Geçen sayıdaki sohbetin devamı:

Fakat zikir, tespihi ele alıp Allah! demek değildir; asıl zikir, bu hâli, bu âlemi anlamak için konuşmaktır.

Kur’ân’da en üstün tutulan namaz, (Orta namaz)dır. Orta namaz, insanın kendisini kaybetmesidir. O âlemde, (Lâ mevcude illâ Hû!) dur. Yâni o âlemde Allah’tan başka kimse yoktur. Fakat o âleme giden bir insanın, o zevki bırakıp, bizi de oraya götürmek için bu âleme dönmesi lâzımdır. Çünkü bir insan, ne kadar zeki olursa olsun, kendi kendine bu işin künhünü anlayamaz ve kendi kendine o âleme gidemez; mutlaka bir rehbere muhtaçtır.

Akıl, sevdiği tarafa yol arar; hâlbuki (Akl-ı Küll) bize bizim için en lüzumlu ve en üstün zevki verir. Bir dilenci: (Bana 5 kuruş ver…) dese, ona istediği 5 kuruşu veririz; fakat, (Muhtâcım; gönlünden ne koparsa onu ver…) diyerek bize sığınırsa, ona gönlümüzden kopanı veririz ki bu da, onun istediği 5 kuruştan elbette çoktur.

İşte akl-ı cüz, dilencinin 5 kuruş isteyen aklına benzer: Kendi ölçülerine ve hesaplarına göre hareket ettiği ve Akl-ı Küll’e teslim olmadığı için (Esas Hazîne)yi bulamaz.

S. – Orucun faydası tıbben de sabit; müddeti, her iklimde aynı değil; niçin böyle?

Emre – Oruçtan maksat, şu kadar saat aç kalmak değil; vücudu dinlendirmek. Kur’ân’daki müddet, Hz. Muhammed’in bulunduğu yere göredir.

S. – Fakat bu hâl, İslâmiyyetin âlem-şümûl olmasına mânidir.

Emre – Hz. Muhammed, bizim gibi bir insandı. Bize, aklımıza göre hitap etmiştir. Onun büyüklüğü, bu küçülmesindedir. Hz. Muhammed Mekke’deydi; orucun müddetini de oraya göre söylemiş. Hâlbuki bazı yerlerde gündüzler daha uzun.

S. – Peki niçin bütün bunları göz önünde tutmamış?

Emre – Tutmuş da, biz aramadığımız için bulamıyoruz.

S. – Nasıl tutmuş?

Emre – Bir hadîsinde (Zamanın tebeddülüyle ahkâm değişir!) demiş.

S. – Öyleyse dinde, bu reform olabilir.

Emre – Ahkâm tabiatiyle değişiyor; yalnız taassup buna mâni oluyor.

S. – Şu halde dinde mutlakıyyet yok; asrın icaplarına uyulabilir?

Emre – Pergel gibi olursan uyabilirsin. Yâni, pergelin bir ucu Allah’ta ise, yaptıkların hep doğru; değil ise, hep yanlış.

Peygamberimiz, her türlü terakkiyi sevmiş ve bizlere o günün en ileri bilgilerini vermiştir.

Mutaassıplar yahut dini anlamayanlar, mağaralarda câmilerde i’tikâf’a çekilip, boyuna tespih çekiyorlar. Bunlar gibi yaparsan, yâni dinin içine giremez de dışarıda kalırsan, böyle bir din anlayışı, elbette terakkiye mânidir. Zaten bizi bu anlayış geri bıraktı.

Türkler, kılıcı çekip milletlerin üzerine yürüdüler mi, onları kaçırıyorlardı. Bizim bu cesaretimiz ve onların bu korkuları, ilim ve fende kendilerini terakki ettirdi. (Türkleri yanımıza yaklaştırmadan nasıl öldürelim?) diyerek düşünmeye başladılar ve nihayet martini, mavzeri, topu ve diğer harb âletlerini icad ettiler. Onlar korkularından, ilim ve fen kafesinin içine girdiler, biz cesaretimiz yüzünden dışarda kaldık.

Maddî terakki, bu dünya hayatı için mutlaka lâzımdır; lâkin (Manevîyyet)e nazaran hiçbir kıymeti yoktur; çünkü bir zaman gelecek ki bu terakki ve bu medeniyyet mahvolacaktır ve bizi de kendisiyle beraber felâkete sürükler. Manevîyyet, ebedî bir saadettir. Zaman gelecek, Avrupalılar da bu saadete kavuşacaklar, yâni Müslüman olacaklardır. Hıristiyanlar, bugünkü inanışlarında kaldıkları müddetçe, bizi çağıran (Manevîyyet)i bilemezler; hâlbuki iş, bu manevîyyettedir, maddî terakkide değil. Ama Avrupalılar da tamamen Müslüman olacaklardır, çünkü Peygamberimizin sözleri tamamiyle ilmî, aklî ve mantıkîdir. Avrupalılar da, bu sözleri anlayarak yürüyorlar.

S. – Şefâat isteniyor; bu doğru mudur?

Emre – Bu, o günkü dilekti. Şefâat edecek kimseyi bulmalı da, ondan istemeli. Uzaktan şefâat yok. Ehlini bulacaksın, talebe sizi bulmadan, sizden ders alabilir mi? Amma, verdiğiniz dersleri bir kitapta okursa belki.

S. – Şu halde, türbelerden, ölülerden bir fayda yok?

Emre – Gerçek ölüm, (Manevîyyet)in sonundaki ölümdür. Fakat bu ölüm, bizim bildiğimiz ölüm değildir, (ölmeden evvelki ölümdür!). Hz. Muhammed, (Başınız darda kaldığı zaman, ölülerinize müracaat edin!) demiş. Biz bu sözü yanlış anladığımızdan, kabirleri, türbeleri ziyaret ediyor, onlardan medet umuyoruz.

Ben ölsem, bir kaç gün sonra, yanıma kokudan yaklaşamazsınız. Bülbül kafesten uçtuktan sonra, kafesin ne kıymeti kalır? Kafes, içindeki (Bülbül)ün varlığı ve görgüsü ile biliyor ve görüyordu. Fakat her mâyi, ancak şişesiyle tutulur, görülür. Şişeye, içindeki kıymetli madde için elimizi uzatırız.

İşte, bu vücut şişesinin içinde, muvakkat bir zaman için oturduğunu gerçekten bilen insanlar (Ölü)dürler. Onları seversek, onlar da bizi sever; asıl şefâat, işte bu sevgidir.

S. – İnsan Allah’a kavuşunca, yine kendisini müdrik mi?

Emre – Hem de öyle bir müdrik ki… Herşeyle beraber olarak müdrik. Ben Adana’yı ne kadar tarif etsem, Sabahat hanım, gözünün önüne getirebilir mi? Talebeniz, sizin seviyenize gelmeden, bilginizi bilebilir mi? Tarifi mümkün değil.

Gözsüz, sözsüz, duygusuz sevgi nâkıstır. İnsan, sevdiğinin gözünden, sözünden, sevgisinden mânevî bir gıda alır. Siz, Sabahat Hanım, ağabeyinizin çocuğunu ne kadar seviyorsunuz… Sevilmeyen bir varlık zor büyür. Vücut, gıdasını maddî cisimlerden; manevîyyet ise sevgiden alır. Allah, bunu anlatmak için (Ve nefahtü fihi min rûhi!) diyor. (Ben, kendi rûhumdan size nefhediyorum, nafaka veriyorum, gıda veriyorum) diyor. İşte bu sevgiyle varılıyor Allah’a.

S. – Âhiret nedir?

Emre – (Âhiret)in kelime mânâsı, (son) demek değil mi? Her şeyin ve her varlığın da bir sonu yok mu? Lâkin bu gözümüz, Allah’ın görgüsüne karışıp, o sonu, o âhireti, idrâk edemiyor, göremiyor. (Kıyâmette, dağlar dümdüz olacak, gökler, parça parça yere düşecek…) diyorlar. Kıyâmet bu değil… Boşlukta dönen bir şey üzerine fezâdan ne düşecek? Dağların düzleşmesinin, dünya yuvarlaklığına bir tesiri olamaz. Yuvarlak bir şey dümdüz olursa, mihverini kaybeder, dönemez. Yukardaki söz doğru amma, bizim anlayışımız yanlış. Gökler düşmeyecek; bizim eski yanlış inanışlarımız, zan ve gümândan ibâret kanâatlarımız, parça parça düşecek, ahlâkımız pürüzlerinden kurtularak dümdüz olacak.

Cennet ve cehennem anlayışımız da böyledir. Yâni, fırın gibi bir cehennem veya şehvet ve mide zevklerinden ibâret bir cennet yok. Lâkin her şeyden lezîz mânevî bir zevk ve her şeyden şedîd mânevî ve ebedî azâplar var… Mısrî Niyazî:

Bugünkü cennet-i irfâna dâhil olsalar uşşak,
Yarınki vâd olan hûri ve gılmânı neylerler?

diyor.

Bu idrâk, (Akl-ı Küll)e mahsustur; akl-ı cüz’bunu bilemez. Lâkin damlalar, birbirlerine bitişip katışarak (Küll)e doğru yürürler; yâni, aklımız büyüdükçe ilmimiz artar. İnsan bu yolda, akıl ve tefekkür didinmesiyle yürür.

S. – Bâzı kimselerin cesetlerinin çürümediği söyleniyor… Mâdemki, bu vücudun kıymeti yok, bunun da bir kıymeti olmaması lâzım gelir. Bu çürümeme, ilâhî bir şey mi, yoksa fizikî mi?

Emre – İlâhî bir şey değil; yâni, Allah’ın bir mükâfatı değil. Peygamberler, en kıymetli insanlar değil mi? Onlardan, hangisinin vücudu çürümemiş ki? Hz. Muhammed: (Her şey aslına rücû edecektir!) demiş; vücut da aslına, yâni toprağa rücû’ edecek, er veya geç çürüyecektir.

Hamlini vaz ederken ölen kadınların, cesetleri çürümüyor diyorlar… Bunlar, doğum yüzünden çok kan kaybediyorlar; vücutlarındaki çürüyecek kudret bitiyor da onun için geç çürüyorlar. Bir de, harpte şehit olanlar, veremden, ishâlden gidenlerle, riyâzât yaparak ölenlerin vücutları geç çürüyor.

Şimdi riyâzâta, oruca gelelim; Riyâzât ta bir oruçtur… Yediğimiz her şey canlıdır. Ölü olsa, bize yaramayacaktı. Yediğimiz maddelerin, sadece şekilleri değişir, fakat hassaları bize geçer. Ne yediysek, hangi hayvanın etini gıda olarak aldıysak, bizde onun ahlâkı ve hâli vardır. Çünkü gıdaların maddî tarafları, yâni posaları, lüzumsuz olduğu için dışarı atılmakta, hassaları, ahlâkları, yâni manevîyyetleri bizde kalmakta ve kan vasıtasıyla her tarafımızı dolaşmaktadır. Hangi hayvanî gıdayı fazla yiyorsak, o gıdanın hayvânîyyeti, kan yoluyla; gözümüzün görgüsüne, kulağımızın işitme terbiyesine, dilimizin söz söyleme ahlâkına hâkim olur.

Riyâzâttan maksat, manevîyyetimizi bu hayvânî ahlâklardan kurtarmak, tasfiye etmektir.

Beşik çocuklarının bilgisi daima mânevîdir, temizdir. Büyüyüp, dünyevî şeyleri öğrendikçe o bilgiyi unutur. İşte asıl tekâmül, bu öğrendiğimiz şeyleri silkeleyip temizlenmek, tekrar küçülmek, çocuk gibi olmaktır.

S. – Peygamberimiz, kendinden sonra peygamber gelmeyeceğini söylüyor. Bu asrın adamları, dini daha mükemmel bir hâle getiremezler mi?

Emre – Muhammed, sınırsız bir âlemdir ve bu hâli de sınırlamamıştır. Biz onu insan olarak tahayyül ve tasavvur ediyoruz da, onun için sınır kabul ediyoruz. Muhammed’in bildiğini siz de bildikten sonra, ondan ayrı değilsiniz. Hangi su deryâya akar da deniz olmaz?

S. – Herhangi bir insan bu dinden daha mükemmel bir din yapamaz mı?

Emre – Hayır, ancak Muhammed dinini meydana getirebilir. Siz dinden ne anlıyorsunuz?

S. – Ferdin kötülüklerden temizlenmesi ve Allah âlemine intikal edecek seviyeye gelmesini. Gâyesi hüsn-ü ahlâktır. Merasim kısmının ehemmiyeti yok ben böyle anlıyorum. Size, yine sormak istiyorum: Peygamberimiz, kendisinden sonra başka bir peygamber, yâni başka bir din gelmeyeceğini söyleyerek bu hâli niçin sınırlamış?

Emre – Onun bu sözü bir sınırdır amma, sınırsız bir sınır. Ahlâktan kötülük gittikten sonra iyilik gelir. Bu iyiliği, derece derece nasıl büyütebilirsin? Ferd bunu büyütemez; gücü yetmez. (Fenâ-fi-llâh), Allah’ta yok olmak demektir. Bunun daha öte tarafında bir başka yokluk olabilir mi ki, dinîn ötesi olsun, yani bir başka kimse yeni bir din getirebilsin.

S. – Demin her şey aslına rücû eder dediniz; öyleyse ne fenalık yaparsak yanımıza kâr kalır.

Emre – Şu çocuğun yüzünde bir pislik olsa, onu öpebilir misiniz? Ahlâkî fenalıklar da buna benzer; vuslata mânidir.

Bir insan, bir yolda giderken, nerede ölürse oraya gömerler. İnsanlar da, eğer kendilerini temizleyememişlerse, hangi hâl içinde ölürlerse o hâl içinde ebedîyyen kalırlar. Herkes Allah’a rücû’edemez; kendi hâline rücû’eder.

Şu lâmba 20 kilometreden görülebilir; fakat üstümüzdeki bir kiri, karanlık bir gecede, bu lâmbaya 20 kilometre uzakta olduğumuz zaman görebilir miyiz? Mânevî ilim ışığının menbaına da ne kadar yaklaşırsak, üstümüzdeki kiri o kadar iyi görebiliriz.

S. – Dünyaya ikinci bir geliş yok mu?

Emre – Hayır. Bu âlemden gidiş, mektepten mezûn olmaya benzer; lâkin bunun ikmâl imtihanı yok.