi: Adamın nefesi bile zehirli çıkıyormuş… Böyle olan bir insan çoluğuna çocuğuna bile yanaşamaz; hep azâb içinde yaşar.

Yediklerimizi, içtiklerimizi görsek, bilsek, yemekten içmekten kesiliriz. Allah’ın esrâr-ı ilâhîyyesi; yâni bazı şeyleri bize bildirmemesi, bizim iyiliğimiz içindir. Meselâ içtiğimiz suyun içinde, hiç görmediğimiz, bilmediğimiz canavarlar var. Bunları görsek, o suyu içemeyiz. Hâlbuki onların vücudumuza faydaları vardır. Onlar kendi hayatlarıyla bizim hayatımıza yardım ediyorlar.

Bir lokma yemekte ne hayatlar var… Onlar canlı olmasalar, vücuda yaramazlar. Ağzımızdan girince yürümeğe başlıyorlar. Vücudumuz da onları davet ediyor. Ölü olsalar, vücud onları çağırır mı? Biz, ölen kardeşimizi evimize almak ister miyiz?

Bilûmum kokular canlıdır. Güneşin harareti, ziyâsı da hayattır. Fezâda uçarak yürüyor, gelip evin içini dolduruyor ve bizi ısıtıyor.

Herşey diridir ve her şey birbirine zıddır… Zıd olan cisimleri uzaktan seyredersen, esrârına vâkıf olursun. Onların zıddiyyetinde insanlar için mutlaka bir fayda vardır. Elektrik lâmbasındaki tellerin zıddiyyetinden ne büyük istifâdeler ediyoruz…

Bu iki zıddın esrârını biliyor ve onlara hükmedebiliyorsan, yanaş; bilmiyorsan, uzakta dur, yaklaşma. Ya hükmetmeli, ya uzak durmalı ki istifâde etmeli.

***

S. – Kalb gözü nasıl açılır?

Emre – Şişle.

***

Emre – Dağ, taş ancak kendini götürür; insan ise her gördüğü, işittiği şeyi malı, mülkü kalbine doldurur. Kur’ân’daki “İnnâ araznel’emânete…” âyetindeki mânâ budur. Hâlbuki tarla bizim mülkümüz mü, yükümüz mü? Yükümüz.

***

S. – Bütün tasavvuf kitapları hep aynı şeyleri söylüyorlar.

Emre – Şey efendim: Güneş, hangi lisândan tarif edilirse edilsin, onun hâli anlatılacaktır. Değişiklik olabilir mi?

S. – Artık kitap okumayı bıraktık.

Emre – O da lâzım zamanına göre… Okuyacağız, yâni bu sözlerin doğruluğuna şahit arıyacağız. Bunlar birbirine değe değe hakîkat meydana çıkar… Yağ, yayıkta sütü döğdükten sonra çıkıyor. Onun döğülmesi bir lütûftur. Velhasıl, ölmek gerek ölmek!

Tilkinin biri, bir köye giriyor. Tavuk ararken bir bakıyor ki, bir buğday kuyusu. O kuyulara buğdayı, bir tabaka saman, bir tabaka buğday koyarak doldururlar. Tilki, boş kuyuya atlıyor. Dipteki buğdayları yiyip, çıkıyor. Köyden dışarda bir ayıya rastlıyor. Ayı bakıyor ki tilkinin karnı kabarmış, soruyor: “ Nerede doyurdun karnını?” Tilki “gel göstereyim!” diyor, ayıyı kuyunun başına götürüyor. Ayı çok acıktığı için kendini kuyuya atıyor. Kuyuda kalan buğdayları yiyor; fakat dışarıya çıkamıyor, kuyuda kalıyor. Ayı son bir gayretle tırmanmaya çalışıyor; tilki yukardan “öyle de ettim olmadı!” diyor. Ayıcık, ellerini yere koyuyor, ayaklarını duvara dayıyor; tilki “öyle de ettim olmadı!” diyor. O sırada ev sahibi dışarı çıkıyor. Bakıyor ki bir sesler var. Tilki adamı görüyor. Ayı da tam o sırada: “Peki, ne yapacağız?” diyor. Tilki: “Öl de kurtul!” diye cevap verip, kaçıyor. Adam geliyor ayıyı görüyor. Gidip çiftesini alıyor, ayıyı öldürüyor. Derisini alıp, gerisini satıyor. Adam gittikten sonra, tilki ayının yanına geliyor: “Hah, şimdi oldu!” diyor.

Biz de öyle yapıyoruz olmuyor; böyle yapıyoruz, olmuyor; öyleyse benlik derisini verip kurtulalım.

***

Emre – Herkes kendi hâlini beğenir.

Birgün Zümrüdüanka, kargaya: “Git, güzel bir kuş yavrusu getir…” diyor. O da gidiyor, bülbülün yavrusuna bakıyor beğenmiyor; filân kuşun yavrusuna bakıyor, beğenmiyor, nihâyet kendi yavrusuna bakıyor ki çok güzel, onu götürüyor; “Bu ne?” diyor Zümrüdüanka. Karga: “Efendim en güzeli bu!” diyor.

***

25.3.1954 te yapılan konuşmadan zaptedilebilen notlar:

Bu konuşmaya başlamadan önce bazı doğuşlar okunmuştu. Konuşmalarda ilk defa bulunan bir zât doğuşlardan büyük bir zevk alarak şöyle demişti:

– Bizi yükselttiniz; doğuşlarla coşturdunuz.

Emre – Estağfurullah, sizden yüksek ne var ki… Siz bana basın da yükselin.

Bu zât, sonra bir münâsebetle şöyle bir hikâye anlattı.

– Annemin bir hikâyesi vardı; ben çocukken anlatırdı: Bir inkisârcı kadın varmış; sanatı, şuna buna bedduâ etmekmiş; yâni parayla bedduâ edermiş. Birgün birisi buna: “Senin yapığın bu iş iyi değil…” diyor. Kadın: “Kendime hâkim olamıyorum…” diyor. Adam: “Yemîn et…” diyor. Fatma kadın yemîn ediyor, bir daha bedduâ etmemek için.

Aradan bir zaman geçiyor. Birisi Fatma kadına para veriyor: “Filâncaya bedduâ et !” diyor. İnkisârcı Fatma kadın: “Yemîn etmiştim amma; o kişicik mumcuğunu yaksın da öleceğine baksın!” diyor.

Bu hikâye üzerine Emre şunları söyledi:

Emre – Bu benlik ne acaip şeydir… Ben küçükken, Ali Hoppa isminde bir deli vardı. Buna ağızlarıyle “zzzzıt!” ettiler mi, eline taş toprak ne geçerse onlara atar ve ağzına gelen küfrü ederdi. Herkes buna takılırdı; fakat tehlikeliydi; çünkü eline ne geçerse atardı.

O devirde Niyazî Efendi isminde akıllı bir hoca vardı; o, Ali Hoppa’ya nasihat ediyor: “Gel yapma oğlum; sana acıyoruz. Onlara uyma, onları dinleme…” diyor. Ali Hoppa: “Peki hoca efendi, kızmayacağım!” diyor ve kendikendine: “kızmayacağım!… kızmayacağım!..” diye diye çarşıya geliyor. Birisi zzzıt! diyor. Ali Hoppa ona “kızmayacağım!” diyor. Öbür taraftan bir başkası daha zzzıt! diyor. Ali Hoppa ona daha şiddetle: “Kızmayacağım ulan!” diyor. Birisi daha zzzıt! deyince: “Ulan anasını, avradını… Kızmayacağım işte!” diyor.

Benlik böyledir.

S. – Peygamberimiz: “Kâinattan evvel ben vardım!” diyor; bu sözü anlamıyorum.

Emre – Peygamberimizin ağzından ben! diyen, Allah’tır… Sonradan halkedilmiş bir şey yok; evveli böyle, âhiri böyle. İnsanda bu hâl doğmayınca, o insan halkolmuş değildir. İşte biz şimdi halkolmaya başladık.

Âdem, peygamber; Muhammed? O da peygamber. İkisi arasında milyonlarca peygamber gelmiş, geçmiş… Fakat peygamberlik hâli bâkî. Bir merdivenden yukarı çıkarken birinci basamağa siz basıyorsunuz. İkinci, üçüncü… nihâyet son basamağa kim basıyor? Yine siz. İşte peygamberler, bir merdivenin basamaklarına benzerler. Allah, bu basamaklara basarak çıkmıştır. İlim ve hâl, Hz. Muhammed’de rüsûh bulmuştur. Bunun içindir ki sözleri her vakit yeni, herşeye uygun, herşeyle beraberdir. Peygamberlik Hâli kendisinde tekâmülünü bulduğundan, “Benden sonra peygamber gelmeyecek!” demiştir. Onu anlamak, tanımak kolay değildir. Biz, bizliğimizden geçersek o meydana çıkar.

Hakîkatte ne Âdem var, ne birşey… Âdem daha dünkü çocuk, nice Âdemler gelmiş, geçmiş… Âdem de bir rumûzdur. Ne evveli var, ne âhiri.

S. – Evveli Hû! âhiri Hû!

Emre – Evet ama asıl: “Evveli bu! Âhiri bu!” diyebilmemiz lâzım. “Evveli” dersek evvel olur. “Zâhir” edebilirsek “Zâhir” olur. İş edebilmede.

S. – Ondan sonra peygamberleri, ârifleri gönderiyor; kimbilir ne kadar…

Emre – Denizde dalga sayılır mı? İyisi mi, dalgaları bırakıp “Deniz”e bakmalı.

S. – Amerika’ya gönderilmiş peygamber var mı, yok mu? Mısır’dan, Irak’dan, Hicâz’dan zuhûr etmiş. Mevlânâ: (Îsâ da, Mûsâ da, Muhammed de bir. Yüz bizde olduktan sonra doksan da onun içinde!) diyor.

Emre – Hz. Muhammed ezelî ve ebedîdir… Biz de onun aşkına giriftâr olursak, ondan ayrı değiliz. Dere, çay, ırmak isimleri, bunlar deryâya akmadan evvel mevcuttur. Denizde “Seyhan nehri” olur mu? İyisi mi, ne yapmalı? “Esmâ” dan vazgeçerek, “Müsemmâ” ile uğraşmalı. Deryâdan karşıya çıktın mı, nice postekiler var ki say, say bitmez.

Adana’nın Fransızlar tarafından işgali zamanı, genciz. Develioğluna yapıştık. Hicretten gelmiştik. Sene 1337… Birgün Tarsus’a gittik. Develioğlu’nu aradık, Köprü’nün beri tarafındaymışlar. Ateş yakmışlar; semaverlere ateş atıyorlar. Bütün gece güzel bir âlem geçirdik. Şafak yaklaştı. Arabalarla Tarsus’ta koza taşıyorlar. Herkes bir tefekküre dalmış halde… Arabacılardan birisi çok güzel sesiyle bir türkü söylüyordu. Arkadaşlardan biri bana: Dinle bak, ne diyor? dedi; kulak verdim; arabacı şöyle söylüyordu:

Yandım Allah’ım, yandım!
Hakka gümansız yandım!
Deryâda bir gül bitmiş,
Çağırır: Susuz yandım!

Gülün, deryâda olduğundan haberi yokmuş. “Susuz yandım!” diye bağırırmış. Yâ… Biz de kendimizi susuz zannediyoruz. O “Deryâ” dan su almasaydık, orada biter miydik? Ama daha, iyice uyanamadık. Fakat mâdem ki uykuda olduğumuzu anladık, bu da bir uyanıklıktır.

Uyuyan insan ölü demektir. Hz. Muhammed’e sormuşlar: “Uyku nedir?” “Ölümün kardeşidir!” demiş. Asıl uyku, gaflet uykusudur; yâni bu hâli düşünememektir. Âyet, “Kalb-i Selîm” den bahsediyor. Kalb nasıl selâmete erişir, uyanmadan?