Sayın Doçent Cahit Tanyol’la olan konuşmanın, zaptedilebilen notları:

Bay Emre, Tasavvufun, bizi bütün insanları sevmeğe götüren bir yol olduğunu söyleyince sayın          
Doçent şu mütalâada bulundu:

– Fakat insanları sevmek kolay birşey değil.

Emre – Evet, bir insanda kâinatta mevcut bütün şeyler mevcut olduğu gibi, bütün mahlûkâtın ahlâkı da mevcuttur. İnsanda bu sıfatlar bulundukça, hakîki sevgi zuhûr edemez. Bu ahlâkları silkeleyip tek meşrep olanlar birbirlerini sevebiliyorlar.

Sual – Nefret nerden doğuyor?

Emre  –  Bu kötü sıfatlardan. Mutasavvıflar ayna gibidirler; onlara bakanlar kendi sıfatlarını görür, ondan ikrâh ederler. Fakat mutasavvıflar kimseden ikrâh etmezler. Ayna nasıl her önüne geleni içine alıyorsa, onlar da bütün insanları gönüllerinin içine almaya çalışırlar. Bütün insanları severler; fakat bu insanların kötü ahlâklarını sevmezler.

Aynanın nasıl rengi yoksa, onların da ahlâk renkleri yoktur. Aynada kendisini seyreden insan aynadan uzaklaşınca, ayna yine kendi rengine döner. Mutasavvıflar da böyledirler: İnsanlar, kendisinin gönül aynasında kendilerini seyredip gittikten sonra, yine kendi renklerine dönerler. Fakat bunu her vakit yapamazlar. Bu hâl, kendisi bu sıfatlardan silkelendiği zaman tecellî eder. Dünya işleriyle uğraşırken bu işi yapamaz. Ancak o (Büyük Kudret)e akıl, gönül ve sevgi yoluyla temasa çalışırken, şarp! bir âleme düşer; o vakittir lezzet…

Sual – Nasıl oldu sizde bu hâl?

Emre – Çocukluğumdan beri bu hâle meraklıyım. Bu hâlin bulaşıklığı ecdâdımızda da var gibi birşey. Babam hocaydı fakat mutaassıp değilmiş. Çocukken, gençken yegâne arzum, Hindistan’a, Mısır’a giderek Hızır’ı bulmaktı. Hızır dedikleri şey meğerse ilimmiş, “hâl”miş; karşımıza çıktı. Hızır, mânevîyyet yolunda darda kalanlara yetişir. Ben de Hızır’ı arama sevdasıyla yaşarken, 333 te bizi askere aldılar. Bir askerlik arkadaşım delâletiyle Develioğlu’nu tanıdım. Bu zât çok büyük bir insandı.

Sual – Tarîkatçı mıydı?

Emre – Hayır; tarîkattan nefret ederdi. Zevk-i ebedî insanın kalbindedir. Tarîkatın mânâsı “yol” demek olduğuna göre, kalbin yolu olur mu? “Vahdet” bir noktadır. O zât, tarîkat marîkat bilmezdi.

Tarîkat, tespih… Nedir bunlar? Mânevîyyeti anladıysak, bir tahtadan veya taştan yapılmış bir tesbihe Allah! Allah! demek doğru mudur? Anlayış, sözle, kelimeyle, yani Allah! Allah! demekle değil, kelimenin mânâsını bilmekle olur.

Cezbeli insanlardan istifâde edilemez. O, “Vâdî-i Cünûn”da gezer. Cezbe, “Akl-ı Cüz”ün “Akl-ı Küll”e düşerken kendini şaşırmasıdır. Cezbede kalmak iyi bir şey değildir.

Sual – Ama, cezbe hâlinde olur ne olursa.

Emre – Bu doğuşlar da cezbe mahsulüdür. Ben şair değilim; kendimi o kudrette kaybeder söylerim; yatıp debelenmem. Bu konuştuğumuz da bir cezbedir; çünkü iştahla konuşuyoruz.

Sual – İnsan “hulûs-ı kalb”e erişti mi, ermiş demektir. Ona “hâl” ayân olur, geçmiş, gelecek hep ayân olur. Bütün mesele, kalp aynamızdan kötülük tozlarını silebilmektir.

Emre – Doğrudur, fakat o aynayı temizlemeğe insanın gücü yetmiyor. Ancak “Aman yâ Rabbî, nedir bu hâl? Nereden gelip nereye gidiyorum?” diyen insan, aradığı âleme düşüyor.

Sual – Akılla makineyi yaparız amma, “Marifet”e akıldan sonra ulaşılıyor. Aklı azâd edince “cünûn” başlar.

Emre – Ama biz azâd edemeyiz; elimizde değildir. Bazı ilâçlar, zaman geliyor ki, evvelce tesir ettikleri mikropları öldüremiyor. Mikroplar kendilerini o ilâca karşı müdafaa ediyor. Bir mikropla mücadele etmekten bile âcizken, nice insanları alt eden “Nefis” kudretiyle nasıl başa çıkacağız… Muvaffak olmak öyle pek kolay değil. Bu iş ancak “Aşk” ile olur. Bir “insan”a âşık olunca, bakarsın ki sen o oldun, o da sen.

Onlar bu âlemde kendilerinden küçük bir varlık göremezler. Onlar “Akl-ı Küll”e atılınca her şeyle beraber olurlar; her şeyden haberleri olur. Kendilerine geldikleri zaman bir “Hiç”, “Akl-ı Küll”e atıldıkları zaman “Hep”tirler. Atıldıkları âlem çok tatlıdır. Onun içindir ki, o âlemin tadını alanlar, bu maddî vücut elbisesinden bir an evvel soyunmak isterler. Fakat bu da nâkıstır.

Sual – Mevlânâ, “Mesnevî”yi bitirdiği zaman susmuş. Oğlu Sultan Veled “Niçin sustun?” diyor da, Mevlânâ: “Bundan sonrası lisânsız gelir” diye cevap veriyor.

Emre – Mevlânâ çok büyük bir adam. Fakat onun hâli sizde de var. Onunla fikren meşgul olursanız onunla berabersiniz. Bu meşguliyyet, sizin de içinizde olan o hâlin meydana çıkmasını temin eder.

Çok güzel bir âleme doğru gidiyoruz. Zaman gelecek ki, mekteplerde yetişenlerden çok büyük mânevî insanlar yetişecek. Bunlar büyük şeyler yapacaklar.

Cehil tekâmülün düşmanıdır. Hükümetin mürtecileri şiddetle takip etmesi çok yerindedir. Tasavvuf hâline bürünerek mel’anet işleyenler çoktur. Bu hâlin hırsızı çoktur; çünkü kıymetlidir. Milletimizin ekserisi hurafeye inanmaz, dini hakîki mânâsıyle anlamaya çalışır. Peygamberimiz bile Türk’leri övmüştür.

Bir gün peygamberimizin meclisine, Buda dinine mensup bir Türk geliyor. Hz. Muhammed bu adama hürmetle muamele ediyor. O gidince “Yâ Muhammed, niçin bu Budist Türk’e bu kadar hürmet ve riayet gösterdin?” diyorlar. Peygamberimiz: “Türkler, zaman gelecek, çok büyüyecekler ve İslâmiyeti hem canla başla koruyacaklar hem de yükseltecekler ve yayacaklardır.” cevabını veriyor. Gerçi tasavvufda cins ve millet farkı yoktur amma, “âlem-i fark”a gelince elbette millet tefrîki yapılır. Eriklerin bile ne kadar cinsleri var…

Bu millete gerçek din yolunu münevverler göstereceklerdir. İlim, başka şey doğrusu. Âlimler, meselâ doktorlar bir damla kanda nice hayatlar olduğunu görüyorlar. İnsan vücudu Allah’ın sarayıdır. Biz ölürken, yani O Büyük Kudret oturduğu evi terk ederken, harap eder öyle çıkar. Kendi yerini kimseye bırakmaz. Vaktiyle padişahların girdiği bir evin veya câminin o kapısını, oradan başka bir kimsenin girip çıkmasını önlemek için kapatır, halk için başka bir kapı açarlarmış. Yavuz Sultan Selîm de buradan geçerken, Hasanağa câmisine girmiş. O girdi diye, kocaman kapıyı kapamış, halka küçücük bir kapı açmışlar. Bunun mânâsını anlamazdım. Meğerse câmi dedikleri yer insan vücudu imiş. Sultan da Allah’mış. Sultan’ın girdiği odaya fena ahlâk haşeratını elbette bırakmazlar.

Sual – Birçok insanlar kabukta kalıyorlar.

Emre – Kabuk da hoş şey. Bir ağacın her tarafı meyva olamaz. Onlar da o hâlleriyle hoş. Ana rahmine düşen hüveynat için, “bir milyondan fazla” diyenler var. Onlar bizim insan olmamıza yardım ettiler. Nuh tufanı hâdisesiyle bu hâli anlatmak istiyorlar. Nuh’un gemisinde her hayvandan bir çift varmış. Her insanda da bütün hayvanların ahlâkı mevcuttur. İnsanlar vücut gemilerinde o ahlâkları taşıyıp duruyorlar.

Sual – Tasavvuf, Allah’ın insanda tecellî ettiğini kabul eder. Hâlbuki insanda bu söylediğimiz fena ahlâklar var. İnsan Allah’a çok benzediğine göre bu kötülükler Allah’da da var mı?

Emre – Var ya. Her şey onun değil mi? Allah’ın binbir isminden “Mudîll: Delâlete, yani eğri yola sevk eden, doğru yoldan saptıran”, “Müfsid: ortalığı fesada veren” gibi kötü sıfatlar da var. Bu sıfatlar Allah’ındır amma, insanlardan tecellî eder. İyi sıfatları da, velhasıl sıfatlarının hepsi de insanlardan tecellî eder.

Hz. Muhammed, mağaradan çıkınca bu sıfatların Allah’a ait olduğunu, fakat insanlardan tecellî ettiğini anladı ve Allah’a bu isimleri verdi.

Demin de söylediğimiz gibi bir insanda bütün hayvanların tabiati mevcuttur. Hangi ahlâk yüze çıkmışsa, insan ona mahkûmdur. İnsan her şeyi câmi olduğu için “Ahsen-i takvîm”dir. Bazı insanlardan Allah’ın Hâdi sıfatları, bazılarından da Kahhâr ve Mudîl sıfatları tecellî eder. Lâkin birçok insanlar bunu bilmezler. Ama bilmek lâzımdır. Bilmeyen istifade edemez. Kur’ân’da (Bilenle bilmeyen bir olur mu?) diyor.

Velhasıl bu âlem çok tatlıdır. Bilen tarif edecek amma, şu huruf kâfi değil; kelâm anlatamıyor. Tarif edince bütün dünya düşman oluyor. Bu da bir sırr-ı ilâhî ya… Ben sizin ilminizi birdenbire anlayabilir miyim? Siz olmam lâzım ki sizi anlayabileyim. Bunu da ancak sevgi yapıyor. Sevgi tecellî ettikten sonra, gidilecek yolun iki parmak kadar bile olmadığı anlaşılır. Yani uzak değil, çok yakındır.

İnsanın yapamayacağı hiçbir şey yoktur. İnsan o kadar kudretlidir ki yaptığı şeye kendinin bile gücü yetmez. Düğmesine basılan torna makinası gibi. İşleyen bir tornayı durdurabilir miyiz?

İnsanların yaptığı traktörler, Allah’ın yaptığı öküzleri bile koğdu. Çünkü zaman değişti; zamanın değişmesiyle de ahkâm değişti. Şimdi atom’u buldular. Onun da hâkimi insandır. Atom’a Allah diyenler bile var; hâlbuki Allah bir zevktir. Yazıcıoğlu’nun dediği gibi:
Ki tâ zevk-i sahih ile biline gayet-i mermâ.

Yunus Emre gibi bir çoban cezbeye, yani zevke düşer, yedi yüz sene sonra adını anar, ihtifâl’ini yaparlar, insanoğlu bu kadar büyüktür.

Sual – Ak Şemseddin Osmancık medresesinde müderrismiş. Hakîkati de ararmış. Ona: “Engürü’de Hacıbayram var, onunla görüş!” diyorlar. Medreseyi kapatıyor, Ankara’ya gidiyor. Hacıbayram’ın dergâhı yokmuş. Ak Şemseddin çarşıda gezerken, bakıyor ki bir adam Pazar yerinde oynuyor, etrafındaki halk da el çırparak tempo tutuyor. Oyun bittikten sonra adam parsa topluyor. Ak Şemseddin bu adamın kim olduğunu soruyor; “Hacıbayram” diyorlar. Ak Şemseddin kendi kendine “Beni bir dilenciye göndermişler” diyor ve Hacıbayram’la görüşmekten vazgeçiyor. O sıralarda da Şam’da bir adamın şöhreti şâyi olmuş; ona gitmek üzere yola çıkıyor. Fakat Halep’te bir rüya görüyor: Boynuna bir zincir bağlanmış, zincirin ucu da Hacıbayram’da. Bu rüya üzerine, tekrar Ankara’ya gidiyor. Hacıbayram’ı soruyor. “Tarlada yolma yoluyor”diyorlar. Ak Şemseddin Hacıbayram’ın çalıştığı tarlaya gidiyor; fakat Hacıbayram hiç aldırmıyor. Ak Şemseddin buna rağmen aralarına karışıyor. Öğle paydosunda Hacıbayram azık çıkınını açıyor, herkese nafakasını veriyor, hatta köpeklere bile? Fakat Ak Şemseddin’e bakmıyor bile. O da bir tarafa büzülmüş, her şeye râzı olmuş, bekliyor. Hacıbayram ondan sonra kabul ediyor. Bu tenezzülden sonra Ak Şemseddin bir mertebeye varıyor ki ağaçlar, nebatlar, hassalarını Ak Şemseddin’e söylüyorlar.

Emre – Fakat onlar tenezzül etmezler; ederlerse ortada kalırlar. Maksad, (Kudret)in bize nebatların hassalarını söylemesi ise, ilim yolu ile de söylüyor: işte tıb ilmi. Keramet göstermek mi iyi, yoksa herkesle beraber tabiat kanunlarına riayet etmek mi? Keramet gösteren insan kendini bu insanlardan ayırıyor demektir. Tıbbın emrettiği de bir keramet. Benim midem ekşir. Birisi bir kök verdi; döğüp alıyorum, rahat ediyorum.

Felekiyyât mükemmel bir nizam içinde. O nizamdan bir hâl eksilse her şey bozulur. Onlar nizamı bozmazlar herşeyi hoş görürler. Onlar için nahoşluk yoktur. Onlar balarısı gibi, her çiçeğe konar, kendilerine lâzım olanı alırlar. Hatta pisliğe bile konar fakat onu bal yaparlar. Onların görüşü güneşe benzer. Güneş için karanlık var mıdır? Güneş döne döne bu mükevvenâta bakar, onların güzelliklerini sever. Hâlbuki bütün güzellikler kendinindir.

İnsan da güneş gibi şefkat ettiği derecede bu hareketinin lûtfunu görür. Bir ağaca şefkat edersek ondan istifade ederiz. İnsan güzeldir; hele hâlini de güzelleştirir daha tatlı olur.

Beşer, güzelliği kadında arar. O tılısımı tepeleyip geçtikten sonra güzelliğin erkekte olduğu, fakat bunun da maddî ve cismânî güzellik olmadığı anlaşılır.

İnsanın görüşü ilmine göredir. Tahsîl mâni olmaz bu hâle; bilâkis yardım eder. Sizin anlayışınızla bizimki bir olabilir mi? Yunus Emre bu hâli 47 senede anlamış. Siz şimdiden anlıyorsunuz. Tahsîlin bir tehlikeli tarafı varsa, o da insana bir ilim gururu vermesidir. Ama insanın tabiatında gurur yoksa, nasıl verir? Biz o gururu, o benliği istemezsek, ilim nasıl verecek? Benliğin Allah’a geçmesi lâzım. Benlik olarak bize ait olan neyimiz var? Şu parmağımızın ucundaki varlıkların hangisinden haberimiz var? İki dakika sonra başımıza ne geleceğini biliyor muyuz? Ben de evvelce, bulup da öldüreyim diye benliği aradım fakat bulamadım. Meğerse Allah’ınmış.