– Ölmeden evvel ölmek var diyorsunuz.
– Evet. Ölmeden evvel ölmek var. Hz. Muhammed bu işi yapmış.
Şu kesret âlemindeki sayısız varlıkların bir tek canı olduğunu anlamış. İnsanları ama bütün insanları orada tevhid etmeğe çalışmış. Bu uğurda yorulmuş, sevinmiş, sıkılmış. Kur’ân bu didinmeler esnasında bizi hidâyete sevk ve ihyâ etmek için söylediği sözlerdir. Bütün insanları (bir nokta)da birleştirmeğe çalışmış. Onun için (Elhamdüllilâhi Rabbil’âlemin) demiş; (Elhamdülillâhi Rabbilmüslimîn) dememiş. Hz. Muhammed’in işaret ettiği noktaya varabilmek için kendimizi tanımamız lâzımdır. Biz, acaba dört unsurun teşkil etmiş olduğu şu vücuttan mı ibaretiz? Şüphesiz hayır. Bu vücut ölüdür. Bu ölünün içinde kendine benzeyen bir diri var. Hakikaten insanların kalpleri yüzlerinin biçimindedir. Kalbi ortadan ikiye ayırsak, kessek kesilen kısım yine insan yüzüne benzer. Bütün kâinat orada mevcuttur. Zaman gelecek ki insanlar, elektrik kuvveti sayesinde bunları görecektir. Terakkiyat oraya doğru gidiyor. Asıl varlık, içimizde bulunan o diri varlıktır. O çıkıp gidince bizim bir leşten farkımız kalmıyor. O diri varlık, bizi olduğu gibi her şeyi de muhittir. Bu bedenin içindeyken onu öğrenelim, bulalım ve orada yok olalım. O vakit yokluk yok olur; o vakit hayvanlıktan kurtuluruz. Toprak mezara gömülmeyelim. O toprak kabir’e bizden evvel kim bilir kaç milyon kişi gömülmüştür. Biz içine başka hiçbir ölünün gömülmediği bir kabir’e, vücuda gömülelim. Ölmeden evvel ölmek budur. Îmân dediğimiz şey işte bundan sonra îmân olur. İşitmekle olan îmânda mutlaka şüphe vardır. Gördükten sonra ne şüphe kalır, ne bir şey. Allah’ı görmek de ölmeden evvel ölmekle olur. Aşka düşen insanın uykusu kaçar. Şimdi güya uyanığız değil mi? İş, uyanıkken uyumamada.
– Biliyoruz, amma, yapamıyoruz.
– Madem noksanımızı yani derdimizi biliyoruz, o halde derman, bu derdin içinde.
– Teselli mi bu?
– Hayır, değil. Gözümüze toz kaçsa, göz sulanarak onu dışarı atmağa çalışır ve atar. Aklımıza böyle bir dert kaçınca orada bir mücadele başlar. Bu mücadele, o derdin dermanıdır. Mademki uyuduğumuzu anladık; uyanmağa başladık demektir. Nasıl anlatmalı yarabbi… Ne işe çattık…
Eski mahalle mektebi hocalarından biri bir Lâz çocuğuna (Sübhaneke)yi öğretiyormuş; sıra (Ve taâlâ ceddük)e gelmiş. Çocuğun dili çetrefil olduğu için bir türlü (Ve taâlâ ceddük) diyemezmiş. (Ve taâlâ çattuk) dermiş. Hoca: (Yok oğlum, çattuk değil ceddük diyeceksin) diye tashih ettikçe, biçare çocuk ne yapsın, dili dönmediği için hep (çattuk) dermiş. Hoca nihayet dayanamamış (Çatmaya çattık amma, bir kere olsun “ceddük” de! kurtulalım) demiş.
Bu iş de ona benziyor. Bir kerre “ceddük” desek, mesele kalmayacak. Madem aczimizi bildik, dedik bile. Bütün mesele, tam bir teslimiyettedir. Allah ne isterse onu yapsın. Biz onun işine karışmayız. Kendine karışırız; yani kendisinin Ahâadiyyet deryâsına karışırız.
– Ruh nedir? Buna dair bir şeyler söyler misiniz?
– Bu hususta aklın diyebildiği şey, ruhun, bizi dirilten, diri tutan bir kuvvet olduğudur. Ruhun hakikatini akıl idrak edemez. Peygamberimizden İlm-î ilâhi zuhur etmeğe başlayınca o devrin âlimleri Hz. Muhammedi imtihan etmek isterler. Kendi aralarında konuşurlar: (Muhammed’e ruhun ne olduğunu soralım. Eğer ruhu izah etmeğe kalkışırsa peygamber değildir; çünkü ruhu beşer aklı idrak edemez) diyorlar; gelip soruyorlar: (Ruh nedir?) Hz. Muhammed de işte o bildiğimiz âyetle cevap vermiş. O âyeti bulup okuyalım, bakalım ne diyor: (Ve yes’elüneke anirrûhi kulirrûhu min emri Rabbi ve mâ ûtitüm minel ilmi illâ kalilen) mânâsı: (Sana ruhu soruyorlar. De ki: Ruh Rabbimin emridir. “Bu husustaki” ilimden size pek az şey verilmiştir). Mademki bu hususta bize pek az bir bilgi verilmiştir, demek ki ruhu anlayamayız; o halde bu meseleyi şöyle mânâlandıralım; Arapçada “git!” demek için ne derler?
– Ruh.
– “Ruh” kelimesinin söylenişi de buna benzemiyor mu? Farz edelim ki Allah bizi (Hadi yallah, ruh!) diye koğmuş ; bizi kendi “Birlik” âleminden, “kesret” âlemine atmış. İşte bizim Allah’tan ayrı oluşumuz, felâketimiz, hep bu “Ruh.” ; “Git.” emri yüzündendir. Şimdi Allah “Ruh.” yerine “Taal.” “Gel.” diyor. Nemize lâzım. Biz ne “ruh” emrini dinleriz, ne de ruh’la uğraşırız. Biz “ruh” âlemindeyken ölüydük; şimdi “taal” emriyle dirildik. Bu suretle dirilenlere artık ölüm yoktur. Peygamberimiz (El mü’minûn lâyemûtun…) demiyor mu? Yani (Mü’mînler ölmezler, bir evden bir eve göçerler) diyor. Îmân edenler kendi varlık ve benliklerinden vazgeçip bir kâmilin gönlüne göç ederler. İşte bu göçü yapanlar ebedîyyen dirilirler. Kendilerini Allah’tan ayrı görenler ise ölüdürler. Aczini anlayıp da Allah’a teslim olanların kendileri de “ruh” olur, acizleri de… Ancak bundan sonra “Kâmil”in gönlündeki âleme doğmuş olurlar. Kâmilin gönül âlemine doğmadan evvel, bu vücut kalıbında, bu vücut zindanında korku, endişe ve ıstırap içinde yaşarız; hâlimizden de memnunuzdur. Çocuğun ana karnındaki karanlık tazyikli hayattan memnun olduğu gibi. Çocuk ana karnındayken dışarıdaki güzel âlemi idrak edebilir miydi? Biz de o yavru gibi, bu vücut zindanında sıkışıp, korkup duruyoruz. Gideceğimiz “Gönül” âlemine bir doğsak, asıl hayat o zaman başlayacak; ne korku kalacak ne bir şey… Böyle kimseler için Kur’ân’da (lâ havfün aleyhim ve lâhüm yahzenûn) deniliyor. Bir çocuk, nasıl anasına güvenip yaslanarak huzur içinde yaşarsa, evliyâullah da kendi mâneviyyâtlarını halk eden Rablerine yaslanırlar… Asıl huzûr da bu değil midir? Onların bu âlemine gelenler için ne “ruh” var ne “taâl”…
DOĞUŞ
İnsanın yüreği, benzer yüzüne,
İçinde görünen: kendi, gözüne;
Herkes sevdiğini, durmaz zikreder,
Hâlini bilmeğe: bakın sözüne. (1)
İnsanın aynası, yine insandır,
İçini gösteren: diyen lisandır;
Kiminin dilinden, Rahman nutk eder,
Nefsine uyandan, söyler: Şeytandır.
Aşka tâbi olan alır, ilhâmı,
Dostunu zikreder, dâim kelâmı;
Beyin; mide gibi, durmaz çalışır,
Zorca hazmedilir, kelâmın hamı.
Aklın hazmına, derler: tefekkür…
Hak tecellî etse, zanneyler küfür:
(Cibrîl)e emretmiş: Meryem burnuna,
Hem de kulağına, yetiş de üfür!
(İsâ) varlığına, olmuş hâmile,
Esrâr-ı İlâhi, gizlenmiş dile;
Ne kadar âşikâr, eylese bilen,
Bu (İlmi Ledünnî), söylenir böyle.
Kitaptaki hurûf, kâfi gelmiyor,
Söyleyip işitmek, her şeylerden zor;
Bu (İsmail Emre), aşka bürünse,
Her canlı mahlûktan, ediyor zuhur.
Olmuş, cana taksim, binbir sıfâtı,
İnsana verilmiş, sevilen (Zât)ı;
Seyredip görmüştür, bu hâli (Emre),
Geri teslim etti, bütün hayâtı.
28.5.1952 Saat: 21.15
Zapteden: Fuzûle Emre
Bir insanın hâlini bilmek ve anlamak için sözüne bakın.