Geçen sayıdaki konuşmanın devamı:

Cemil Altınören’in mektubu okunduktan sonra Emre şunları söylemişti:

Emre – İnsan sâflaşmayınca münevverleşmez. Sâf bir kimseye ahmak diyen, kendisi ahmak; çünkü sâflaşmamış. Ahmak olmasa sâfiyete doğru yürür. O çocuğun hâli ne güzel, ne hoş kemâlât…

Hakîkaten böyle: Yalan söyleyenin yalanını, essah gibi dinleyeceksin, hem de kızmadan.

Bizim sâf deyişimiz, onların sâf deyişi gibi değildir. Onlar, başka mânâda kullanırlar. Allah feyzini arttırsın; çok tatlı bir çocuk; hissiyyeti büyüsün.

***

Emre – Elbise ve ayakkabılar eskidikçe hizmetleri unutulur, kıymetten düşerler. İnsanları da böyle unuturlar. İç görülmezse, dışın emeği unutulur. Evlâtlar, içlerini göremezlerse, analara, babalara, ninelere ancak bu kadar kıymet verirler.

S. – Yağmur duâları için ne dersiniz? Bazan yağıyor da.

Emre – Böyle şeyler terakkiye mâni olur ve insanları tembelliğe sevk eder.

Yağışı şundan: İnsan merkez-i Kâinattır. Yâni bu insanlar içinde, aklın almayacağı kudretlere sahip insanlar vardır. Mutlaka, o yağmur duâsına çıkan insanların içinde, Allah’a yarım yamalak yapışmış bir insan vardır. Allah onun ricâsını kırmaz, yağmur yağdırtır. Eğer o adam Allah’a tam yapışık olsa, Allah’ın işine karışmaz… Yağmuru yağdırmayan da Allah değil mi? Allah’a âşık olan, Allah’ın her işini doğru ve yerinde görür.

Adana’da, Hacı Boza derler ihtiyar bir adam vardı. Çocukken onu çok dinlerdim.

Birgün yağmur duâsına çıkıyorlar; bir türlü yağmur yağmıyor. Hacı Boza diyor ki: “Yüzü ağ zannettiklerimiz duâ ettiler, kabul olmadı. Bir de umumhânedeki kadınları, götürün, onlar duâ etsinler.” Birisi gidiyor oraya, onlara: “Sizin gönlünüz Allah’a daha yakındır…” diyor. Onlar da: “Bizi adam yerine koyup bize duâ ettirecekler!” diye hakîki bir mahviyyet gösterince gönülleri Allah’a yaklaşıyor. Allah kabahate bakmaz; ona kabahatin lüzumu yoktur. En büyük kabahat gururdur!.

Kadıncağızlar, ağlayarak abdest alıyorlar. Hoca bunlara namaz kıldırıyor. Sonra: “Ben ne dersem, siz âmin!” deyin diyor. Hoca duâ ediyor, bunlar âmin! diyorlar, yağmur yağıyor.

Sonra bunlara o işi terketmeleri için nasihatta bulunuyor, yemîn ettiriyor. Halk’a da, onlarla evlenmelerini tavsiye ediyor ve onları evlendiriyor.

İnsanı Allah’a hüzün yaklaştırır. İlim, kitap, söz, sav hep geride kalır. Eğer bu kitap, yâni insan okunmazsa, ne kıymeti var çekilen emeklerin?

***

S. – Tûbâ ağacı nedir?

Emre – Tûbâ’nın mânâsı ne?

S. – Ne güzel! demek.

Emre – Kâinatta, insandan güzel bir mahlûk var mı? Tûbâ, bir ağaçmış değil mi? Bütün mânevî sevgi ve fazîlet meyvaları hep “İnsan ağacı”nda, “İnsan” denilen ağaçta yetişir.

Tûbâ ağacının kökü yukarda, dalları da aşağı doğru imiş; böyle şey olur mu? Demek ki bu bir rumûzdur. Bakınız, insanın kolları, ayakları, parmakları, burnu, çenesi hep aşağı doğrudur ve bir ağacın dalına benzer. Başımız da ağacın köküne benzer. Kökün ince kıllarına bedel, başımızda da saçlar vardır. İşte Tûbâ ağacı: İnsan.

Cennetteki Tûbâ ağacı, demek, “İnsan-ı Kâmil” imiş; o halde bu ağacın kelâm, fazîlet, aşk meyvalarından istifâde etmeli.

***

Emre – İnsanların yüzlerinde ve vücutlarındaki değişikliği muhît yapar. Çakıt’ı geç, şekiller değişir; ya çenede, ya yüzde, ya gözde bir başkalık vardır. Niğdeliler ayrı tiptedirler, Konyalılar ayrı.

Aileniz beş, altı göbek burada dursun; Adana güneşinden, Adana’nın toprağından, suyundan, havasından alınan gıdalarla bura halkına benzersiniz.

Ama bu farklı insanları tevhîd edip de onlara o gözle bakmalı.

***

29 Ocak 1956 Pazar günü, İstanbul Üniversitesi İktisat fakültesi öğrencilerinden Sait Doğan’ın sorduğu bazı sualler üzerine yapılan konuşmadan, zaptedilebilen notlar:

Emre – Şerîat eğer, “hakîkat”in kapısını açamazsa, kapı bekçisi gibi daima dışarıda kalır. Şerîatta kalanlar, Hakîkat’ten içeri girmeğe cesaret edemezler. Kapı açılsa bile, onlar kapalı görürler. Kapı dediğimiz şey de, kendilerinin gözleri, kulakları, kalbleridir. Bunlar keşif, kerâmet gibi çocuk oyunlarını severler, onlara inanırlar. Bu tuzağın etrafında gezer dururlar.

S. – Hint fakîrlerinde bir Hakîkat var mı?

Emre – Onların hâli de bu yolun kapısı gibi bir şey. Allah’ın kudretini bir şeye sığdırmaya çalışmak küfürdür… Onlar da, Allah’ın kudretini bu hâle, yâni fakîrizm hokkabazlıklarına sığdırmak istiyorlar. Tilki, yuvasına giremezse, kuyruğuna bir de çalı bağlarmış. Bütün bunlar, keşifler kerâmetler o küfür gibi bir şeydir. O hâli de seviyorlar, bırakamıyorlar. Mâdemki o hâl, kendilerini tutmuş, bırakmıyor, küfürdür.

Bunların hedefleri de, böyle bir benlik… Orada dayanıp kalıyorlar, vazgeçemiyorlar. “Ben böyle bir kudrete sahibim!” diye kendilerini halka göstermeğe çalışıyorlar. Bu, benlik iddiası değil midir? Hâlbuki ne anlayacaksın bundan?

S. – Dünya kuruldu kurulalı, birçok peygamber geldi; birçok büyük adamlar yetişti. Bu büyük adamlar, meselâ (Buda) da “kâmil” miydi?

Emre – Evet, onlar da kâmildir. Devirlerinin peygamberleri gibi bir şeydirler. O büyük adamlar, Allah’ın kudretine sahib olmak istediler ve ellerine geçen kudreti nefisleri için kullandılar.

Tekâmül eden peygamberler buna tenezzül etmediler. Onun için, onlar keşif ve kerâmet kuyularını kaparlar. Kapamasalar, üzerinden geçemezler. İçine düşerler; arkalarından gelenler de düşerler.

Şimdi hepimiz Buda gibi olsak, yâni onun yaptığı kerâmetleri yapabilsek, neye yarar bu iş?

Buda ateşe: “yanma!” derdi, ateş yanmazdı. Yılana: “sokma!” diyor; yılan sokmuyor; yâni elinden, onun silâhını alıyor. Hâlbuki Allah ateşi ve yılanın sokma hâlini boşuna mı halk etmiş?

Onlar, daha ileri gitseler, Allah’ın elinden bütün kudretini almak isterler. Onun için, Allah da onların önünü kapar; öylece kalırlar.

Hz. Muhammed’e kerâmet sorulunca, “İşte Kur’ân!” derdi. Çünkü Kur’ân ebedî ve ezelîdir. İsteyen her insan onu okur, dinler; uyanırsa, ondan istifâde eder. Buda’nın hâlinden kim istifâde edebilir? Ve edilecek bir hâl midir? Bu hâl beşeriyete ne gibi bir fayda temin eder? Buda, herhangi bir insanın isteğine mahkûm olarak, yağmur yağdırınca, yağmur lâzım olmayan yerler zarar görürdü. Bir kişiye fayda, bin kişiye zarar. Maharet, insanın, Allah’ı kendisine tâbi etmesi değil, kendinin Allah’a tâbi olmasıdır. Yâni mesele, hüküm sahibi olmak değil, “ebedî hüküm sahibi”nin hükmü ve emri altında dirilmektir.

Beşeriyete en fazla yardım eden, dört peygamber olmuştur. Çünkü onların kitapları vardır; hâllerini eserleriyle devam ettirmişlerdir.

Bir tarihte çocuklarla beraber Edirne’ye gittikti; 939’du. Biz imâmla beraber Selimiye câmisini gezerken, bir ecnebî geldi. İmâm bizi bıraktı, ecnebî ile meşgul olmaya başladı. Ecnebî gittikten sonra, imâm tekrar yanımıza geldi. Sordum ona, dedim ki: “Bu ecnebîler her vakit gelebilirler mi?” “Evet emir var; günde beş on kişi gelir, gezer.” “Bunların içinde tenkid veya takdîr edenlere rastladın mı?” Şöyle biraz düşündü: “İki kişiye rasgeldim dedi; birisi bir İngilizdi; hiç Türkçe bilmiyordu; yanında tercümanı vardı. Câmiyi gezdi. Çıkarken, kapının kemerindeki âyeti gösterdi, tercümanı vasıtasıyle sordu: “Hoca bu âyeti biliyor mu?” “Bilmem mi ya? Bilirim!” dedim, kapının karşısına geçtim ki âyeti okuyacağım, İngiliz, elinin tersiyle suratımı itti, âyeti ezberden okumağa başladı… Benim ezberimde yoktu o âyet, İngiliz “Böyle okumak bilme olur mu? İmâmın bu âyeti ezbere bilmesi lâzım!” dedi. Çok zoruma gitti İngilizin bu hareketi.

Aradan bir müddet geçti, bir Alman geldi, şişman, iri yarı… Yanında tercümanı var ama kendi de biraz Türkçe biliyor. Pantolu, asker pantolu; ceketi başıbozuk ceketi. Asker olmaya asker ya, artık erkân-ı harb mı, paşa mı bilmiyorum. Bu adam, her tarafı gezdikten sonra yoruldu; câminin ortasına yattı, saatlernen kubbeye bakıyor. Bu benim hoşuma gitti, koltuğum kabardı. Ayağa kalkınca sordum: “Nasıl, bu câminin mimarı iyi mi?” dedim; “Bunu yapan eşekmiş!” dedi; “Niçin? Fena mı yapmış?”! “Hayır, bilâkis; dünyanın hiçbir yerinde böyle güzel bir câmi yok. Mükemmel bir mimarmış; fakat kendisinden sonra bu câmi gibi bir câmi yapacak adam yetiştirmemiş; onun için eşek.”

Peygamberlerin, büyük adamların hâlleri de, arkadan gelenlere yardım etmeli. Bize faydası dokunmayan bir hâli ne yapmalı. Bir fakîr, bir direğin üstüne çıkıp, orada günlerce aç, susuz kalmış; bundan ne çıkar… Allah bize “nefsinizi öldürün!” diyor; bunlar aksine, nefislerine, benliklerine hizmet ediyorlar, kendilerini satıyor, biz şöyle yaparız! diye öğünüyorlar. Böylelikle de Allah’a karşı âsî durumuna düşüyorlar. Çünkü “Nefsinizi öldürün!” emrine itaat etmemiş oluyorlar.

“Dört kitabın” hangisinde fakirizm’in yahut rûh çağırmanın tarifi var? Hepsinde insanları doğru yola davet eden nasihatler var: Allah’a tâbi olun, beşeriyete zarar vermeyin! Gözünüzü burada açın ki, ilânihâye açık kalsın! Geldiğiniz yeri burada görün ki, tekrar oraya gidebilesiniz!

S. – Müslüman olmayan, doğru yolu nasıl bulabilir, diyorlar. Hâlbuki onlar insan değil mi? Allah’ın kulu değil mi?

Emre – Onlar Kur’ân’daki “Elhamdülillâhi Rabbil’âlemin!” âyetini işitmemişler. Allah “Elhamdüllilâhi Rabbilmüslimin…” demiş mi? İslâmiyet, doğruluktan sonradır. Doğru olmadan, bir Müslüman Müslüman değildir. İnsan, doğru olduktan sonra Müslüman olur. Allah Kur’ân’da Hıristiyanlara lânet etmiş mi? Hâlbuki doğru olmayana, yâni yalancıya lânet ediyor. Hz. Muhammed hangi peygambere peygamber değil demiş? Hepsi de doğruluğu tarif etmişler… Fakat İslâm dininde, bundan başka, mânevî zevkler de vardır. İş, o mânevî zevklerden istifâde edebilmede.